- Hızla hazza ulaşma çabamız haddimizi aşıyor

Adsense kodları


Hızla hazza ulaşma çabamız haddimizi aşıyor

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
aysegul999
Thu 23 July 2015, 05:29 pm GMT +0200
“HIZLA HAZZA ULAŞMA ÇABAMIZ HADDİMİZİ AŞIYOR”

Perihan MURAT

Zaman zaman teknolojik gelişmeler zaman zaman da yaşadığımız çağın dayatmaları, önüne katıp hızla sürüklüyor bizi. Birey olarak hız’la değişmemizi ve modern dünyanın tetiklediği “hız arzusu”nu hayatımızın her alanında görmemiz mümkün. Bazen birbirimizle bazen de kendimizle yarışarak zamana meydan okuyoruz ya da biz öyle sanıyoruz. Sosyolog Nurhayat Kızılkan’la hızlı yaşamın hayatımızı ne hale getirdiğini, tüketim alışkanlıklarımızı, günümüz şartlarını ve her çıkmazın sonunda vardığımız nokta olan “modernizmi” konuştuk.

Teknolojinin gelişmesiyle ulaşım alanında birçok yenilik hayatımıza hız kazandırıyor. Zaman ve mekan kavramlarımız da bu açıdan sürekli ve hareketli bir hal aldı. Sizce bu durum neye sebep oluyor?

Geleneksel dönemde ev ve iş yeri mekan olarak birinin içinde yer alıyordu. Altta fırının olurdu, atölyen olurdu, üstte sen yaşardın. Modernite önce ev mekanını, iş mekanını biraz ayırdı; sonra biraz daha ayırdı. Adam bir başka yerde çalışıyor, kadın başka bir yerde. Çocuk da başka bir semtte okuyor. Bir araya gelmek için son sürat evlerine gitmeye çalışıyorlar. Aslında son derece insani bir durum. Normal olarak insanlar da bu aradaki mesafeyi kapatmak için daha hızlı olan ulaşımları talep ediyor ve bunlarla yaşamayı öğreniyor. Bu aradaki mesafede de oyalanmak adına kimisi müzikle kendini uyuşturuyor, kimisi telefonundaki oyunlarla. Çünkü yol zamanımızı tüketiyor. Sürekli mekan değiştiriyoruz, sürekli hareket halindeyiz. Bizim gün içerisinde gittiğimiz yolu eskinin insanları belki hayatları boyunca gerçekleştirmiyordu. Bu da bizi zamanla insanlara karşı duyarsızlaştırıyor. Çünkü her gün binlerce insanla karşılaşıyoruz ve onları bir yığın halinde görmeye başlıyoruz.

Dünyada hızlı yaşam karşıtı “slow city”, “slow life” gibi akımlar oluşturuluyor. Bunlardan biri de fast food karşıtı “slow food” akımı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizde bu durum yabancılar yapınca “Aa, ne güzel! Bakın, fast food’a felsefeyle cevap verdiler” gibi karşılanıyor. Halbuki zaten bizim kültürümüzde -özellikle Mevlevi düşüncesinde- böyle bir yemek pişirme öğüdü var, “Ne pişirirsen pişir, çok ağır ateşte pişir” diye. Yemeğin oluşmasına zaman tanı, nimete de hürmet et gibi bir anlayış var. Modern dünya bir şeyler yaşıyor sonra kendi derdine bir deva buluyor; biz de o ilacı derdimiz varsa da yoksa da sağlıklıysak da üzerimizde deniyoruz. Batı’dan gelene kollarımızı açmış vaziyetteyiz, sorgulamak yok ya da düşünce yetisini kaybetmişiz gibi bir anlayış var. Kendi kültürümüzde zaten fast food anlayışı yok. Bizim yemeklerimiz ve yemek yeme şeklimiz ayaküstü bir şeyler atıştırmak biçiminde değil. Anadolu’ya gittiğinizde sofra kültürüne bakarak bunun nasıl olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bizim slow food’umuz var; kebaplar ağır ağır pişer, hızlı hızlı yenmez, sofralar kurulur. Bu yüzden çarenin dışarıdan gelmesini beklememek lazım.

Hayatımızı kolaylaştıran teknolojik ürünler işlerimizi daha hızlı yapmamızı sağlıyor. Ama bir yandan da alışkanlıklarımızı değiştirmiyor mu bu?

Mesela ben kendi adıma mutfakta robot kullanırken “Acaba yemeğim yeterince lezzetli oluyor mu?” diye düşünen birisiyim. Robot kullanmayı bırakıyor muyum? Hayır, bırakmıyorum ama galiba o kadar lezzetli olmuyor. Oradaki farkı hissedebiliyorum. Bu beni kolaycılığa alıştırıyor olabilir. Zaman kazanmak adına hızla ortaya bir şey çıkartıyoruz ama lezzetinden eksiltiyoruz. Aynı şekilde mesela metrolardaki, metrobüslerdeki insanlara bakınca göreceksiniz ki bu hızdan etkilenen insanlar bazı değerleri görmezden gelmeye başlıyor. Hızlı hızlı ilerleyip yer kapma savaşı, birbirini rakip olarak görme, yaşlı birine yer vermek yerine “Nasıl olsa hızlı gidiyor, oturmasa da olur” gibi gayriihtiyari davranışlar sergiliyor. İşte, bu da nezaket gibi, saygı gibi değerleri yok ediyor.

“Hızla tüketim” bir başka hastalığımız. Sizce bu davranışımızı ne tetikliyor?

Dış dünyayla sürekli bağlantılı olduğumuz için sürekli uyarıcılarla karşılaşıyoruz. Reklam panolarıyla, iletişim araçlarıyla sürekli arzu etmemiz sağlanıyor. Bu da arzu etmeyi meşrulaştırıyor. Gördüğümüz bir çantayı ihtiyacımız olduğu için değil arzu ettiğimiz için alıyoruz. Bence “arzu tüketimi” bu kadar meşru olmamalı. Küçücük çocuklar bile sürekli bir şeyler talep ediyor ve aileler de bu taleplerini yerine getirmek için peşlerinden koşuyor. Mesela çocuk karnı acıktığı için değil arzu ettiği için yemek yiyor. Zamanla da bu durum onları hiçbir şeyden tatmin olmayan bireylere dönüştürüyor.

Tüketme arzusu dedik, bunun yanında bir de hızla bir yerlere gelme savaşımız var...

Hızla bir şey olma, hızla bir yerlere gelme, başarı diye addedilen mevkilere ulaşma durumu bütün insanları birbiriyle rekabete, yarışmaya zorluyor. Başarı, hedeflenen makamlar olarak görülmeye başladı ve böylece modern bir burjuvazi şekli oluşturuldu. Bu da çok çalışmayı gerektiren bir mekanizma. Son dönemlerde bu anlayışa muhafazakar kesim de ayak uyduruyor. Mesela “İşte sabahtan akşama kadar çalışıp akşama kursa gidiyor, oradan çıkıp başka bir etkinliğe katılıyor sonra metrobüsle hızla evine gidiyor, evinde misafir ağırlayıp çocuklarıyla ilgileniyor…” gibi bir sürü işi bir arada yapmaya çalışan “süper kadınlar” ve “süper adamlar” ortaya çıkmaya başladı. Özellikle kadınlarda “süper anne”, “süper eş” rolleri... “Modernite diye bulduk bir şeytan, hep suçu ona atalım” diye eleştirebilirsiniz. Çok sıkıldık ama gerçekten yine burada da karşımıza çıkıyor modernite. Bir kere modernite tekçiliği istiyor, çokluğu istemiyor. Tekçilik olunca ulus devletler bireyi homojenize etme derdinde; atomize bireyler, atomize vatandaşlar oluşturma yarışına giriyor. Örneğin bireyler birbirine çok benzeyecekler; hepsi çalışacak, bir tür robot gibi herkes bir işin ucundan tutacak, emekli olup emekli maaşıyla dünyayı gezecek sonra da ölecekler gibi standart tipolojide bir hayat tarzı oluşturdular. Buna karşıt olarak ise postmodern düşünce akımları gelişti. Postmodern düşünceden bizim gibi gelişmekte olan ülke aydınları hiç hoşlanmadılar. Dindar aydınlar benimsedi çünkü kendi varoluşlarını kısıtlayan modern devlet anlayışı, kendilerinin farklılığını görmezden geliyordu. Dinin yerine getirilen modern düşünce sisteminde bilim ön plana çıktı. İşte, bu da zamanla bilim despotizmini ortaya çıkardı. Mesela dünyanın bir düzeni var; güneş doğuyor, batıyor. İslamiyet’te namaz saatleri var, Müslümanların günlük hayatlarını düzenlemek için. İnsanın da buna uygun bir biyolojik yapısı var ama modern dünyada “Güneş battı, işi bırakıyayım” diye bir şey yok. Senin doğanı hiçe sayan bir sistem var. Mesela sen bu sistemde çocuk sahibi olmayı sürekli erteliyorsun diyelim, sonra biyolojik olarak 40 yaşından sonra tedaviyle sahip olmaya kalkıyorsun. Böylelikle sen kendi bedenini, doğanı unutmuş oluyorsun. Hız ve zamanla ilgili çelişkiler burada başlıyor.

Her şeyi yapmaya, her şeyden biraz biraz kopartmaya çalışıyoruz. Gün içerisinde bir sürü iş halletmeye çalıştığımız gibi hayatımızın tamamını da hazırlanmış listelere göre yaşıyoruz. Bu durumun nedeni yine hız mı?

“Gününü dolu dolu yaşadı” cümlesi bile aslında büyük bir yanlıştan ibaret, sanki boş boş yaşayabilecekmiş gibi! İnsan zaten güne başladığında yaşamaya başlıyor. Eğer senin bir koltukta uyuma özgürlüğün, oturup hiçbir şey yapmadan düşünme hakkın yoksa zaten bir şeylerin kölesi olmuşsundur. Sabahtan arkadaşınla buluşuyorsun, bir saat oturup sinemaya gidiyorsun, sonra konsere yetişiyorsun diyelim. Sen şimdi zamanını dolduruyorsun ama nihayete varan bir şey kalmıyor. Arkadaşınla konuşman yarım kalıyor, izlediğin filmin duygusundan çıkmadan başka bir duygu durumuna geçiyorsun. Hızın hayatımıza kattığı şey burada büyük bir yüzeysellik, samimiyetsizlik oluyor. Gerçek iletişimin olabilmesi için nihayete ermesi lazım. Evet, baktığımızda “Ölmeden görmeniz gereken 10 yer”, “Bunu yapmadan ölmeyin”, “Hayatta yapılacak 100 şey” gibi hazır bilgiler veriliyor. O listede diyelim bungee jumping yapmak, Çin Seddi’ni görmek, paraşütle atlamak, aşık olmak var. Listeyi elimize alıp maddelerin karşılarına “tik” atıyoruz; “Onu deneyeyim”, “Bunu deneyimleyeyim” diye. Hayatını sürekli maddeler halinde yaşadığında yaptığın şeyin manası kayboluyor. Liste bittiğinde de hayatın bitmiş oluyor çünkü artık “Hepsini yaptım, bundan sonra yaşamanın ne anlamı var?” diyorsun.

İnsanların giderek birbirlerine benzediği günümüzde kendimize ait olan değerleri de kaybediyoruz sanki. Bu durum varolan sistemin baskısı mı?

Baskıcı rejimlerin insanları, yalan söylemeye meyilli olurmuş. Sadece bu yapıda değil; Baas rejimine bakalım, komünist rejime bakalım hepsinde farklı farklı baskılar var. Bu baskıcı rejimler sana bazı gerçeklerin olmadığını iddia ediyor. Sen de o rejimin içinde onlar yokmuş gibi hareket ediyorsun. Bu durumu psikolojik zannediyoruz, “Adama bak, yalan söylüyor!” diye düşünüyoruz. Fakat o, toplumsal bir olayın da tezahürü olabiliyor. Sırf adam yalancı olduğu için yalanı tercih etmemiş oluyor orda. Ona okulda, askerlikte, çarşıda, pazarda hep aynı yalan söylenmiş; adam da zannediyor ki o yalan gerçek. Yani her yerde o yalan söylenince gerçek ortadan kayboluyor. Sosyolojinin psikolojiyle kesiştiği nokta da bu. Rejim sana bunu dayatıyor, sen bu yapıda hareket ediyorsun. Çünkü insan “Kimse beni ötekileştirmesin” diye farklılıklarını hep içinde tutuyor. Hakikati söyleyemez hale gelip aslında yine kendine zarar veriyor. Rejimlerin bazı şeylerin söylenmesini engellemesi sonucu, manevi değerler yok olmadı ama yer altına itildi. İkili, parçalı bir yapı sonucu şizofrenik durumlar oluştu. Şimdi şimdi insanlar; istiyorsanız maneviyata yönelin, namaz kılın, dua edin diyebiliyorlar. O kadar uzun süre, büyük baskılar sonucu ikili yaşam sürdüler ki insanların bütünlüğü bozuldu. Sonra da yine modern dünyanın tükettiğini yine modern tedavi yöntemleriyle çözmeye çalışıyoruz. Misal terapi dediğimiz şey; insanların bir araya gelip sıkıntılarını paylaştığı, iletişim kurduğu bir tedavi. Eskiden bu yoktu, ne vardı peki? Bunun yerine insanlar komşularına giderdi, tanıdıklarıyla konuşurdu. Atasözümüz var bizim “İnsan insanın ağusunu (zehrini) alır” diye. Psikoloğa gitmek son derece modern bir hareket bakarsak ama şimdi biz o kadar yalnızız ki ya da açıklarımızı kimse görmesin diye mecburen bu yöntemi tercih ediyoruz. Sihirli bir değnekle bizi düzelteceğine inandığımız birine ihtiyaç duyuyoruz.

Sizce hızımızı neye göre belirlemeliyiz?

Hız konusuna baktığımızda aslında dünya aynı hızla gidiyor ve o hızın dışına çıkmıyor. Biz de bir dengeyi aştığımızda düzenimizin bozulduğunu görüyorum. İnsan biyolojisinde böyle bir ihtiyaç var. Çok hızlı bir şekilde yaşandığından hazmedilemeden gerçekleşiyor olaylar. Sabırsızlık öğretiliyor hızla birlikte, sürekli hazzı tüketme... Sabır ve had konusunu hızın yanında düşünmek lazım. Hızlı olmamızdaki amaç; hazza daha çabuk ulaşmak, bu da sabırsızlığımızı arttıran bir şey. Haddimizi bilmediğimizde önümüze dünyaları da koysak yetmeyecek. Belki de sınırlarımızı hazzı dengeleyen bir şey olarak görmeli, hızımızı da buna göre belirlemeliyiz.


ceren
Thu 23 July 2015, 05:57 pm GMT +0200
Esselamu aleykum.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.Gelişen teknoloji ile hızlı yaşayıp,hızlı tüketmeye başladık.Yaşamın zorlaşması yada kendimize göre zorlaştırmamız bizleri batının kültürüne itip,kendi yaşantımıza uzaklaştırıyor,aileden uzaklaştırıyor.Elbette gelişen teknolojiyi kullanmak gerek,hayatın kolaylaşması açısından,ama seni eline almadığı sürece....