- Hıristiyanlık

Adsense kodları


Hıristiyanlık

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Thu 2 August 2012, 03:28 pm GMT +0200
Hıristiyanlık

Hz. İsa'nın ortaya çıkışından önceki devirler­de Yahudi dininin durumunun, onu ıslâh ede­cek bir peygamberi davet ettiği çok açıktı. Zaman, Yahudi düşüncesinde etnosentrik hâkimiyetini yıkacak, diğer insanlarla eşit ol­duklarını öğretecek, dinlerinden antromorfizmi temizleyecek, ilâhî üstünlüğü, imanın özündeki esas yerine yeniden yerleştirecek, edebî Özelliğini koruyan, fakat ruhunu kaybe­den hukukun uranlığından Yahudileri kurta­racak olgunluğa erişmişti. Eğer eski çağlarda­ki dünyanın ahlâkî çöküşü engellenmeli ve insanlık dinî saadete tekrar kavuşturulmalı idiyse, ilâhî bir idare Yahudilikteki içe dönüş ve ruhanîlik eğilimini kesinlikle tam bir ge­lişmeye çevirmeliydi.

Bu büyük vazifeyi yerine getirmek için Allah Meryem'in oğlu İsa'yı gönderdi. Bu mesele­lerin ortasında doğan ve büyüyen İsa, hayatı­nın son üç yılını yeni inancı Öğretmeye ve bizzat yaşayarak göstermeye adadı. Daveti, Yahudiler ve Yahudi olmayan çağdaşlarının durumları tarafından şekillendirilmişti. Ya­hudiler, ikiyüzlülükleri ve kısıtlı kanunları İle, Yahudi olmayanlar ise maddeci ve ahlâkı dışlamaları ile onu bu konuda zorlamışlardı. Böylece, her ikisine de karşı iki uçlu hamlesi ortaya çıktı.

Mahiyeti: Matta, Markos ve Luka indilerin­den anlaşılabildiği ve o çağın ve bölgenin dinî ihtiyaçlarıyla karşıl aştırıl abildiği kada­rıyla, İsa'nın anlattığı ve Öğrettiği gibi dinin Özü olan kurtuluş, her şeye kadir ve şefkat dolu olan Allah'a inanmakla başlar. İhlâs, kendinden feragat etme ve yardımseverlik yoluyla O'nun emirlerine uymakla devam eder. İsa'nın öğrettiği bu dinin kabul görmesi, Roma maddeciliğine ve ahlâkdışilığına oldu­ğu kadar, Yahudi hukukuna, ikiyüzlülüğüne ve ırkçılığına da bir çareydi. Derûnî kişisel değerler hukukun merkezinin tekrar kişiyi şe­killendirme rolüne geri dönmesini sağladı. Lİteralizmin kaybettiği ruhu tekrar yakaladı ve ikiyüzlülüğe, çok İyi bildiği şeye yani vic­dana değinerek meydan okudu. Buna ilave olarak, bu kabul, Allah indinde bütün insan­ların eşit olduğu bir seviyede takva ve kullu­ğun temel dinî değerler olduğunu belirledi. Bunların ölçü olduğu yerde, sadece Allah hâkim olduğundan, hjç kimse diğerinden farklı değildir. Hiçbir etnik yapı ya da özellik insanın gerçek kıymetinin belirlenmesinde bir etkiye sahip değildir. Hz. İsa'nın dinî çağ­rısı, Yunan ve Romalı öğretmenlerini taklit ederek dünyevîliği ve ahlâkdışıhğmı İzleyen Yahudiler ile bütün klasik eski devir insanla­rım eşit olarak hedefliyordu. Hz. İsa'nın re­formu ilâhî olarak yönlendirilmekteydi. Dö­nemindeki İnsanlığın şiddetli ihtiyacını ger­çek bir şekilde cevapladı.

Tezahür: Hz. İsa'nın ıslahatçı vaizliğine Ya­hudilerin cevaplan tatsız oldu. Çağnsı etno­sentrik liderlik tarafından onlarla taban taba­na zıt olarak anlaşıldı. Onu Yahudi halk üze­rindeki kontrollerini zayıflatmaya çalışan biri olarak gördüler. Dertlerine karşılık onu sami­mi bulduklarından; o daha çok yurdundan uzaklaşmış kişiler, köleler ve yoksullar ara­sında büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu çağrı, dikkatlerini hiçbirşeye sahip olmadıkları dış dünyadan, birçok şeye sahip olabilecekleri iç dünyaya doğru taşıdığı için kendilerine olan güvenlerini yeniledi. Daha hassas olarak, İsa'nın çağrısı dinî olması gerektiği gibi -Al­lah'a olan kişisel inanç ve O'nun buyruklarını dünyada yerine getirmek şeklinde- tekrar kurdu. Bu faktörler, bütün Yahudilerin sür­günden beri içine düştükleri ümitsiz durum­dan, Süleyman'ın ölümünden beri gayesiz içinde sürüklendikleri Untergang'dan kendi­lerini kurtarması için bekledikleri bir liderin -İsa'nın- başkanlığı altında Yahudiliği reforme etmek için bir araya geldiler. Ama, aşırılar ve tutucular çoğunluktaydı; yapılacak ıslâhatın nüfuzlarını tehdit edeceğini bildiklerinden di­rendiler. İsa'nın günahkâr ve isyankâr oldu­ğunu iddia ederek, Romalıları ondan kurtul­maları için ikna ettiler.

Yeni inanca bağlananlara zulmeden Romalı­ların hizmetindeki Romahlaşmış bir Yahudi olan Pavlus, Hıristiyan oldu. Daha önce Hı­ristiyan olan ve inançlarını yönetimden saklı tatbik eden bir çok köle, haklarını aramaya başlayan Pavlus'la birlikte Roma İmparator-luğu'nu, dinini ve ideolojisini tam tersine çe­virmek için büyük bir potansiyel haline geldi. Fakat ilk olarak, İsa'nın mesajı, imparatorluk çevresindeki ve Akdeniz kıyılarının ötesinde­ki milyonlara ulaşacak şekilde Helen dilleri­ne çevrilmeliydi. Bu, Eski Ahit için daha ön­ceden İskenderiyeli Philo tarafından ve Yuhanna İncili'nde yapılmıştı. Geçerli ideoloji gnostisizm (ruhanî sırları bilmek iddiasında olan mezhep), hâkim kültür Helenizm'di. Her İkisi de Yunanlılar tarafından kurulan ilk yapı içinde Roma İmparatorluğunun vilayetlerine yayılmıştı. Metodoloji, kutsal metin olarak saygı duyulan kitabın eisegesis'i ya da kina­yeli sembollerle yorumunun yapılmasıydı. Bu, son Yunan düşünürleri tarafından zaten Yunan putperest dinlerinden bir anlam çıka­rılmaya çalışılırken daha önce yapılmıştı. Böylece İsa'nın dininin dönüşümü başladı {Conîra Julianum, X, Henry Bettenson, Documents ofthe Christian Church, sh. 29).

Görevin merkezi, reformun hedefi olan Filis­tin'den ve Yahudilerden, kölelerin ve yurtla­rından sökülmüş insan yığınlarının yaşadığı Roma İmparatorluğunun yerleşim merkezle­rine kaydı. Dil de, Ârâmice'den Yunanca'ya dönüştü ve onunla birlikte dilde birikmiş olan düşünce temelleri de değişti. Reformun içe dönük oluşunun önemi korundu. Fakat Al­lah'a ibadet etmeyi gerektiren ilk şart olmak yerine artık fiilen kurtuluşun sembolü oldu. İnancın muhtevası da aynı şekilde genişletil­di. AUah bunun merkezi olarak kaldı. Fakat, bununla birlikte O'na İsa'nın vücut bulması, insanların günahı ve kefareti için İsa'nın ölü­mü, yeniden dirilmesi ve düşmanlarına karşı zafer kazanması ve kutsal teslisin üçüncü ki­şisi olarak Kutsal Ruh'a sahip olması inançla­rı da eklendi. Allah tarafından emredilen işle­ri yapma mükellefiyeti böyle sonuçlan olma­sa bile yeterli olduğu söylenen inancın sonuç­ları olarak yerinde kaldı. Bu "işlere" değerler olarak iftira edilmesi, dinî ayinlerin ve onları yönetmek için bir de rahiplik müessesesinin ortaya çıkması ile deyam etti. Düşman oldu­ğu için devlet, Şeytan işi olarak lanetlendi. Hıristiyanların ona hiçbir sadakat borcu yok­tu, fakat vergilerinin ve otoritesinin yükü al­tında İsa'nın ikinci kez gelmesini, bu acıyı so­na erdirmesini ve düşmanları altetmesini bek­liyorlardı.

Hıristiyanlığın bu dönüşümü John ve Pavlus tarafından gerçekleştirildi. Fakat tek sebep bu değildi. Merkezî otoritenin yokluğunda Hıris­tiyan misyonerlerinin dağıttığı ya da gönder­diği risalelerin dinî öğütlerini temel alarak kasabalarda birbiri ardınca kiliseler kuruldu. Her kilise, inancının tabiatı ve doktrini de dahil olmak üzere bütün konularda yalnız kendi unsurlanna bağlı ve müstakildi. Böyle­ce her biri kendi ruhuna ve belirleyicilerine bağlı olarak gelişen birçok "Hıristiyanlık" çe­şidi ortaya çıktı. Hepsi misyoner ruhlu oldu­ğu için -oysa İsa'nın kendisi Yahudi partiku-larizmini reddetti- kiliselerin çoğalması ve birbirleriyle Hıristiyanlığın ne olup ne olma­dığı konusunda tartışmalara girerek karışık­lıklara sebep olmaları kaçınılmazdı.

Böylece bütün Doğu Akdeniz'e yayılmış bu kiliseler tarafından savunulan üç ana düşünce akımı ortaya çıktı. Ne yazık ki, bu kabul edil­miş düşüncelere yapılan itirazlar, afaroz, zu­lüm ve bazen açık katliâmlarla, bize, bu kili­selerin ve liderlerinin -düşmanlarının hafıza-larındaki izler hariç- hiçbir izini bırakmadı. Roma kilisesi, İsa'nın bütün kiliseleri üzerin­de bir mevki elde etmek için mücadele ver­mekteydi. En sonunda bu mevkiyİ ele geçir­diğinde, diğer bütün kiliseleri doktrinine ve geleneklerine adapte olmaya zorlayarak yok etti. Kiliseler arasında insan fıtratı, günah ve sevap; kilise, yönetim ve dinî ayinler; veya Roma kilisesinin otoritesi hakkında birçok çekişme devam etmekteydi. Fakat en Önemli tartışma İsa'nın tabiatı üzerindeydi. Bunlar, sonuçları Hıristiyan düşüncesini ve pratiğini her açıdan etkilediği için en belirleyici olan­lardı.

İlk ve en eski çekişme İsa'nın Sâmî geçmişin­den kaynaklandı. Bağlıları İsa'ya, Yahudileri o kötü hallerinden kurtarmak için gönderil­miş bir İsa ya da Mesih olarak inandılar. Fa­kat o insandı. Görevini gerçek dini öğretmek ve güzel bir örnek ortaya koymak suretiyle gerçekleştirmeliydi. Görevi, önceki peygam­berler gibi, yerine getirildiğinde dertlere ve acılara bir şifa olan ilâhî mesajı nakletmekti. İlk yüzyılda bu, İsa'yı duyan veya ona inanan ve ilk Hıristiyan Filistin kiliselerini kuran Yahudilerin tamamı ya da çoğunun görüşü olmalıydı. Bu aynı zamanda İsa'nın gerçekten insan olduğunu öğreten Cerinthus'un da (100) görüşüydü. Mesajı getirdikten sonra, İsa onu yaydı ve diğer insanlar gibi öldü (Irenaeus, Contra Heresies, I).

Hıristiyanlığın bu ilk görüşü, diğerleri kadar Yahudiler arasında da yeni taraftarlar kazan­dığı Roma imparatorluğu boyunca Yahudiler­le birlikte ilerlemiş olmalıydı. Bunlardan ba­zıları kendilerini Ebionitler olarak adlandırdılar ve bütün güçlerini kendilerini temizleme­ye ve ibadete adayarak, hayat tarzı olarak fa­kirliği seçtiler. İsa'yı Allah'tan aldığı mesajla bir insan ve bir peygamber olarak dikkate alarak İsa'nın derûnilik dersini en iyi şekilde Öğrendiler. Bunlar Hıristiyanlıktaki manastır hayatının ve din uğruna dünyayı feda eden hayat biçiminin ilk örnekleri olarak değerlen­dirilebilirler (A. Harnack, History of Dogma, c. I, sh. 289). Roma'da ikinci yüzyıl ortala­rında Roma piskoposu Pius'un erkek kardeşi Hermas, bu görüşü klasik hâle getiren "Ço­ban" başlıklı bir makale yazdı (The Shepherd of Hermas, Ante-Nicene Fathers, c. II). Bu görüşün diğer sembolü de Samosata'lı Pav-Ius'du. (3. yüzyıl) Bağlıları Pavlusisyenler, İmparatoriçe Teodora'nın ordularını Ermenis­tan'a onları yok etmeye yolladığı dokuzuncu yüzyıla kadar varlıklarını sürdürdüler.

Hıristiyanlığın ikinci görüşü İskenderiye'de doğmuştur. Bu görüş Yahudilerin insanı içe döndüren mesiyanizmi ve gnostisizm arasın­da özel bir sentezin çıkışıdır. Yaradılışın, tü­mü ruh olan ezelî ve ebedî Mutlak olan Bir'den, maddeye bağımlı rölatif çokluğa doğru inen bir değişim olduğu varsayılarak, gnostisizm kurtuluşu ruhun hapishanesinden hürriyetine kavuşması ve ilk kaynağına geri dönüşü olarak görmüştür. Madde, ruhtan uzaklığı ve karşıtlığı nedeniyle kötü kabul edildiğinden, dünyayı ve hayatı inkâr eden gnostisizm, Yahudi umutsuzluğu ve ölümden sonraki hayat inancıyla aynı hâle geldi. Ruh­taki bu tür ilerlemeler yalnızca ölümle ger­çekleşirdi. Hayatta ise buna, insan ruhunun her türlü maddî bağdan ve diğer yaratıklardan kendini uzaklaştırıp, münzevî bir yaşantı içinde murakebe ve tefekkürle, Mutlak olanın varlığıyla aydınlandığı marifetle ulaşılmalı­dır. İşte bu; kurtulmayı gerçekleştiren işlem, yani tefekkürdü.

Mutlak olan, kendi başına tamamen ruh oldu­ğu için sadece düşünebilirdi. Ayrıca, başlan­gıçta var olan yalnız kendisi olduğundan dü­şündüğü yine yalnız kendisiydi, O düşündükçe başka bir logos ya da akıl ondan hâsıl oldu ve bundan da üçüncüsü meydana çıktı. So­nuçta toplam dokuz logoi oluştu. Bunların içinde akıllar ya da semavî ışıkların (Ennead) her biri diğerinden yayıldı ve kâinatı yaratan aktif akim meydana çıkmasını mümkün kıldı. O halde düşünce kozmik bir aktivitedir. O, yaratılışı meydana getiren süreç ve bu sürecin korunmasıyla eş anlamdadır. Sürecin korun­ması ise nesnelerin asıllarına dönebilmeleriy-le aşağı doğru süreç gerçekleşir. Nesnenin as­lına dönmesi insanlar tarafından gerçekleşti­rilebilmesi kurtuluş demektir. Allah'ın, yani Mutlak olanın yaptıkları böylece şu şekilde tarif edilebilir: Mutlak'la özleri bir olduğu için Allah kadar ilâhî olan logos ya da Al­lah'ın sözü, bu aşağı doğru hareketin yaratıcı ilkesidir. Yukarıya doğru hareket, yani insan düşüncesi de bunu karşıladığı için o, aynı za­manda koruyucu ilkedir. Neoplatinizmin bu karmaşık dili, gizemli dinlerin mensupların­dan ödünç alınarak revaçtaki Yunan terimle­rine çevrilmiş ve Hırİstiyanlaştırılmıştır. İsa, kendisi için dünya yaratılan, Allah'ın kelimesi idi. Ortaya çıkması ve verdiği dersler kur­tuluşun yolunu gösterdi. Maddenin varlığı yüzünden Allah'ın bilgisini kaybeden insanı yine Allah'ın sözünün bilgisi olmadan ne baş­ka bir kurtuluş yolu mevcuttu ne de böyle bir yol varolabilirdi. Bu Hıristiyanlığı şevkle sa­vunan bir kişi hatta İsa'nın logos'a, akla ve mantığa eşit olduğunu söyleyebilirdi. Öyle ki, aklını çalıştıran herkes Hıristiyandır ve kurtulur. Sokrates de işte bu tür zekânın, yani Hıristiyan kurtuluşunun bir örneğidir (Justun Martyr, Appology, I).

Neoplatonizmin [Neo-Platonism: Üçüncü yüzyılda Eflatunun fikirleriyle doğunun mis­tik düşünüşlerinin kaynaşmasından meydana gelmiş felsefe sistemi] ortaya çıkardığı Hıris­tiyan kiliseleri pek çoktu. Bununla birlikte, Roma kilisesinin büyüyen gücü eninde so­nunda onların hepsinin doktrinlerine karşı çı­kacak, afaroz edecek ve yerine geçecekti. Varlıkları boyunca, bu kiliselerin yüksek zihnî kabiliyetleri, gizemli dinlerin avami fikirleriyle birleştirmelerine kesinlikle izin ve­rilmedi. Dosetizmin mensupları olarak onlar, Mutlak ya dâ Allah olan "Baba"nın ilâhî İsa'sının acı çekemeyeceğine ve asla ölemeyeceğine inandılar. Sonuçta, tarihteki İsa yal­nızca bir fantaziydi. İlâhî ve kurtarıcı mesajı örtmek için uydurulmuş bir görüntüydü. Ce-rintus, Saturninus (120) ve Basilides (130), cennete "geri dönen" İsa'nın yerine bir başka­sının .çarmıha gerildiğini anlatırlar. Marcion (160), Eski Ahit'in bozulduğu iddiasıyla aynı görüşü takip eder, çünkü Eski Ahit'in tanrısı "günahkârlığın bir işçisi, savaşlardan mem­nun olan, yargıda kararsız ve kendisiyle çeli­şen" bir tanrıdır (Bettenson, Documents, sh. 53). Monarşizm unvanını lâyık gördükleri Allah'ın mutlak birliğini hepsi etkili ifadeler­le tasdik ettiler. Muarızlanyla birleştikleri en uzak nokta, teslisin Mutlak olanın üç tezahü­ründen başka bir şey olmadığını söyleyen ka­buldü, "Baba, Oğul, Ruhu'l-Kudüs aynı ve bir varlıklardır, üç isim tek özde toplanır . . . Güneş gibi: O tek özdür, fakat üç tezahürü vardır, ışık, ısı, ve kendi küresi." (a.g.e.,s h. 54) Teslisin bu açıklaması, 3. yüzyıl başları­nın teologu Sabellius tarafından savunuldu ve onun adıyla isimlendirildi (a.g.e.). Hiçbiri İsa'nın tanrı olduğundan kuşkulanmadı, hiç biri de İsa ile tarihteki, dünyalı, insan İsa'yı anlamadı. İsa Allah'ın kelimesi (logos'u ya da meramı) idi. Sonuçta şu sonuca vardılar: "Al­lah her zaman vardır; Oğul da her zaman var­dır; Oğul, Allah'ın kendisinden var olur . . . [Oğul] doğurulmamıştır . .. babası yoktur . . . [hatta] düşünceyle de doğurulmamıştır . . . Allah Oğul'dan önce." (Bettenson, Docu­ments, sh. 55). Arius kendi adını taşıyan bir mukayese ile -iddiasını daha da ileri götürdü. Ona göre İsa'nın bir babası olması fikri kendi içinde çelişkiliydi, çünkü baba, çocuktan oluşça ve zamanca daha önce olmalıydı (Bet­tenson, Documents, sh. 56).

Arianİzm, gnostisizmin bir türü olarak Hıris­tiyan âlemine yüzyıllar boyunca neredeyse mütehakkim oldu. Fakat, Bizans kraliyetin­den kişilerle Roma Kilisesinin üyeleri gibi bazı üst seviyede ilgilerin birbirleriyle çakış­ması, zamanla Roma'nın İsa'nın insan olduğu kadar aynı zamanda Tanrı olduğu, başkaları­nın günahına kefaret olarak acı içinde öldüğü ve bundan üç gün sonra zaferle ortaya çıktığı iddialarına "hayır" diyen kiliselerin yok edil­mesine sebep oldu.

Roma Kilise'sinin bu görüşü, diğer iki görü­şün yerini alan üçüncüsüydü. Bu görüş dokt­rinleri için gerekli otoriteyi Yuhanna İncilin­de ve Pavlus'un hikâyelerinde, daha açıkla­malı hâlini ise havarilerden İgnatius (107) ve Athanasıus (373)'un yazılarında buldu.(50) İrlanda'lı bir keşiş olan Pelagius (400) ve öğ­rencisi Ceİestius'Ia tartışarak ona son şeklini veren de Augustine'di . Pelagius ve Celestius insanın masumluğunu ve ilâhî lütuf olmadan iyiye ulaşabileceğini iddia ediyorlardı. Şu açıktı ki zorunlu günah olmadan -ve böylelik­le ilâhî bir müdahaleye de gerek kalmayaca­ğından- Hıristiyanlar İsa'nın ilâhîliğini ve gü­naha kefaret olması için ölmesini ileri süre­meyeceklerdi. İşte bu, Augustine'in biraz du­rakladıktan sonra Pavlus'un Hıristiyanlığım savunmasının ve Pelagius'a karşı Hıristiyan inancının tarihindeki en şiddetli atağı başlat­masının sebebiydi.

Bununla birlikte, Roma görüşünün zaferi hiç kolay olmadı. Yüzyıllar boyunca Bizans İm­paratorluk idaresi, Roma Kilisesİ'nin arkasın­da yer aldı ve görüşünü insanlara sürekli em­poze etti. İznik Konsülü (325) Pavlus inan­cıyla gnostik unsurları da birleştiren, insanla­rın kabul etmesinin çok güç olduğu bir itikat ortaya çıkardı. Daha sonra ise Konstantino-polis (İstanbul) Konsülünde 381 ve 451'de de Kadıköy'de "Yeni Roma" diye adlandırılan İstanbul Kilisesi tarafından Roma Kilisesİ'nin otoritesine meydan okundu. Kiliselerin Roma tipine çevrilmesi ise en azından dış görünüşte devam etmekteydi. Fakat, Semitik bir eğilime sahip olan Hıristiyanlar ne teslise, ne nesil­den nesile geçen günaha, ne İsa'nın buna ke­faret olarak acı çektiğine, ne ölerek kurtulun-duğuna ve ne de Roma Kilisesİ'nin tartışmasız otoritesine kendilerini inandırabiliyorlar-di. Roma Kilisesi'ne bağlılıklarını teyit eder­lerken kendi eski çağ inançlarıyla gizliden gizliye ilgilenmeye devam ettiler.

Arabistan'da Hıristiyanlık: Bereketli Hilâl'in batı yakasında ve Afrika'daki insanların çoğu zamanla Hıristiyan oldular. Çölün he­men kıyısında yaşayan kuzey kabileleri de onlara katıldılar. Mezopotamya'da İse Hıristi­yanlığa dönenlerin sayısı az olmakla beraber, göçler sebebiyle Hıristiyan sayısı yine de faz­laydı. Bizans zulmünden kaçan binlerce Hı­ristiyan, zâlimlerin onlara yetişemeyeceği çöl kenarlarına ya da çölü geçerek İran İmpara-torluğu'na sığındılar. Bilgili ve tecrübeli ol­dukları İçin İranlılar onları memnunlukla kar­şıladılar. Kabul edilmiş doktrinlerin karşısın­da olan keşişler eski öğretim geleneğinin taşı­yıcılarıydılar. Bu doktrinin lanetlenmesi (Ati­na Akademisi ve imparatorluktaki bütün fel­sefe okullarının Jüstinyen'in emriyle M.Ö. 529'da kapatılması) bu okulların öğrencilerim sığınmak üzere çöle ya da İran İmparatorluğu'na gitmeye zorlamıştı. Edesse, Cundİşa-pur, Basra ve diğer yerleşim merkezlerinde sürgün Hıristiyan kolonileri özgür ve Roma-dışı Hıristiyanlığın kalkanı altında Yunan öğ­retisini zenginleştirdiler ve yaşattılar.

Arap Yanmadası'nda herhangi bir Hıristiyan varlığı çok azdı. Bizans, Yanmada Araplarıyla tacirler ya da Uzak Doğu ve Afrika'dan mal taşıyan kişiler olarak ilgi gösteriyordu. Bizans'ın misyonerlik ruhu güçsüz ve cansız­dı ve her açıdan merkezi doğu değil, Akdeniz ve Avrupa'ydı. Bazı Arap kabileleri (Gassan, Benî Tağlİb, Lahm) birtakım Hıristiyanlara güvendiler ve bazıları şeflerini Hıristiy anlar­dan seçti. Bunların hepsi de Arabistan Yarı­madası ve Bizans arasındaki, ya da Arabistan ve İran arasındaki sınırdaydılar. İki büyük güç onlarla ya sınır bölgelerini koruyan tam­pon bölgeler, ya da İran'ın düşmanları da olan zâlimlerden nefret eden sanat ve ilimde başa­rılı mülteciler olarak ilgileniyorlardı. Güney­doğu Ürdün'deki bir Nabatî kabilesinden olan bir Arap Hıristiyanı Yemen'e köle olarak ge­tirildi ve inancını kendisiyle konuşanlara ka­bul ettirmeyi başardı. Adı, İslâm tarihi eserle­rinde Yakub el-Sarruc olarak geçen bu şahsın inancı bir ihtimal Hıristiyanlığın monofizit mezhebiydi (Philip Hitti, History of the Arabs, sh. 61).

Arabistan Hıristiyanları bütün bölge üzerinde esen siyasî rüzgârlardan kendilerini uzak tu­tamadılar. Bizans'ı üzerlerinde bir patron ola­rak gördükleri ve bundan kurtulmanın bir yo­lunu aradıkları için İran İmparatorluğu'nu müdahale etmeye çağırdılar. Bu sonuncusu, Yemen Yahudilerini Hıristiyanların düşmanı ilân etti. Hıristiyan zulmü, 523 yılında, Himyer'in Yahudi kralı Zû Nuvâs komutasında gerçekleşti. Bu zülüm Yarımadanın her ye­rinde kötü bir hâtıra bıraktı. Sözkonusu hâdiseye Kur'ân'da işaret edilmektedir ["Öl­dürüldü; hendeğin (içine atılan) adamla­rı...(içine attıkları) mü'minlere yaptıklarını seyrediyorlardı." (85: 4,7). Yahudi dinine dönmeyen Necran Hıristiy anlarını ateş dolu hendeklere atıp yakmış ve onların cayır cayır yanmalarını seyretmişlerdi]. I. Justinyen bu­nu duyunca Yemen'e kısmen Hıristiyanların öcünü almak, kısmen de ticaret yollarını Bi­zans adına zaptetmek için bir sefer düzenlen­mesini emretti. Habeşliler Yemen'de kısa bir zafer kazandılar ve başkent Sana'da bir kated­ral inşa ettiler. İkinci amaçlarının Mekke'ye boyun eğdirmeden gerçekleşmeyeceğini an­layınca, orayı da almak üzere harekete geçti­ler, fakat bozguna uğradılar. Peygamber'ın da doğum yılı olan bu 570 yılında Mekkeli-ler, işgalci Habeşlİlerin ordusunda filleri de gördükleri için bu yıl aynı zamanda "fil yılı" olarak da anılır (Fil sûresi).

Bereketli Hilâlin batı yakasının Hıristiyan sakinleri, Yarımada'nın Hıristiyanları gibi birçoğu Roma doktrinine ters düşen kendi ge­leneklerine bağlı kaldılar. Bölge, İsa'nın Tan­rılığı ve insanlığını, iki tabiat (Apollinarîlik, Nesturîlik, Evtikhiyanizm, Monofizitizm, Monotelitizm) arasındaki ilişkileri, insan, günah ve kurtuluşun (Pelagianizm) tabiatını, Kilise'nin otoritesi ve Roma'nın kutsal görü­şünü (Montanizm, Donatizm) ve tasvirlerin meşruiyetini (azizlerin resimlerini parçalama) tartışarak "dalâlet" içinde sürüklenmeye de­vam etti. İslâm kapılarım çaldığında, çağrısı­nı memnuniyetle kabul etmeye hazırdılar ve hepsi birden müslüman oldular. Sadece bo­yunduruğunu kırmak istedikleri zâlim ve em­peryalist Bizans siyaseti tarafından değil, Ro­ma doktrininin zoraki üstünlüğüyle kendini gösteren aşikâr dinî sömürgecilik tarafından da gücendirilmişlerdi. İslâm'ın Hz. İsa'nın peygamberliğini ve insanlığını onaylaması ve diğer peygamberlere yaptığı gibi ondan da saygı dolu bir dille bahsetmesi de geri kalan yolu katetmelerini sağladı.

İslâm'a giren doğu Hıristiyanları, daha sonra İslâm medeniyetini zenginleştirecek olan fi­kirleri, sanatları ve geleneklerini de beraber­lerinde getirdiler. Batılı yazarlar doğu kili­selerini sık sık gericilikleri, bilgiçlik taslama­ları ve geç anlayışları yüzünden suçlarlar. İslâm'ın zaferlerinin sânını azaltmak için, bu kiliseler ile Bizans için; çürük, beceriksiz, ve İslâm sahneye çıktığında da düşüşe hazır ifa­delerini kullanırlar. Gerçek şudur ki, İslâm ortaya çıktığında; Bizans Hıristiyanlığının gericiliği, bilgiçlik taslaması ve geç kavrayışı Hıristiyan âleminin tamamı için eşit derecede doğruydu. İslâm, sınırları içine kattığı bölge­lerdeki Hıristiyanlığı küçük tartışmalardan ve bâtıl itikatların doktrinlerinden temizleyerek değiştirdi. İslâm geldikten sonra, Hıristiyan­ların yetenekleri ve enerjileri İslâm kültür ve medeniyetine doğru aktı. İslâm hâkimiyeti al­tında, Bereketli Hilâl ruhu, kendisini tekrar keşfetti ve eski çağlardaki Mezopotamya mi­rasını yeniden kabul etti. Bir taraftan Yunan­lılar ve Romalılar, diğer taraftan da İranlılar tarafından geçici bir süre için (yaklaşık 1000 yıl!) kendi kimliklerinden uzaklaştırılmışlar­dı. Birincisi, ilk önce tabiatçılığını ve putpe­restliğini, ve daha sonra da İsa'nın dininin de­ğiştirilmiş teslisçi, kurtuluşçu bir görüşünü zorla kabul ettirmişti. Diğeri ise dualizmini ve kast sistemini empoze etmişti. İslâmın hızı ile ikisi de sarsıldı; Bereketli Hilâl Arapları, Yanmada Araplarıyla Semitik medeniyeti tekrar kurmak için bîr araya geldiler.