- Hıristiyanlarla ilişkiler

Adsense kodları


Hıristiyanlarla ilişkiler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Fri 14 January 2011, 01:04 pm GMT +0200
Hıristiyanlarla İlişkiler


1015. İslâm’ın beşiği durumundaki Mekke’de bir zamanlar putperest bir inanç sistemi egemendi. Hıristiyanlara burada pek az rastlanırdı. Asıl eğitimini muhtemelen Suriye’de “papazların yanında” tamamlamış olan ve anlaşıldığına göre Arapça yazılmış bazı İncil el yazmalarına da sahip bulunan Varaka ibn Nevfel dışında, buradaki Hıristiyanların hepsi köle idi.1344

1016. İbn İshâk tarafından nakledilen oldukça müphem bir hadise göre,1345 Hicretten önce Mekke’ye yirmi kadar üyeden oluşan bir Hıristiyan heyeti gelerek Resûlullah (AS)’ı ziyaret etmişti. Bunlar Kur’ân’dan bazı ayetlerin tilâvetini dinledikten sonra İslâm’ı kabul etmişlerdir. Eldeki bazı verilere göre,1346 gemi tayfası anlamına gelen ve muhtemelen efsanevi yolculukları1347 sebebiyle kendisine Dârî lâkabı verilen Hıristiyan Temîm ed-Dârî de aynı şekilde Hicretten önce İslam’a girmiş ve şayet gerçekleşirse (in eventum) Filistin’de bulunan Habrûn vb. köyleri kendisine tımar olarak bağışlamasını Muhammed (AS)’dan rica etmişti.

1017. Medine’de, Ebû Âmir er-Râhib1348 adında, Resûlullah (AS)’ın kendisine Fâsık (sefih, ahlâksız) adını verdiği bir Hıristiyan keşiş vardı. Resûlullah’ın buraya Hicret etmesi üzerine Medine’yi terk etmiş ve Mekke’ye yerleşerek, çevresine topladığı bir rivayete göre on beş, başka bir rivayete göre elli kadar adamıyla aktif bir şekilde Uhud savaşına katılmıştı. Belki bu taraftarları da Hıristiyandı.

1018. Bizans, Gassân, Eyle, Dûmet’ul-Cendel ve Tay kabilesi Hıristiyanlarıyla olan ilişkilere daha önce değinmiştik. Hıristiyanların sayıca en çok olduğu tek kabile ise Yemen bölgesindeki Necrân’da yaşayan ve Mazhiclerin alt kolu durumundaki Belhârisler (Benû’l-Hâris ibn Ka’b) idi.

Necrân

1019. Necrân vadisi bereketli topraklarıyla meşhurdur. Strabon ve Pline adlı tarihçilere göre Roma İmparatoru Aelius Gallus (251-253) bu şehri savaşarak ele geçirmiş ve daha sonra onu yerle bir etmiştir. Meşhur Namâra kitabesinde bu olaydan söz edilmektedir. Kıtalar arası ticaret kervanlarının yolları üzerinde kurulu şehir oldukça zengindi ve gelişmiş bir dokuma ve dericilik sanayiine sahipti. Resûlullah (AS) döneminde de dokuma sanayii bu bölgede gelişmişliğini sürdürmekteydi. Yahudi Kralı Zû Nuvâs, Necrânlı Hıristiyanlara çok büyük işkenceler yaparak büyük ateş çukurları açtırmış ve bu insanları diri diri ateşe attırmıştı. Bu olayın acıklı hatırası Kur’ân’da konu edilmiştir (bk. Ashab-ı Uhdûd).1349 Günümüzde buraları ziyaret eden kimselerin verdikleri bilgilere göre, Medinet’ul-Uhdûd (Çukurlar Şehri)’un ve Halife Ömer’in bu Hıristiyanlık şehitleri anısına yaptırdığı mescidin harabeleri ibret verici anıtlar olarak ayaktadır. İbn İshâk da Yahudi hâkimiyetinden sonra Hıristiyanlığın Yemen’e tekrar nasıl geldiğinden ve el-Uhdûd’da yakılarak şehit edilen Hıristiyanlardan uzun uzun bahseder (bk. İbn Hişâm, s. 20 vd.).

1020. İmparator Justinyen’in (527-565) imparatorluk sınırları dahilindeki sapık Hıristiyanlara karşı başlattığı işkence ve zulüm sırasında, çok sayıda Monofizit1350 Hıristiyan Necrân’a sığınmıştı.1351 Ancak çok sonraki dönemlerde Bizans İmparatorları bu bölgede birçok kilise inşâ ettirdiler ve buranın piskoposuna zengin armağanlar sundular (Bu piskopos aslen Kuzey Arabistan’daki Bekr ibn Vâ’il kabilesindendi).1352 Bu duruma bakarak bütün Necrân vadisinin ya da Belhâris’in bütün kollarının Hıristiyanlığı kabul ettiği sanılmamalıdır. Resûlullah (AS)’ın Belhâris kabilesinin Müslüman olan çeşitli başkanlarına verdiği birçok fermanda, onları putperest olan yani sapık inançlarından henüz vazgeçmemiş akrabalarıyla ilişkilerini kesmelerini istemesinde bunu açıkça görürüz. Ancak bu fermanlarda Hıristiyan akrabalara bir göndermede bulunulmamaktadır. Dahası, Necrân Hıristiyanları Resûlullah (AS) ile bir anlaşma imzalamış olmalarına rağmen, biraz ilerde de göstereceğimiz gibi, Muhammed (AS), Allah’ın Kılıcı Hâlid ve Ali’nin komutasında, Hıristiyanlarla barış anlaşması yaptıkları dönemden çok önce ve onlarla hiçbir ilgisi olmayan bir konuda, Belhâris’lere karşı iki askerî sefer düzenlemiştir.1353

1021. Elimizde Resûlullah (AS)’a ait şöyle bir mektup metni bulunmaktadır:

           “Muhammed’den Necrân piskoposlarına: İbrahim, İshâk ve Yakûb’un Allah’ının adıyla! Gerçekten ben sizi yaratılmışların dışında bir varlığa, Allah’a kulluk ve ibadette bulunmaya davet ediyorum ve sizi yaratılmışlarla yapılmış olan ittifak anlaşmalarının ötesinde, Allah ile ittifak yapmaya çağırıyorum. Bu durumda, eğer reddedecek olursanız, cizye gelir; cizyeyi de reddedecek olursanız, size savaş ilan ederim. Ve’s-selâm!”

1022. İlâhi Tebliğ konusundaki bu yazışmanın öncesinde neler yaşandığını bilmiyoruz. Zuhrî’nin verdiği bilgiye göre,1354 İslâm Devleti’nin tebaası olarak cizye vergisini ilk ödeyenler Necrânlılar olmuştur. Bilindiği gibi Eyle ahalisi bu hukukî rejime Tebûk seferinin düzenlendiği H. 9 yılı Recep ayında tabi olmuştur. Bu durumda, Necrânlıların, bu tarihten önce söz konusu rejimi kabul etmiş olması gerekir. Yukarıda alıntı yaptığımız mektup da, Necrân’la yapılan barış anlaşmasından önceye ait olmalıdır. O halde bu mektubu H. 8 ila 9 yılları arasına tarihlendirebiliriz. Hatırlatalım ki Bahreynli Yahudiler de aynı şekilde Tebûk seferine çıkmadan önce cizye vergisi ödemeyi kabul etmişlerdi. Durum ne olursa olsun, sonuçta Necrânlı Hıristiyanlar, Midras’larının (okul ve mahkeme) başkanı ve piskoposları durumundaki Ebû Hârise ibn Alkame, onun naibi Abdu’l-Mesîh ve kervan başkanı el-Eylem’in idaresinde altmış kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler. Kaynağımız bu konuda birçok ayrıntılı bilgi verir:1355 Onların giysileri ve develeri Medinelileri çok etkilemişti; öğleden sonra geç saatlerde, Mescid-i Nebevî’de Muhammed (AS)’ın huzuruna çıktılar. Daha sonra kendilerine has ibâdetlerini yerine getirmek istediler; bu amaçla Resûlullah (AS) dışarı çıkıp Mescid’i onlara bıraktı: “İbâdetleri sırasında doğuya yöneldiler. Bunlar krallarının dini olan Hıristiyanlık inancına sahiptiler, sadece tutum ve davranışlarında biraz farklılık vardı” (metinde geçen ifade aynen böyle). Muhtemelen bazıları Melkî, diğerleri ise başka mezheptendi. Doğal olarak Hıristiyanlık ve İslâmiyet’le ilgili uzun tartışmalar cereyan etti. Ancak, nedendir bilinmez, bu tartışmalara Yahudiler de katıldılar ve bir ara tartışma Hıristiyanlarla Yahudiler arasında kavgaya dönüştü. “O sırada Muhammed (AS)’e, Kur’an’ın üçüncü suresinin seksenden fazla âyeti nazil olmuştu.” Gerçekten de bu surenin ilk 89 âyeti, Necrân’lı Hıristiyanlarla Resûlullah (AS) arasında cereyan eden tartışmaların canlı bir hatırasını içermektedir: Bu ayetlerde, İslâm dinindeki Hıristiyanlıkla ilgili bütün verileri bulmak mümkündür. Şimdi bu âyetleri çözümleyelim: Sûre, Allah’ın Hayy (Diri) ve Kayyûm (herşeyi elinde bulunduran) olduğunu açıklamakta ve böylece hiç kuşkusuz İsâ’nın Allah olduğu ve buna rağmen çarmıha gerilerek öldürüldüğü yolunda Hıristiyanların beslediği inanca göndermede bulunmaktadır. Ertesi ayette ise, Muhammed (AS)’e indirilen Kitab’ın, Pentatök (Tevrat) ve İncil’in tasdik edilmesinden başka bir şey olmadığı, ayrıca Allah’ın Tek ve Mutlak Kudret sahibi olduğu belirtilmektedir. Daha sonra şöyle bir ifade göze çarpar:

           “(Ey Resûlüm!) De ki: -Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

           De ki: “Allah’a ve Resûlüne itaat edin!” Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.

           Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.”(Âl-i İmrân: 3/31-34)

           (İmran, Musa Peygamber’in babasıydı.) Bundan sonra Kur’ân İsa’nın annesi Meryem’den, onun doğumundan itibaren İmrân ailesine evlâtlık olarak alındığından ve nihayet İsa’nın mucizevî doğumundan bahseder.

           “O, salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleri ile) konuşacak… Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğretecek. O, İsrail Oğullarına bir elçi olacak” (Âl-i İmrân: 3/46-49).

           Belki de bu son âyetleri, İsâ’nın çevresindeki yakın arkadaş ve talebelerini (Havâriler), getirdiği dini inancı insanlara anlatıp yaymaları için etrafa gönderirken onlara “sadece İsrail’in evinin (soy ve ailesinin) kaybolmuş koyunlarıyla ilgilenmeleri” (Matta, 10: 6) şeklinde verdiği talimata bir gönderme olarak algılamamız gerekmektedir. Kur’an, bir annesi bile olmayan Âdem ile İsa’yı birbiri ile mukayese etmektedir. Buna göre Adem’in yaradılışı İsâ’nınkinden daha mucizevî, daha harikuladedir ve her iki olay da sadece Allah’ın Mutlak Kuvvet ve Kudret sahibi olduğuna tanıklık eder. Kur’an’ın şu ayetlerinde ileri sürülen tezin son kısmı pek önemlidir:

           “Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişip münakaşa edenlere de ki: Geliniz sizler ve bizler de dahil olmak üzere (hepimiz), siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim. Şüphesiz bu (İsa hakkında söylenenler), doğru haberlerdir. Allah’tan başka ilah yoktur. Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. Eğer yine yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları hakkıyla bilendir. De ki: Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlarız! deyiniz.”

1023. Kur’an’da açıkça ortaya konulan bu ültimatom (yalancıların herkes tarafından lanetlenmesi için yapılan bu meydan okuma) üzerine Necrân heyeti kendi aralarında görüşüp istişare etmek üzere huzurdan çekildi. Daha sonra heyettekiler, önerilen bu ciddî metoda karşı bir fikir beyan etmeyip, sadece siyasî bağlılık şeklinde bir barış anlaşması yapmaya karar verdiler. Muhammed (AS) de buna razı olarak aşağıda metnini verdiğimiz anlaşmayı kaleme aldırdı. Daha sonra heyet mensupları Muhammed (AS)’den, kendi aralarında çıkan parasal ve mali ihtilafları hakem sıfatıyla çözmek üzere bir Müslümanı görevlendirmesini istediler. Resûlullah (AS), Ebû ‘Ubeyde’yi bu işle görevlendirdi ve kendisine ihtilâfları daima hukuka uygun bir biçimde halletmesi talimatını verdi. Necrânlılarla varılan anlaşmanın metni şöyledir:

           “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

           Bu, Resûlullah Muhammed (AS) in üzerinde yetkili kılındığı Necrân ahalisi adına, bütün meyve (mahsulleri), bütün sarı ve beyaz (altın ve gümüş para), bütün köleler konusunda yazıp tespit ettiği bir belgedir. Kendisi cömertlik göstererek, bütün bunları, 1.000 tanesi her yılın Recep ayında, diğer 1.000 tanesi ise her yılın Safer ayında teslim edilmek üzere (her biri bir ons [ûkiye] ağırlığında) 2.000 zırhlı elbise karşılığında onlara terk etmiştir. Ayrıca her zırhlı giysi başına bir ons (ûkiye) ağırlığında gümüş de verilecektir (diğer bir okuyuşa göre giysilerin her biri bir ons değerinde olacaktır). Belirlenen vergi (haraç) miktarının üzerinde ya da gümüş miktarından eksik olan kısım, hesaplama sırasında göz önünde bulundurulacaktır. Ayrıca, üzerlerinde taşıdıkları zırhlı giysi ya da at ve binek hayvanı (deve) gibi yanlarında götürdükleri her şey onların hesabına yazılacaktır. Gönderdiğim elçilerin, en çok bir ay (diğer bir okuyuşa göre yirmi gün) süreyle yedirilip içirilmesi ve ihtiyaçlarının sağlanması Necrânlılara aittir. Elçilerimin onların yanında kalma süresi bir ayı geçemez. Yemen’de bir suç işlenmesi ya da bir savaş çıkması halinde, onlar (NecrânIılar), (gönderdiğim elçilere) ödünç olarak 30 zırhlı gömlek, 30 at, 30 deve vereceklerdir. Elçilerime ödünç olarak verilen bu zırhlı gömleklerden, atlardan ve binitlerden diğer temin edilen şeylerden telef olup kaybolanlar, Necrânlılara geri verilmek üzere, bu elçilerimin zimmet ve sorumlulukları altındadır.

           Allah’ın himayesi ve Resûlullah Muhammed (AS)’ın zimmeti, onların gerek malları, gerek canları ve gerekse dini inançlarını yerine getirmeleri konusunda, hazır bulunanlarını ve bulunmayanlarını, ailelerini, mabetlerini, ve az ya da çok ellerinin altında bulunan her şeyi kapsayacak şekilde, Necrânlılar ve çevresindeki müttefikleri üzerine bir haktır. Hiç bir piskopos kendi dini görev yeri dışına, hiç bir keşiş, içinde yaşadığı manastırından başka bir yere, hiçbir papaz, görevli olduğu kilisenin dışına gönderilmeyecektir. Alınan borç paralar için hiç bir şekilde faiz söz konusu olmayıp, bu tâbi oluştan önceki Câhiliye dönemine ait kan davaları da kaldırılmıştır. Onlar hiçbir şekilde toplanıp bir araya getirilmeyecek ve öşür vergisine tâbi tutulmayacaklardır. Onların toprakları üzerine hiç bir askeri birlik ayak basmayacaktır. İçlerinden biri alacağını talep ettiğinde hakkaniyet ölçüleri içerisinde hareket edilecektir. Onlar ne zulmedenlerden, ne de kendileri zulme uğrayanlardan olacaklardır. Eğer içlerinden biri daha sonra faizli muamelere girecek olursa, benim himayemin dışında kalacaktır. Aralarından hiçbir kimse, bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan sorumlu tutulmayacaktır.

           Bu durumda, Necrânlılar iyi davranışlar sergiledikleri, üzerlerine düşen görevleri gereğince yerine getirip hiç bir zulümde bulunmadıkları sürece, Allah’ın bütün kuvvet ve kudretini göstereceği güne kadar, Allah’ın himâyesi ve Resûlullah Muhammed (AS)’ın koruyup gözetmesi bu belgenin içerdiği hususlar üzerinde olacaktır.

           Tanık olanlar: Ebû Sufyân ibn Harb, Gaylân ibn Amr, Mâlik ibn ‘Avf en-Nasrî, Akra’ ibn Hâbis el-Hanzelî ve el-Muğîre ibn Şu’be. Bu belgedeki hususlar ‘Abdullah ibn Ebî Bekr tarafından yazılmıştır.”1356

           Belâzurî’ye göre, iki yüzyıl kadar sonra Necrânlıların elinde bulunan anlaşma metninin bir nüshasında, katip olarak Ali ibn Ebû (aynen böyle) Tâlib’in adı görülmekteydi. Herhalde bu belge Abdullah tarafından çoğaltılarak Medine’de muhafaza edilmek üzere alıkonulmuştur. Ali tarafından yazılan diğer metin ise, kendilerinde kalması için Necrânlılara verilmiştir. Demek ki, her kopya üzerinde onu yazanın adı bulunmaktadır. Şahitler arasından üç kişinin Tâ’ifli, diğer ikisinden birinin Mekkeli, diğerinin ise Temim kabilesinden olması dikkat çekicidir. İşin içinde Temîmlilerin de bulunması, acaba ekonomik çıkarlar ve faiz yasağı ile açıklanabilir mi?

1025. Görüldüğü gibi, Necrânlılara mükemmel bir dîn ve vicdan özgürlüğü tanınmıştı. İster istemez faizi reddetmek zorunda kaldılar. Ancak, Resûlullah (AS) için pek büyük önem taşıyan bu ekonomik reforma onların sonradan karşı çıkmaları nedeniyle, Halife Ömer sonradan bunları Irak’a tehcîr etmiştir. Hıristiyan Necrânlıların sayısı her geçen gün İslâm lehine azalıyordu. Bu nedenle, onlardan alınan elbise vergisi miktarı, önce Halîfe Osman R.A., daha sonra da II. Ömer ve diğerleri tarafından yavaş yavaş azaltıldı. El-Cahşiyâri, Harun er-Reşîd zamanında yılda sadece iki yüz elbise mükellefi kalmış olduğunu söylemektedir.1357

1026/1. Resulullah (AS)’ın piskoposlar ile diğer Necrânlı Hıristiyan ahaliye hitaben gönderdiği bir mektup daha vardır:1358

           “Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

           Allah’ın Elçisi Muhammed’den piskopos Ebû’l-Hâris’e, Necrân’ın diğer piskoposlarına, onların papazlarına, onların yolundan gidenlere ve onların keşişlerine: Az ya da çok, ellerinin altında bulunan her şey, kiliseleri ve manastırları kendilerine aittir. Allah’ın ve Resulünün zimmeti de aynı şekilde (onlar üzerinedir). Hiçbir piskopos, piskoposluk görevini yaptığı yerden, hiç bir keşiş kendi manastırından ve hiçbir papaz de kendi kilisesinden alınıp bir başka yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku, ne de alışageldikleri örf ve âdetleri bir değişikliğe tâbi tutulacaktır. Samimi davranıp kendilerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirdikleri sürece, Allah’ın ve Resulünün zimmeti bunlar üzerine olacaktır.Ne kendileri zulme uğrayacaklar, ne de kendileri başkalarına zulmedeceklerdir. El-Muğîre tarafından yazılmıştır.”

1026/2. Bu olayın devamı niteliğinde İbn Sa’d’de (1/2, s. 85) yer alan şu anlatım da bizi hiç şaşırtmamaktadır: Necrân heyeti Resulullah (AS) ile barış görüşmelerini tamamladıktan sonra ülkesine döndü; ama çok geçmeden Başkanları ve Âkibleri (piskopos ya da naip) tekrar Medîne’ye gelerek Resulullah (AS)’ın huzurunda, İslâm’ı kabul ettiklerini açıkladılar. Peygamber onları Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yerleştirmiştir (çok anlamlı hatıraları olan bu ev hk. bk. yukarıda § 323).

1027. Bu arada, tarihi belgelerin sergilendiği Patrologia Orientalis1359 adlı eserde, tarihsel yanlışlıkların yanı sıra çok sayıda ilâve ve katıştırmalarla birlikte bu belgenin de yer aldığını hemen hatırlatalım.

1028. Bir kere daha belirtelim ki Ömer R.A., kendi halifeliği sırasında, Arabistan’da yaşayan ve dik başlılık ederek verdikleri sözü tutmayan bazı Yahudi ve Hıristiyanları İslâm Devleti’nin diğer bölgelerine tehcir etmiştir. Necrânlı Hıristiyanlar da bu kararname hükümlerine tabi tutulmuşlardır. Zira onlar, Resulullah (AS)’la yaptıkları anlaşmanın aksine, faizli işlemlerle uğraşmaya devam ediyorlardı. Onlara cömertçe tazminatlar ödenmiş ve kendilerine Irak’da üzerinde yine Necrân adlı bir şehir kurdukları geniş araziler verilmiştir. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla Necrân vadisindeki bütün Hıristiyanlar bu göç hareketine zorlanmamıştır; bu zorunlu iskân uygulaması, sadece faiz alıp verme suçu işleyen materyalist kapitalistlere uygulanmıştır. Zira tarihi kaynaklar, Hicretten sonra üçüncü yüzyılda bile Necrân’da hâlâ Hıristiyanların bulunduğundan bahsetmektedir. Necrânlı Hıristiyanların Halife Ömer tarafından tehcir edilmediğini söyleyen Müslüman coğrafya bilgini Bekrî1360 de muhtemelen aynı şeyi söylemek istiyordu.

Belhâris Kabilesinin Diğer Kolları

1029. H. 10 yılı başlarında Resulullah (AS), Allah’ın Kılıcı Hâlid’in kumandasında bir askerî birliği, onlarla herhangi bir savaşa tutuşmadan önce, üç gün boyunca kendilerini İslam’a girmeye davet etme göreviyle Necrân’a, Belhârislerin bir kolu olan Abd el-Mudânlara gönderdi.1361 Bu, uzlaşma yolu aramakla görevlendirilmiş bir cezalandırma harekâtıydı. Bir süre sonra komutan Hâlid, Resulullah (AS)’a bir mektup göndererek, söz konusu kabilelerin İslam’ı kabul ettiklerini bildirdi; Resulullah (AS) ise cevap niteliğindeki yazısında, diğer konularla birlikte şu uyarıda bulundu::

           “Allah kendi lütuf ve iradesiyle onları doğru yola iletti; öyleyse sen onların müjdecisi ve yol göstericisi ol ve sözü dinlenenlerden oluşturacağın bir heyeti de yanına alarak beni görmeye gel!”

           Medine’ye geldiklerinde Muhammed (AS)’ın onlara karşı takındığı tavırdan, bu kabilelerin daha önceleri baskın düzenlemek ve düşmanca hareketlerde bulunmaktan suçlu oldukları sonucunu çıkarıyoruz. Resulullah (AS) onların arasından başkan olarak Zu’l-Gussa ibn el-Huseyn’i tayin etti. Abd el-Mudânların heyeti bir süre Medine’de kaldıktan sonra (Şevval ayının sonlarına doğru) kendi yurtlarına döndüler. Yaşadıkları bölgenin valisi olarak Resulullah (AS), onlara ‘Amr ibn Hazm’ı göndermiştir. Onun, kendisine verdiği yazılı talimatlar oldukça ilginç bir belge niteliğindedir.1362 Oldukça uzun bu yazısında, Resulullah (AS), bir valinin adlî işler, insanların eğitim ve öğretimleri, vergilerin toplanması ve İslam inancıyla ilgili bilgi ve birikimlerin yayılması gibi işlerle uğraşması gerektiğine işaret etmekte, ayrıca kendi dinleri konusunda da olsa, gayrı müslim tebaaya karşı mükemmel bir hoşgörü örneği sergilenmesini öğütlemektedir. Ayrıca, valinin örf ve âdetlerin işleyişine nezâret etmesi, âdâba aykırı her türlü fiili önlemesi gerektiğine işaret etmektedir. İslam’a yeni girmiş bir ülke söz konusu olduğunda, bu bilgiler arasında gündelik dini hayatla ilgili ayrıntılara girilmekte, hattâ günlük beş vakit namazın saatlerinden bile bahsedilmektedir. Kısas uygulaması bu talimatlarda önemli bir değişikliğe uğramıştır: Bedene karşı işlenen ve yaralanmaya neden olan suçlar için maddî cezalar öngörülmüştür: Örneğin bir diş’in 5 deve, bir göz, bir kol veya bir ayağın 50 deve etmesi gibi.

1030. Bu kabile içinde siyasal bir birlik olmadığı görülmektedir. Bunu, Resulullah (AS)’ın Medine’ye gelen heyet mensuplarına beş farklı imtiyaz fermanı vermiş olmasından çıkarıyoruz. 1363 Bunun dışında, Resulullah (AS) tarafından aynı kabilenin farklı ailelerine verilmiş dört ayrı imtiyaz yazısı olduğunu da biliyoruz..1364 Ancak kaynaklar, bu yazıların heyetin Medine’ye geldiği aynı tarihlerde verilip verilmediği konusunda bir açıklama yapmamaktadır. Bu belgelerde genellikle bazı arazi ve su kaynaklarının tahsis ya da bağışı söz konusu edilmektedir.

1031. İbn Hişâm’ın belirttiğine göre,1365 ‘Abd el-Mudânlardan bir heyet Medine’ye geldiği zaman, Muhammed (AS) yanındakilere şöyle sormuştu:

           “Hindistan ahalisine benzeyen bu adamlar da kim?”

           Burada hatırlatalım ki Hintliler güney-doğu Arabistan’daki fuarlara gelip giderlerdi; Resulullah (AS)’ın bu bölgede oldukça uzun süre kaldığını göz önünde bulundurursak, Hindistanlıları buradan görüp tanıdığını söyleyebiliriz.

1032. Bir defasında Ömer’in, zenginliğini kastederek:

           “Zu’l-Gussa’nın kızı için de olsa, nikâh için zevcenize vereceğiniz mehirde Hükümetçe belirlenen sınırı aşmayınız.”1366

           dediği büyük başkan Zu’l-Gussa, Muhammed (AS)’den hem kendi kabilesi ve hem de muhtemelen komşuları ve müttefikleri olan Benû Nehdler1367 için bir imtiyazname almıştı. Bu yazı onları askerlik hizmetinden muaf tutmakla birlikte, onların putperest dost ve akrabalarıyla ilişkilerini kesmelerini gerektiriyordu. Yine bu yazı onları öşür vergilerinden muaf tutuyor, buna karşılık zekât vergileriyle yükümlü kılıyor ve “Müslümanların onların malları üzerinde bir hakka sahip olduklarını” ekliyordu. Burada zekât ile öşür’ün birbirinden farklı vergi grupları olduğunun açıkça hükme bağlanması oldukça önemlidir: Muhtemelen, öşür’den maksat, zekâta tâbi ziraî mahsullerden alınan vergiler değil, ihracat ve ithalata tâbi ticarî mallardan alınan “gümrük vergileri”dir. Eğer durum böyle ise, “öşür’lerden (yani gümrük vergilerinden) muaf tutulma” hükmünün, ticarî hayata bir canlılık ve hamle getirmesi gerekirdi. Benû Kenân ibn Yezîdler1368 de Resulullah’tan kendilerine bazı imtiyazlar sağlayan bir ferman alarak, üzerinde yaşadıkları topraklar ve sulama kanalları hakkında bir takım teminatlar elde etmişler ve buna karşılık vergi ödemekle yükümlü olmuşlardır. Ancak şurası oldukça dikkat çekicidir ki, onların mülkiyet haklarının korunması, bölgelerinden geçen ticaret yollarının emniyet ve asayişini sağlamaları koşuluna bağlanmıştı. Bu hüküm, onların geçmişi hakkında bize çok şey ifade etmektedir.

1033. “Putperest-müşriklerle ilişkilerin kesilmesi” koşulu bu fermanların hemen hepsinde tekrarlanmaktadır. Başkan Yezîd ibn et-Tufeyl,1369 “putperest-müşriklerle savaştığı sürece” mülkiyet haklarının güvence altında olduğuna dair bir imtiyazname almıştı. Askerlik hizmetinden (Cihat) muaf tutmak bir yana, Muhammed (AS) onu, bölgedeki çok önemli bir silahlı mücadelede görevlendirmiştir. Öyle görünüyor ki burada söz konusu olan, onun esasen sahip olduğu herhangi bir arazinin tanınması değil, yeni bir arazinin tımar olarak verilmesidir.

1034. İşte burada Muhammed (AS)’ın ülkede asayiş ve emniyeti sağlama ve ekonomik bir hamle yapma konusunda gösterdiği gayret açıkça ortaya çıkmaktadır. Halkın eğitilip aydınlatılması alanında gösterdiği gayret ve çalışmalar da bundan aşağı kalmaz. Taberî’nin de belirttiği gibi1370 Resulullah (AS), Mu’âz ibn Cebel’i değişik köy ve kasabaları dolaşıp, halkın eğitim ve öğretimiyle ilgilenmesi için Yemen’e göndermiştir. Bir yandan güçlü bir şekilde anarşi ve kargaşa ortamına son vermek, öte yandan halkın maddî ve manevî beklentilerini karşılamak: İşte resmî belgelerin ortaya koyduğu kadarıyla onun çift yönlü politikası bu olmuştur.

Bir Başka Askerî Sefer

1035. Muhammed (AS) H. 10. yılı Ramazan ayında, Ali’nin komutasında aynı bölgeye bir askerî birlik gönderdiği sırada, yukarıda adı geçen heyet henüz Medine’de bulunuyordu. Ali’ye asla hücum etmemesi, sadece kendini savunmakla yetinmesi talimatı verilmişti. Başlangıçta bazı çatışma olayları yaşanmışsa da, daha sonra dini tebliğ faaliyeti için yola çıkan bu heyet başarılı bir şekilde dönebilmiştir. Tarihçi ve tefsirci Taberî bu konuda yukarıda verdiğimizden hafif farklılık gösteren iki anlatıma yer verir: Bunlardan ilkine göre Resulullah (AS), buraya önce Hâlid’i göndermiş ve o da hiçbir başarı göstermemesine rağmen, Hemdânlıların ülkesinde altı ay kadar kalmıştır. İkinci rivayete göre, aynı bölgeye Ali’yi göndermiş ve bir gün içerisinde bütün Hemdânlılar Müslüman olmuştur. (Burada, taraf tutucu bazı eğilimler kolayca göze çarpmaktadır.) Makrîzî1371 bu konu ile ilgili olarak, bize Ali’nin sert ve kesin tavırlı kişiliğiyle ilgili küçük bir olay nakleder: Ali, ele geçen ganimeti askerleri arasında usûlüne uygun biçimde dağıtmış ve Devlet Hazinesi’ne (Beytu’l-Mâl’e) ait hisseyi de mühürleyerek kontrol altına almıştı. Daha önce diğer komutanlık yapan kimseler ise, kendi arzu ve keyifleri doğrultusunda bu Devlet hissesinden bazı hediye ve mükâfatlar dağıtmayı âdet edinmişlerdi. Ancak Ali, “Resulullah’ın kendisi versin” diyerek, bu yönde en ufak bir dağıtımda bulunmamıştır. Dönüş yolculuğu sırasında bu konuda bazı acı ve üzüntü veren şiddetli tartışmalar olmuş ve hatta bu konuda Resulullah’a şikâyette bulunanlar olmuştur. Ne var ki, Muhammed (AS), komutan Ali’nin dürüstlüğü konusunda övgüler yağdırarak, Müslümanlara, ganimet olarak ele geçirilen malların devlet hissesine ayrılan kısmından, komutanın askerlere hediye ve mükâfat dağıtmasının doğru olmadığını, İslâm uğruna hizmette bulunurken bir hediye ya da ödül beklenmemesi gerektiğini dolaylı bir biçimde anlatmıştır. Bu olayın yankılarının bir süre daha devam ettiği ve bunun Resulullah (AS)’ı endişelendirdiği anlaşılmaktadır. Zira, yolda komutan Ali ve askerî birliğiyle karşılaştığı Hac dönüşü sırasında, Resulullah (AS) Râbiğ kasabası yakınlarındaki Cuhfe’de, Hum gölü kıyısında konakladığı sırada, yeniden etrafını kuşatan sahabelerine hitap ederek, sözlerini şöyle tamamlamıştır:

           “— Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur; ey Allahım! Ona dostluk gösterenin dostu ol ve ona düşmanlık gösterenin de düşmanı ol!”

Ruhâlar

1036. Belhârisler gibi Ruhâlar da Mazhic kabilesinin bir kolu durumundaydılar. H. 9 yılı ortalarına doğru Himyer kabilesinin birçok büyük başkanı, İslam’a girdiklerini bildirmek üzere Mâlik er-Ruhâvî’yi Resulullah (AS)’a temsilci olarak gönderdiler. Bu ziyaret sonrasında Resulullah kendilerine şöyle bir mektup göndermiştir:

           “Himyer kabilesinden el-Hâris, Masrûh ve Nu’aym ibn Abd Kulâl’e: Allah’a ve O’nun Resulüne inandığınız sürece barış ve huzur içinde kalın! Gerçekten de Allah Tek’dir ve hiçbir ortağı yoktur. O Mûsâ’yı mucizeleriyle donatarak gönderdi; kendi Kelimelerinin bir sonucu olarak İsa’yı yarattı. Yahudiler, “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da, “Allah, Üç’ün Üçüncüsüdür ve Mesih (İsa) Allah’ın oğludur” dediler.”1372

1037. Bu Himyerli başkanlar arasında Hıristiyan ve Yahudiler de olsa gerektir. Tebûk seferi dönüşünde Resulullah (AS) onlara ayrı ayrı cevap göndermiş ve İslam’a girişlerini kutladıktan sonra, yürürlüğe koyacağı idarî uygulamaları onlara açıklamıştır. Yine, ödemeleri gereken zekât vergilerini açıkladıktan sonra, Muhammed (AS), toplanacak bu vergilerin asla kendisi ya da ailesi mensupları için harcanmayacağını, ancak yoksullara, yolda kalmış ve sıkıntıya düşmüş yabancılara sarf edileceğini bildirmiş ve şöyle eklemiştir:

           “İster Yahudi isterse Hıristiyan olsun İslam’a geçen herkes, Müslümanların daha önceden yükümlü olduğu aynı hak ve sorumluluklara tabi olarak, müminler arasına katılacaktır. Yahudi ya da Hıristiyan olarak kalmakta ısrar edenler, bundan (zorla) döndürülmeyecekler, ancak cizye vergisine tâbi tutulacaklardır.”1373

1038. Bu arada belirtelim ki, cizye vergisi ödeyen gayrı müslim tebaalar, Müslüman tebaaların ödemekle yükümlü olduğu zekât vergisinden muaf tutulmuşlardı. Aslında zekat, yüzde hesabına dayandığı için, kişi başına sadece l dinar olan cizyeye göre daha ağır bir vergiydi.


1342 Blachère, Coran, bk. Tevbe suresi 30. ayetin açıklaması.

1343 Daha fazla bilgi için bk. D.S. Rice, Excavations in Harran’s Great Mosque, Illustrated London News, 21 Sept. 1957, s. 466-469. Münih’te toplanan Uluslararası Doğubilimciler Kongresi zabıtlarında konu ile ilgili ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. bk s. 132 vd.

1344 Bk. İbn Hişâm, s. 143 (Varaka), 260 (Cebr); Suheyli, I, 123 (Addâs), 130 (Mısırlı Kıptî Bâkûm); Belâzurî, I, § 744 (İkrime adlı bir Grek köle). Diğer bir Grek köle de Tâ’if’li el-Azrak er-Rûmî’dir (bkz. aynı eser, § 342 ve 989). Bu zâtın aslında muhtemelen bir Hıristiyan olması gerekir.

1345 Ibn Hişâm, s. 259

1346 Vesâ’ik, Nº 43.

1347 Müslim, Sahîh, 52, Nº 119-122.

1348 Journal of Pakistan Historical Society (Karachi) adlı dergide çıkan makaleme bakınız: 1959, VII/4, s. 231-40.

1349 Bürûc: 85/4 vd.

1350  Hz. İsâ’da sadece bir tek tabiat, bir tek bünye olduğunu gören akîde?

1351 The Book of the Himyarites, Moberg yay.

1352 İbn Hişâm, s. 401

1353 Vesâ’ik, Nº 78-80; bk. İbn Sa’d, 2/1, s. 122.

1354 Ebû ‘Ubeyd, 67.

1355 İbn Hişâm, s. 380-81, 401-11.

1356 Vesâ’ik, Nº 94.

1357 Cahşiyârî, Vüzerâ, Viyana bs., 179b.

1358 Vesâ’ik, Nº 95.

1359 Vesâ’ik, Nº 96, 97; ayrıca bk. PO, XIII, 600-618.

1360 Bekri, s. 9.

1361 Vesâ’ik, Nº 79-80; İbn Sa’d, 2/1, s. 122.

1362 A.g.e., Nº 105. Fransızca çevirisi için bk. Documents adlı kitabım, II, Nº 86.

1363 A.g.e., s. Nº 81, 85, 86, 87, 90; Heyet üyelerinin adları için bk. İbn Hişâm, s. 960.

1364 Vesâ’ik, Nº 82, 83, 84, 88.

1365 İbn Hişâm, s. 960; Taberî, I, 1826.

1366 Suhaylî, II, 347.

1367 Vesâ’ik, Nº 90.

1368 A.g.e., Nº 87.

1369 A.g.e., Nº 82.

1370 Taberî, I, 1852-53, 1983

1371 Makrîzî, I, 502-504.

1372 Vesâ’ik, Nº 107-108, Söz konusu mektup ve ona verilen cevapla ilgili olarak bu kaynağa bakınız.

1373 A.g.e., özellikle Nº 109’a bakınız.