Eslemnur
Fri 24 September 2010, 09:17 am GMT +0200
II. HİLÂFET VE HAKİMİYET
Bu bahis, İslâmî hükümet ve hilafete ait bazı meseleleri tahkik için bir Alman talebe tarafından sorulmuş olan sualler ve onlara verilen cevapları teşkil etmektedir.
Sualler:
1. Niçin İslâmî hükümeti yürüten kimseye sadece halife ıstılahı kullanılıyor?
2. Acaba Emevî halifelerine sahih manada halife diyebilir miyiz?
3. Benî Abbâs halifeleri ve bilhassa Me'mun hakkında Zat-ı Faziletlerinin fikri nedir?
4. Hazret-i İmamı Hasan ve Hazret-i İmam Hüseyin ve îbn-i Zübeyr (Radıyallahu Taalâ anhüm) hakkında zat-ı faziletlerinin düşüncesi nedir? 680 senesinde islâm Milletinin gerçek rehberi kimdi? Hazret-i Hüseyin Radıyallahu Taalâ anh mıydı, yoksa Yezid miydi?
5. Acaba İslâmî hükümette ayaklanmak caiz bir iş midir?
6. Eğer ayaklananlar camiye yahut da diğer mukaddes yerlere (Harem, Kabe) ye sığınırlarsa islâm hükümeti bu gibi kimselere nasıl muamele edecektir?
7. Bir islâm hükümeti Kur'an ve Sünnete uygun oir şekilde vatandaşlardan hangi vergileri tahsil edebilmek müsaadesine haizdir?
8. Acaba herhangi bir halife, kendisinden evvelki halifelerin tuttuktan yoldan başka bir yol takip edebilir mi?
9. Haccac İbn-i Yusuf'un valiliği ve inzibatı temin etmek bakımından takip ettiği usul hakkında zat-ı faziletlerinin düşüncesi nedir?
10. Bir İslâm hükümeti, acaba, Kur'anda ve Sünnette bahsi geçmeyen ve sabık halife devrinde de benzeri bulunmayan bir vergiyi vatandaşlardan alabilir mi? Böyle bir tahsilata hakkı var mıdır?
Cevap:
Zat-ı âlilerinin göndermiş bulundukları suallere geniş ve etraflı olarak cevap verebilmek için yeteri kadar bir zamana kavuşabilmem şarttır. Halbuki şu hali hazır durumda bu imkândan mahrum bulunuyorum. -Bu duruma binaenaleyh vereceğim cevaplar kısa olarak arz edilecektir:
1. İslâmî hükümette, hükümetin başında bulunan başkan veya reis için "halife" kelimesinin kullanılması zarurî bir ıstılah değildir. Bu mevki olanlara emîr, imam, sultan vesaire gibi başka kelimeler de söylenebilir. Hadiste, fıkıhda, kelâm'da ve İslâm tarihinde bu gibi kelimeler kul lanılmıştır. Fakat burada zaruri olan birşey vardır; O da hükümetin esas nazariyesinin hilâfet üzerine kaim bulunmuş olmasıdır. Sahîh bir İslâm hükümet, ne padişahlık, (kıraliyet) ne amirlik (hükümdarlık) ne de "ava-mî cumhuriyet" yani halk hâkimiyeti (Paktılar Sover-cignty) olabilir. Bunların hiç birisine benzemez. Bu iktidar şekillerinin hilâfına ancak bu hükümet îslâmî olabilir ki, böyle bir rejim de yalnız hakikî hâkimiyetin Hak Taalâya "ait olduğu kabul edilmiştir. Allah ve O'nun Resülünün Şeriatı en üstün kanun olduğu gibi, çıkarılacak kanunların da esas menşei ve mehazı yine o mukaddes hükümlere istinat etmesi lâzımdır. Bu esaslara inanılacaktır. Hududullah dairesinin içinde çalışılacak ve işler bu dairede yürütülecektir. Böyle bir hükümette iktidar dan yegâne maksat, Allahın ahkâmını icra etmek ve O-nun rızası gereğince fenalıkları ortadan kaldırıp, bunların yerine iyilikleri yerleştirmektir. Böyle bir hükûmeteki iktidar ise, iktidar-ı âlâ (en yüksek iktidar) değildir. Buradaki iktidar veya emir sahibi olmak, Allah Ta-alaya niyabet etmektir. O'nun tevdi ettiği emaneti muhafaza etmektir, îşte "Hilâfetin" manası da budur.
2. Emevî hükümdarlarına gelince, bunların hükümdarlıkları hakikatte hilâfet değildi. Onların devletlerinde İslâm kanunları icra edilmiş olmasına "rağmen, Anayasa "Düstur": (Constitution) da bulunan İslâmî esasları, ortadan kaldırmışlardı. Yine buradan başka, onlar hükümet işinde İslâmî ruhu da silip yok etmişlerdir. Bu fark, böyle b r hükümetin ta başında bile kendisini hissettirmiştir. Nitekim, bu hükümetin kurucusu Emîr Muaviye'nin kendi sözü şöyledir :
Ene evvel ül - mülûk: Ben ilk padişahım.
Hele Emîr Muaviye kendi oğlunu veliahd tayin ettiği zaman, Hazret-i Ebu Bekir Radıyaîlahu Taalâ anhın oğlu Hazret-i Abdurrahman ayağa kalkarak şöyle söyledi:
"İşte bu bir Kayserliktir. Ne zaman bir Kayser ölürse, onun oğlu Kayser olur."
3. Usul bakımından Abbasî hilafetinin vaziyeti de böyle idi. Bu bakımdan Benî Ümeyye ile aralarında bir fark yoktu. Ancak şöyle bir fark vardı: Benî Ümeyye dinî hususlara ehemmiyet vermezlerdi (indîfferent), bunun hilafına Benî Abbas kendilerinin dinî bir hilâfet ve ruhanî bir hükümet olduklarını iddia ederler ve bu nam altında para basarlardı. Dinî işlerde de Benî Ümeyyeden fazla alâkadar idiler. Fakat onların dinî işlere fazla alâka göstermeleri de bazan dine zararlı olmuştur. Meselâ Me'munun bu alâkası öyle bir vaziyete girdi ki, dinle ilgisi bulunmayan felsefî meseleleri, her ne şekilde olursa olsun, dinî bir akîde şekline sokarak hükümet gücü ile halka kabul ettirmeğe zorladı ve bu yüzden de bir hayli zulmetti.
4. Sual tevcih edilen devre gelince, hakikatte bu devir bir fitne ve kargaşalık devri idi. Müslümanlar o devirde büyük bir fikrî sıkıntı içinde bulunuyorlardı. O devirde müslümanlann hakikî önderinin kim olduğuna hüküm vermek bir hayli zordur. Fakat şurası da açıktır ki, Yezid siyasî kudreti elinde bulunduruyordu. Babası kendisine sağlam bir saltanat sağladıktan sonra kendisini velahd tayin etmişti. Böyle olmasaydı ve Yezid. de diğer müslümanların içine karışmış bulunsaydı, o zaman ihtimal ki, seçimi kazanmak hususunda sondan birinci gelmek şansım elde edebilecekti. Onun hilafına Hüseyin ibn-i Ali Radıyallahu Taalâ anh ise, o zamanki ümmet arasında en seçkin kimse idi. Serbest bir seçim olup da müslümanların reylerine baş vurulsaydı muhakkak ki, halk kendisine rey verecekti. Reyler onun hakkı olacaktı.
5. Zâlim emirlere karşı ayaklanmak, bu şekilde sadece caiz değil belki bir farzdır. Zâlim emirleri ve hû -kiimdarları kaldırıp, onların yerine adil ve sâlih bir hükümeti iş başına getirmek imkânı bulunduğu takdirde, ayaklanmak farz olur. Bu hususta İmam Ebu Hanifenin fikri gayet açıktır. Ebu Bekir Cassas, Ahkâm ül -Kur'anda ve El -Muvaffak El Mekkî de Menakıbî Ebu Hanife'de bu meseleyi nakletmişlerdir. Bunun aksine âdil ve sâlih hükümete karşı ayaklanmak çok büyük bir günahtır. Bütün ehl-i islâm için böyle bir ayaklanmağı bastırmak için hükümete yardım etmek lâzım gelir. Bu arada bir de şu vardır ki, hükümet âdil olmazsa gerçek bir inkılâp ile de ortadan kalkabilir. Böyle bir imkân yoksa, o zaman nasıl bir yol takip edilmelidir? Bu husus şüphelidir. Eimmenin ve fukahanın bu husustaki fikirleri ihtilaflıdır. Bazılarına göre, sadece hakkı söylemekle iktifa edilir, ayaklanmak caiz görünmez. Bazılarına göre ayaklanmak, hattâ şehid olmak da vardır. Diğer bir kısım fukahaya göre de "İnşaallah İslah olur" diye dua ederek beklemek lâzımdır.
6. Âdil bir hükümete karşı ayaklanmış bulunan halk camilere sığınırlarsa onların bulundukları yer mu. hasara edilir. Eğer bu isyancı zümre, bulundukları yerden silah kullanıp kurşun veya diğer harp vasıtalarını istimal ederlerse, o zaman onların yaptıklarına karşılık kurşun atılır ve mermi de kullanılır. Hareme sığındıkları zaman, sadece muhasara edilir. Muhasara uzatılır ki, sıkıntıya düşüp silahlarını bıraksınlar. Haremde kan dökmek yahut da haremi taş veya kurşun yağmuruna tutmak kesin olarak doğru değildir. Bu durumun aksine, zâlim bir hükümete karşı ayaklanmış bulunan halkın durumu başkadır. Esasen zâlim hükümetin varlığı haddi zatında günahtır. Böyle bir hükümet devam etmek için baş vurduğu çarelerle günahını çoğaltmış olur. Günahını arttırmaktan başka bir iş yapamaz.
7. Kur'an ve Sünnet gereğince usulsüz vergi hakkında hiç bir cevaz yoktur. Müslümanlar, zekâtı ibadet diye, gayrı Müslimler de cizyeyi (itaati belirtmek için) verirler. Bundan sonra memleket işleri için hükümete kendilen bir şeyler bırakabilirler yahut da hükümetin muvafakatiyle bir şeyler verebilirler. Hirac ve mahsul gelirinden alınan hisse buna benzer bir şeydir ki, bunlar hakkında Kur'anda ve Sünnette şer'an bir karar yoktur. İslâm hükümeti ihtiyaca göre bunları kararlaştırır. Bu hususta asıl ölçü memleketin hakikî ihtiyaçlarıdır. Eğer herhangi bir idareci veya hükümetin başında bulunan kimse, kendi keyfi için bir vergi tarh ederse, bu vergiyi almak haram olur. Fakat memleket ihtiyaçlarına sarf etmek için halkın rızasiyle alınırsa o zaman helâl olur.
8. Evet böyledir. Yalnız kendisinden evvelkilerin değil kendisinin daha önce verdiği kararları ve hükümleri de değiştirebilir.
9. Haccac ibn-i Yusuf, dünya siyaseti noktayi nazarından değerli bir adam idi. Fakat dinî noktayı nazarda zâlim bir hâkim (vali) idi.
10. Evet bu şartlar da yine 7 numaralı sualin cevabında verilmiştir.[201]
b. El . Hilafet veya El - Hükümet[202]
Soru:
İslâm, yirminci yüzyılda dahi, kabili icra ise, o zaman bir hayli müşkilât arzeden nazariyeleri bir tarafa bırakarak, bunların yerine îbn-i Haldun'un hükümet ve devlet nazariyesini nazarı itibara almakla daha iyi bir neticeye ulaşmak mümkün olamaz mı? Yani El - Hilâfet yâ El - Hükümet. Bunlardan hangisi mümkün olabilir?.
Cevap:
Zamanımızdaki bir çok menfî tesirler İslâm Nizâmını bozmakta ve gölgelemektedir. Bazı nazariyeler ve bazı rüçhanlar İslama giden yolun önüne mania teşkil ekmektedirler. Bunları birer birer incelersek, açık bir şekilde şu mesele anlaşılacaktır ki, bu gibi tesirler, müslüman ülkelerinin, uzun zaman Batı istilâsına uğrayıp Avrupalı milletlerin sultası altında -kaldıkları sırada, bu sultanın tesiri ile ortaya çıkmışlardır.
Avrupa milletleri, bizim ülkelerimize musallat olunca, bizim kanunlarımızı, ortadan kaldırıp, kendi kanunlarım bize tahmil ettiler. Bizini kendi öğretim ve eğitim nizamımızı atıl ve batıl bırakıp, onlara ait öğretim ve eğitim nizamlarım, bizim ülkelerde icra etmek yolunu tuttular. Büyük küçük her türlü hizmetler ve memuriyetlerde, bizim nizam ve bizim usul ile yetişmiş bulunanları bertaraf ederek, kendi öğretim ye eğitim nizamları ile yetişmiş bulunanlarla kendilerinin mekteplerinde okuyup bitirenleri bizim mekteplerden yetişmiş olanların yerme koydular. Yavaş yavaş iktisadî kuruluşlar, idarî işler ve hemen hemen her şey, Avrupai terbiye ile yetişmiş olan zümrenin eline geçti. Bu usul ve bu şekildeki tarzı hareket, gitgide idare sistemini bizim medeniyetimizden, bizim yaşayış ve düşünüş tarzımızdan ayırdı. Bu yoldan ayrılmış ve başka bir yola sapmış, sapık bir nesil ortaya çıktı. Bunlar, İslâmdan da, İslâm tarihinden de, İslâmın öğretim ve eğitim usulünden de, İslâmî rivayetlerinden de ve her şeyden ilmî manada bigâne idiler. Kendilerince tercih edilmesi lâzım gelen ve itibar edilecek olan hususlara da alâkasız bulunuyorlardı, işte bizim İslama kaymamıza en büyük mania teşkil eden şey de budur. Bu şekilde yanlış anlayışların neticesinde, İslam yirminci asırda kabili icra değildir diye tutturuluyor.
Gördükleri talim ve terbiyeleri tamamen gayrı islâmî olan bu güruh bundan başka ne yapabilirdi? Onlar ancak, islâm kabili icra değildir diyeceklerdi. Çünkü İslâmı bilmiyorlar. Islâmı bilmedikleri gibi, İslâm yolu ile de amel etmiyorlardı. Buna hazır da değillerdi, İslâmın bir yaşayış nizamı olabileceğini de katiyen düşünemiyorlardı. Yaşayış nizamında, bunun amelî cephelerinin bulunduğunu akıllarından bile geçiremiyorlardı.
Şimdi bizim karşımızda ancak iki yol vardır: Biri ırk ve milliyet bakımından hep kâfir olmak için hazır lanmak ve ister istemez İslâmın ortada bulunan ismini de bir tarafa bırakıp bundan da kurtulmak... ikincisi ise halis bir niyet ve imân ile (münâfikane yollarla değil) mevcut eğitim ve öğretim nizamı üzerinde tetkiklerde bulunulup, bu sistemi tahlil edip; araştırarak tesbit eylemek ki, ne gibi şeyler bizi, İslâm yolundan saptırıyor? Ve ne gibi değişiklikler yapmak lâzımdır ki, bununla islâm nizamını yürütmek için halkı hazırlayabilelim? Ben büyük bir esefle şunu söyliyeceğim ki, bizim eğitim ve öğretim sistemimizde maalesef bu hususa' hiç de ehemmiyet verilmemiştir. Yalnız ehemmiyet verilmemekle de kalınmamış bu husus tamamen ihmal dahi edilmiştir. Bu mesele, üzerinde derinliğine düşünülecek ve ehemmiyetle üstünde durulacak bir problemdir. Biz bu meseleyi kö -künden halletmedikçe, islâm nizamının yürüyeceği yolu da düzeltmiş ve İslâm nizamının caddesini temizlemiş olamayacağız.
İbn-i Haldûnun hangi nazariyesine dönersek dönelim yine bu meseleyi halletmek için bir yardım bulmuş -olmayız. Çünkü, bugün meydana çıkmış bulunan bu meseleler çeşitlilik bakımından, İbn-i Haldun zamanında mevcut değillerdi. Meselenin hakikati ve onun hakikî mahiyeti şudur ki, sömürgeciler, bizim ülkelerimizden çekilip gitmek zorunda kaldıktan sonra, yukarıda bahsettiğiniz neslin eline hükümet ve iktidarı verip de öyle gitmişlerdir. Yani kendi eğitim ve öğretim sistemleriyle yetiştirmiş oldukları kimseleri, kendi medeniyet ve yaşayış usullerinin kaynaklarından su içermiş oldukları elemanları, iş başında bırakmışlardır. Bunlar vücut yapısı itibariyle bizim kavmimizden, bizim milletimizden olmalarına rağmen, ilmî, zihnî ve ahlâkî bakımdan ingilizlerin, Fransızların, Felemenklerin yerine geçip oturmuşlardır. Bu zümrenin elinde bulunan hükümet de bir hayli manialarla karşılaşır ki, bu maniaları ortadan kaldırmak gayet mühim bir meseledir. İbn-i Kaldunun nazariyeleri bu salıada iş görecek durumda değildir. Bunun için çok ehemmiyetle düşünüp taşınmak lâzımdır. Hali hazır durumu gözönünde bulundurarak bu işin ıslahı için yeni yollar açmak gerekir