neslinur
Sat 27 March 2010, 01:50 pm GMT +0200
Hidayet
Evlîyanın büyüklerinden Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kâdı Yâkûb şöyle anlatır: Birgün Şam´da bir mescidin kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı ile köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana; "Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.
Nasrânîye yardım ettim ve yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaşıp gitti. Kendi kendime; "Bu zât böyle yapmamı niye istedi?" diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî, katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı. Hepsi sirke olmuştu. Şarap satıcısı; "Yazıklar olsun sana! Senden şarap getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.
Nasrânî hayretten dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve; "Bunlar şaraptı. Fakat neden sirke oldu sebebini anladım!" diyerek hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman oldu ve artık huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi.
Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir kimsenin hidâyete kavuşması başka insanların elinde değildir. Bize düşen, doğruyu anlatmaktır. Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ve bunda da bizi vesîle kılmış ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan başka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiş olur" buyururdu. Bununla berâber, evliyâlık yolunda ilerlemiş olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve firâset nûrları ile, bâzı kimselere hidayet nasîb olacağını anlayıp, onlarla ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dışarıdan gören ve bu inceliği anlıyamıyanlar da, bu hâle hayret ederler.
Evliyânın büyüklerinden, Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlattı: Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen´deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak´a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu.
Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad´a gidin. Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz." diyordu.
Bu hâdiseler, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip mânâsına inanınca müslüman olur.
HIRSIZIN HİDÂYETİ
Abdülkâdir Geylânî, küçükken yaşı bir gün,
Tarlaya, çift sürmeye, gitmiş idi gündüzün.
Öküzün kuyruğundan, tutunmuş gider iken,
Hayvan dile gelerek, konuştu ona birden.
Dedi: "Ey Abdülkâdir, şunu bil ki şüphesiz,
Seni, bu işler için, yaratmadı Rabbimiz."
Korktu ve eve geldi, dedi ki: "Anneciğim,
Bana izin verirsen, Bağdat´a gideceğim.
İlim tahsîl etmektir, gitmekte asıl gâyem,
Ayrıca evliyâyı, ziyâret ederim hem."
Annesi memnun olup, dedi ki: "Ey evlâdım,
İlim öğrenmen idi, benim dahi murâdım."
Koltuğunun altına, dikerek kırk altını,
Dedi ki: "Doğruluktan, ayırma lisânını.
Git, yolun açık olsun, emânet ol Allah´a,
Belki de görüşmemiz, nasîb olmaz bir daha."
Abdülkâdir böylece, annesinden ayrılıp,
Bağdat´a yola çıktı, bir kervana katılıp.
Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan´ı,
Âniden eşkıyâlar, bastılar bu kervanı.
Kervanda mal ve eşya, var ise her ne kadar,
Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldılar.
Abdülkâdir´e dahi, sordu bir eşkıyâ;
"Ey çocuk, üzerinde, neyin var, mal ve eşyâ?"
.
Dedi: "Benim sâdece, kırk altınım var ki hem,
Onları koltuğumun, altına dikti annem."
İnanmadı eşkıyâ, onun bu sözlerine,
Gitti ve ikincisi, geldi onun yerine
O da alay ederek, sordu: "Ey fakir çocuk,
Yanında mal ve para, neyin var, söyle çabuk."
Ona dahi dedi ki: "Kırk altın var yanımda,
Onlar da dikilidir, koltuğumun altında."
İnanmadı ise de, o dahi buna yine,
Gidince haber verdi, bunu reislerine.
Reisleri çağırtıp, sordu ki o da tekrar:
"Ey çocuk doğru mudur, yanında altın mı var?"
Dedi: "Evet efendim, kırk altınım var ki hem.
Koltuğumun altına, dikmişti tek tek annem."
Söylediği o yeri, sökerek eşkıyâlar,
Altınları görünce, şaşıp dona kaldılar.
Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey evlâdım,
Ne için doğrusunu, söyledin anlamadım.
Eğer söylemeseydin, bulamazdık biz bunu,
Niçin sen bile bile, söyledin doğrusunu."
Dedi ki: "Ben anneme, sözverdim ki efendim,
Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.
Doğrudan sapmamaya, söz vermiştim anneme,
Değer mi altın için, bu ahdimden dönmeme."
Reis bunu duyunca, başladı ağlamaya,
Dedi: "Eyvâh benim de ahdim vardı Allah´a.
Lâkin bunca senedir, yaparım eşkıyâlık,
Şu andan îtibâren, tövbe ettim ben artık."
Diğer eşkıyâlar da, bakarak bu reise,
Dediler: "Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise."
Hâlisen tövbe edip, o gün bunca eşkıyâ,
Aldıkları ne kadar, var ise, mal ve eşyâ,
Tekar sâhiplerine, vererek teker, teker,
O günden îtibâren, o işi terk ettiler.
Irak´ta yetişen büyük velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına bir gün üç hıristiyan ile üç yahûdî gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi. Sonra herbiri kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hıristiyanlık ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler. Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onların gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. "Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.
"Siz kime taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz." dedim.
"Bunu size kim bildirdi?"
"Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber nerededir?"
"Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?"
"Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra: "O kitâbı bana gösterin." deyince Kur´ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!" diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur´- ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Al- lahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O´nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.
Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir isteğin var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.
Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra´d sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.
Bir gün Habeşistanlı bir gayri müslim, Mısır´a gelmişti. Abdülveh- hâb-ı Şa´rânî´nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) nâmını duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa´rânî onu kabûl etti. Habeşistan ile ilgili ko- nuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa´rânî, Habeşistan´ı öyle anlatıyor- du ki, en ince ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim dinle- dikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi biliyor diye hayret ediyordu. Da- yanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´ye; "Siz Habeşistanlı mısınız?" diye sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı gösterir. Bu, cenâb-ı Hakk´ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işi- ten gayri müslim, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri ile ilgili olarak, Şeyh Lâhık şöyle anlatır: Bir gün Adiyy bin Müsâfir´in huzurunda idik. Bize bir şeyler anlatıyordu. Bir ara batı tarafına yönelip; "Bize gel, bize gel!" dedi ve konuşmasına devâm etti. Bir müd- det sonra ikinci defâ; "Bize gel, bize gel!" dedi. Bu sırada talebelerinden birisi; "Efendim! Bize gel, bize gel, buyurdunuz bunun mânâsı nedir?" diye sordu. "Şu anda Kostantiniyye´de (İstanbul´da) birisine Allahü teâ- lânın hidâyeti yetişti ve müslüman olmak istiyor. Oradan, kendisine İslâm´ın emirlerini öğretecek birini aramak için yola çıktı. Oradakiler yolundan çevirmek için uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. İşte bunun için onu yanıma çağırıyorum. Allahü teâlâdan, onun talebelerimden olmasını istedim. Allahü teâlâdan onun hemen buraya ulaşmasını diliyorum." buyurdu.
Bu sebeple iki gün Adiyy bin Müsâfir´in yanında kaldık. Üçüncü gün ikindi namazı vaktinde Şeyh bize döndü; "Kalkınız Konstantiniyye´de Al- lahü teâlânın hidâyet buyurduğu kardeşinizi karşılayınız." buyurdu. Zâviyeden dışarı çıktığımızda o zâtın dağdan aşağı doğru inmekte olduğunu gördük. Üzerinde papaz elbisesi vardı. Adiyy bin Müsâfir´in huzuruna girip müslüman oldu. Adiyy bin Müsâfir ona; "İsmin nedir?" diye sordu. "Abdulmesîh." dedi. Ona Abdullah ismini verdi. Adiyy bin Müsâ- fir´in yanında kaldı. Adiyy bin Müsâfir hazretleri ona namazın şartlarını ve İslâm´ın diğer emirlerini öğretti. Kur´ân-ı kerîmden bir mikdâr ezberletti. Nihâyet sâlih bir müslüman oldu. Sonra onu İrşâd etmesi, insanlara doğru yolu göstermesi, terbiye etmesi, onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmesi için Acem taraflarına gönderdi. Orada hocası Adiyy bin Müsâfir´in ismini koyduğu bir zâviye yaptı. Pekçok talebe yetiştirdi.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da komşumuzdur." dedi. Behram´ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı. Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb´in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram´a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah´a nasıl kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini ay- nı anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş se- nedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel iki- miz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:
"Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi. Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık ver- di? Mâdem ki rızık verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diril- tecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi:
"Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.
Anadolu velîlerinden Baba Yûsuf Sivrihisârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri zamânında Sultan İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı için geldi ve Baba Yûsuf Sivri- hisârî´yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çıkıp vâz etmeye başladı. Tesirli vâzıyla, Pâdişâh ve câmide bulunan ce- mâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç hıristiyan, Baba Yûsuf hazret- lerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok etki- lenmişlerdi. Bu üç hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî´nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmiinin ilk açılışında böyle bir hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Son- ra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de verme- lerini söyledi. Böylece müslüman olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek; "O- nunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; "Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle; "Ne özrü?" diye sordu. O da; "Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî; "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi. Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin, Mecûsî olan bir komşusu ve süt em- me çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Sultân-ül-Ârifîn her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîd´e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu halde; "O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir." dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî´- nin huzûruna gidip müslüman oldu.
Bâyezîd-i Bistâmî kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona; "Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa; "Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp; "Ben alırım." dedi ve ekmeği uzattı. Bâyezîd-i Bistâmî aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına doğru yola çıktı. Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı. Râhib, Bâyezîd-i Bistâmî´nin elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bistâmî kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay devâm etti. Bâyezîd-i Bistâmî daha sonra nefsine dönerek;
"Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun." dediği sırada râhip içeri girdi ve; "İsmin nedir?" diye sordu. O da; "Bâyezîd!" cevâbını verdi. Râhip; "Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh´in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bistâmî´ye ağır geldi ve evi terketmek isterken râhip;
"Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu. Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek; "Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî dışarı çıkmak için hazırlandı. Fakat râhib ona; "Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip elbiselerini giy ve boynuna İncil´i as!" dedi. Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi. Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda; "Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve râhipler galeyâna gelerek; "Onu göster parçalayalım." diye bağrıştılar. Başrâhip; "Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim." dedi. Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler. Başrâhip;
"Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bistâmî ayağa kalktı. Baş râhip; "Adın ne?" diye sor- du. "Bâyezîd!" cevâbını verdi. "Tahsil gördün mü?" diye sorunca; "Rab- bim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum." dedi. Bunun üzerine râhip; "O hâlde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?"
Bâyezîd-i Bistâmî baş râhibe; "Beni iyi dinle! İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kur´ân-ı kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş´ı taşıyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır." dedi. Râhip tebessüm ederek; "Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kav- mi hava ile helâk edildi." diye cevap verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Ağaç- tan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu?" diye sorunca; "Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ağaçtan yaratıldı, Nûh aleyhisse- lâm ağaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç içinde testere ile biçilip helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip tekrar; "Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu. O da;
"İblîs ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile helâk oldu." dedi. Râhip tekrâr; "Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Âlimler, Cennet´te dört nehir vardır, biri baldan, biri süt- ten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kay- naktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
"Evet vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır." cevâbını verdi. Râhip yine; "Doğru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?" diye sorunca;
"Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Cennet´te Tûbâ ağacı vardır. Cen- net´te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
"Evet vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir?" cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
"Ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder." cevâbını verdi. Son olarak râhip şöyle sordu: "Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve o makâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i Bistâmî;
"Nûh peygamberin gemisidir." dedikten sonra, râhibe; "Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalıştık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur:
Cennet´in anahtarı nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?" Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve; "Ey büyüğümüz mağlup mu oluyorsun?" dediler. O da; "Hayır mağlûb olmak istemiyorum." deyince; "Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde; "Şâyet cevap verirsem benim cevabıma katılır mısınız?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler. Râhip; "Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet´in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre; Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullahdır." deyip müslüman oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular. Bâyezîd-i Bistâmî de onların yanında bir süre kalıp İslâmiyeti öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.
Irak´ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün deniz sâhilinde oturuyordu. Bulunduğu yere yakın, sâhilden bir gemi geçiyordu. İçinde askerler ve halktan bir grup, bir yere gidiyordu. Gemide bulunan bâzı kimseler içki içip eğleniyorlar ve yolcuları rahatsız ediyorlardı. Bekâ hazretleri karada idi. Fakat, keşf hâli ile onların yaptıklarını anlayıp üzülüyor, rahatsız oluyordu. Denizin kenarından geminin kaptanına seslendi. "Allah´tan kork!" buyurdu ve bâzı nasîhatlerde bulundu. O azgın kimseler, buna iltifât etmediler. Buna daha çok üzülen Bekâ hazretleri, derhal suya emredip; "Ey üzerindeki gemiyi taşıyan deniz! O günâhkârları içine al!" buyurdu. Derhal denizin suları yükseldi. Dalgalar çoğaldı. Gemi batmaya başladı. Gemidekiler feryâd ediyorlardı. Bekâ hazretleri, Allahü teâlânın izni ile su üzerinde yürüyerek, batmakta olan geminin yanına geldi. Gemidekiler, yaptıklarına pişman olduklarını, tövbe ettiklerini açıkladılar. Bekâ hazretleri su üzerinde namaz kılıp, sonra Allahü teâlâya duâ etti. Daha duâsını bitirmeden su sâkinleşti, dalgalar durdu ve gemidekiler kurtuldu. Bu kimseler, bu hâdise ile Bekâ hazretlerinin büyüklüğünü anladılar. Kendisini sık sık ziyâret e- dip, sohbetlerinde bulundular.
Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan meşhûr velîlerden Bur- hâneddîn bin Muhammed Eğridirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kınalızâde Ali Çelebi şöyle anlatmıştır: Bursa´dan İstan- bul´a gitmeye niyetlenmiştim. Gitmeden önce bir gece akrabâ ve bâzı ar- kadaşlarımla, müderris ve medrese mensupları ile sohbet ettik. Söz şeyhlerden açıldı. Bu arada hayatta olanlardan Şeyh Burhâneddîn Efen- diden de söz edildi. Ben onun hakkında bâzı uygunsuz sözler söyledim. Ertesi gün Mudanya´dan gemiye binip yola çıktım. Rüzgâr ters yönden esiyordu. Bozburun denilen yere geldiğimizde bindiğimiz gemi batma de- recesine geldi. Artık gemide bulunan herkes geminin batmakta olduğuna kanâat getirdi. Ben de geminin kaptan odasında oturup, hayâtımdan ü- midimi kesmiş ve şaşkın bir halde ölümü bekliyordum. O sırada birden- bire deniz üzerinde Şeyh Burhâneddîn hazretleri göründü. Batmak üzere olan geminin sereninden kucaklayıp doğrulttu. Gemi batmaktan kurtuldu. Bu hâdiseyi görünce biraz kendime gelip ayağa kalktım. Şeyh hazretleri- ne doğru yürüdüm. Yanına yaklaşınca gözden kayboldu. Gemideki yol- cuların hepsini deniz tuttuğundan, âdetâ baygın gibi yatıyorlardı. Gemi- nin serendibine yakın bir yerde bir gayr-i müslim yolcu da vardı. O müs- lüman olmayan yolcuya yaklaşıp; "Az önce bir zât serendibinde gözüktü! Sen de gördün mü?" diye sordum. "Evet gördüm! Gelip batmak üzere o- lan gemimizi doğrulttu. Sonra da deniz üzerinde yürüyüp sâhile doğru gitti!" dedi. Daha sonra bu gayr-i müslim kimse gördüğü bu hâdise üzeri- ne müslüman oldu. Allahü teâlânın izni ile gemimiz batmadan İstanbul´a ulaştık. İstanbul´a varınca, bir de öğrendim ki Şeyh Burhâneddîn hazret- leri İstanbul´a gelmiş. Ona çok minnetdâr idik. Mübârek elini öpmek için ziyâretine gittim. Huzûruna varınca ayaklarına kapanıp; "Sultanım! Bizim kurtulmamıza sebep oldunuz. Denizde batmak üzere iken yardımlarınız yetişti. Sizi deniz ortasında bize yardım ederken gözümle gördüm!" de- dim. Ben böyle deyince; "Hey Ali Çelebi! O gördüğün senin hayâlindir. Bizim gibilerden hiç böyle bir kerâmet görülür mü?" diyerek, Bursa´da o- nun hakkında konuştuğum uygunsuz sözlerimize işâret etti. O sırada öy- le mahcûb oldum ki anlatılamaz. Hemen mübârek elini öpüp suçumdan dolayı özür dileyip, affetmesini istedim."
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, hocasının emri üzerine ilim tahsîli için Şam´a gi- derken, Nusaybin´de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papaz- lar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ´yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâ- kabeye, Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olma- ma hâlini muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. "Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister istemez Mevlânâ´ya yalvardılar. Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır." buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlâ- nâ´nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstan- bul´da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ´yı gör- mek istedi. Yollara düşüp Konya´ya geldi. Konya´da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ´yı gördüler. Papaz süratle yeti- şip, Mevlânâ´ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşı- ladı. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ´nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslü- man oldular.
HEPSİ ÎMÂN ETTİLER
Mevlânâ, tahsil için, Konya´dan bir gün yine,
Şam´a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin´e.
Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi,
Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi.
Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ´ya,
Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya.
Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an,
Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan.
Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!
Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu,
Hiç indiremediler, havadan o çocuğu.
Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki,
O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki.
Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,
Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan."
Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere,
Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere."
Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu,
Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu."
Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere,
Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere.
Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi
Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi.
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri´nin gözlerinde bir zaman ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene edip; "Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Su değdirmesem nasıl ab- dest alırım?" deyince, tabib; "Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda duyduğu ses; "Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık." diyordu. Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki gözleri tamâmen iyi olmuş. Hayret edip; "Nasıl yaptın da iyi oldu?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî´nin elini öpüp îmân etti ve; "Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremiyen ben imişim" dedi.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) zamanında müslümanlardan birinin yahûdî bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâma dâvet etti ise, müslümanlığı kabûl etme- di. Hattâ bu ortağına; "Eğer müslüman olursan, malımın üçte birini sana veririm." dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman başka bir gün; "Eğer müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine rağmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eğer müs- lüman olursan, malımın üçte ikisini sana veririm." dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar artık ortağının müslüman olmasından ümidini kesmişti. O müslüman, bir gün Ebû Saîd Mîhenî´nin dergâhının yanından geçiyordu. Yahûdî ortağı da yanında idi. Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu. Yahûdî ortağı da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım neler anlatıyor. Onun halk arasında kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahûdî oldu- ğuma dâir üzerimde her hangi bir işâret olmadığı için beni nasıl olsa tanımaz." dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direğin arkasına oturdu. Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsında bir ara yahûdînin arkasında oturduğu direğe doğru dönerek; "Ey yahûdî! Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan da gizlenemezsin." dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayağa kalktı. Ebû Saîd Mîhenî´nin yanına vardı. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasını söyleyince, bu dâveti kabûl edip, müslüman oldu. Ebû Saîd hazretleri ona; "Şimdi ortağının yanına git. Sana müslümanlığı öğretsin. İşler vakti zamânı gelince olur. Ondan önce olmaz. Zamânı gelince müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini vermeye hâcet kalmaz." buyurdu.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü´l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hayatta iken Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya´ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân´a Şeyh Ebü´l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî´ye bildirilince, "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd´a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd´ın yanında Ebü´l-Hasan-ı Harkânî´nin evine gir- di. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü´l-Hasan hazretleri selâmını al- dı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü´l-Hasan-ı Harkânî´ye; "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebü´l-Hasan, Sultan Mahmûd´a; "Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü´l-Hasan-ı Harkânî´ye; "Bâyezîd-i Bis- tâmî nasıl bir zât idi?" diye sordu. Ebü´l-Hasan-ı Harkânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; "Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Ser- ver-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle o- lunca, Bâyezîd´i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üs- tünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfür- den kurtulamadı da, Bâyezîd´i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü´l-Hasan; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak gör- mediler. Ebû Tâlib´in yetimi, Abdullah´ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görse- lerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi." buyur- du.
Doğu Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazreteri buyurdular ki:
Evlîyanın büyüklerinden Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kâdı Yâkûb şöyle anlatır: Birgün Şam´da bir mescidin kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı ile köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana; "Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.
Nasrânîye yardım ettim ve yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaşıp gitti. Kendi kendime; "Bu zât böyle yapmamı niye istedi?" diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî, katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı. Hepsi sirke olmuştu. Şarap satıcısı; "Yazıklar olsun sana! Senden şarap getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.
Nasrânî hayretten dona kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve; "Bunlar şaraptı. Fakat neden sirke oldu sebebini anladım!" diyerek hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman oldu ve artık huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi.
Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir kimsenin hidâyete kavuşması başka insanların elinde değildir. Bize düşen, doğruyu anlatmaktır. Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ve bunda da bizi vesîle kılmış ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan başka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiş olur" buyururdu. Bununla berâber, evliyâlık yolunda ilerlemiş olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve firâset nûrları ile, bâzı kimselere hidayet nasîb olacağını anlayıp, onlarla ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dışarıdan gören ve bu inceliği anlıyamıyanlar da, bu hâle hayret ederler.
Evliyânın büyüklerinden, Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlattı: Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen´deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak´a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu.
Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad´a gidin. Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz." diyordu.
Bu hâdiseler, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip mânâsına inanınca müslüman olur.
HIRSIZIN HİDÂYETİ
Abdülkâdir Geylânî, küçükken yaşı bir gün,
Tarlaya, çift sürmeye, gitmiş idi gündüzün.
Öküzün kuyruğundan, tutunmuş gider iken,
Hayvan dile gelerek, konuştu ona birden.
Dedi: "Ey Abdülkâdir, şunu bil ki şüphesiz,
Seni, bu işler için, yaratmadı Rabbimiz."
Korktu ve eve geldi, dedi ki: "Anneciğim,
Bana izin verirsen, Bağdat´a gideceğim.
İlim tahsîl etmektir, gitmekte asıl gâyem,
Ayrıca evliyâyı, ziyâret ederim hem."
Annesi memnun olup, dedi ki: "Ey evlâdım,
İlim öğrenmen idi, benim dahi murâdım."
Koltuğunun altına, dikerek kırk altını,
Dedi ki: "Doğruluktan, ayırma lisânını.
Git, yolun açık olsun, emânet ol Allah´a,
Belki de görüşmemiz, nasîb olmaz bir daha."
Abdülkâdir böylece, annesinden ayrılıp,
Bağdat´a yola çıktı, bir kervana katılıp.
Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan´ı,
Âniden eşkıyâlar, bastılar bu kervanı.
Kervanda mal ve eşya, var ise her ne kadar,
Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldılar.
Abdülkâdir´e dahi, sordu bir eşkıyâ;
"Ey çocuk, üzerinde, neyin var, mal ve eşyâ?"
.
Dedi: "Benim sâdece, kırk altınım var ki hem,
Onları koltuğumun, altına dikti annem."
İnanmadı eşkıyâ, onun bu sözlerine,
Gitti ve ikincisi, geldi onun yerine
O da alay ederek, sordu: "Ey fakir çocuk,
Yanında mal ve para, neyin var, söyle çabuk."
Ona dahi dedi ki: "Kırk altın var yanımda,
Onlar da dikilidir, koltuğumun altında."
İnanmadı ise de, o dahi buna yine,
Gidince haber verdi, bunu reislerine.
Reisleri çağırtıp, sordu ki o da tekrar:
"Ey çocuk doğru mudur, yanında altın mı var?"
Dedi: "Evet efendim, kırk altınım var ki hem.
Koltuğumun altına, dikmişti tek tek annem."
Söylediği o yeri, sökerek eşkıyâlar,
Altınları görünce, şaşıp dona kaldılar.
Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey evlâdım,
Ne için doğrusunu, söyledin anlamadım.
Eğer söylemeseydin, bulamazdık biz bunu,
Niçin sen bile bile, söyledin doğrusunu."
Dedi ki: "Ben anneme, sözverdim ki efendim,
Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.
Doğrudan sapmamaya, söz vermiştim anneme,
Değer mi altın için, bu ahdimden dönmeme."
Reis bunu duyunca, başladı ağlamaya,
Dedi: "Eyvâh benim de ahdim vardı Allah´a.
Lâkin bunca senedir, yaparım eşkıyâlık,
Şu andan îtibâren, tövbe ettim ben artık."
Diğer eşkıyâlar da, bakarak bu reise,
Dediler: "Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise."
Hâlisen tövbe edip, o gün bunca eşkıyâ,
Aldıkları ne kadar, var ise, mal ve eşyâ,
Tekar sâhiplerine, vererek teker, teker,
O günden îtibâren, o işi terk ettiler.
Irak´ta yetişen büyük velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına bir gün üç hıristiyan ile üç yahûdî gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi. Sonra herbiri kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hıristiyanlık ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler. Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onların gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. "Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.
"Siz kime taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz." dedim.
"Bunu size kim bildirdi?"
"Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber nerededir?"
"Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?"
"Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra: "O kitâbı bana gösterin." deyince Kur´ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!" diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur´- ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Al- lahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O´nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.
Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir isteğin var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.
Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra´d sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.
Bir gün Habeşistanlı bir gayri müslim, Mısır´a gelmişti. Abdülveh- hâb-ı Şa´rânî´nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) nâmını duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa´rânî onu kabûl etti. Habeşistan ile ilgili ko- nuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa´rânî, Habeşistan´ı öyle anlatıyor- du ki, en ince ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim dinle- dikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi biliyor diye hayret ediyordu. Da- yanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´ye; "Siz Habeşistanlı mısınız?" diye sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı gösterir. Bu, cenâb-ı Hakk´ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işi- ten gayri müslim, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri ile ilgili olarak, Şeyh Lâhık şöyle anlatır: Bir gün Adiyy bin Müsâfir´in huzurunda idik. Bize bir şeyler anlatıyordu. Bir ara batı tarafına yönelip; "Bize gel, bize gel!" dedi ve konuşmasına devâm etti. Bir müd- det sonra ikinci defâ; "Bize gel, bize gel!" dedi. Bu sırada talebelerinden birisi; "Efendim! Bize gel, bize gel, buyurdunuz bunun mânâsı nedir?" diye sordu. "Şu anda Kostantiniyye´de (İstanbul´da) birisine Allahü teâ- lânın hidâyeti yetişti ve müslüman olmak istiyor. Oradan, kendisine İslâm´ın emirlerini öğretecek birini aramak için yola çıktı. Oradakiler yolundan çevirmek için uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. İşte bunun için onu yanıma çağırıyorum. Allahü teâlâdan, onun talebelerimden olmasını istedim. Allahü teâlâdan onun hemen buraya ulaşmasını diliyorum." buyurdu.
Bu sebeple iki gün Adiyy bin Müsâfir´in yanında kaldık. Üçüncü gün ikindi namazı vaktinde Şeyh bize döndü; "Kalkınız Konstantiniyye´de Al- lahü teâlânın hidâyet buyurduğu kardeşinizi karşılayınız." buyurdu. Zâviyeden dışarı çıktığımızda o zâtın dağdan aşağı doğru inmekte olduğunu gördük. Üzerinde papaz elbisesi vardı. Adiyy bin Müsâfir´in huzuruna girip müslüman oldu. Adiyy bin Müsâfir ona; "İsmin nedir?" diye sordu. "Abdulmesîh." dedi. Ona Abdullah ismini verdi. Adiyy bin Müsâ- fir´in yanında kaldı. Adiyy bin Müsâfir hazretleri ona namazın şartlarını ve İslâm´ın diğer emirlerini öğretti. Kur´ân-ı kerîmden bir mikdâr ezberletti. Nihâyet sâlih bir müslüman oldu. Sonra onu İrşâd etmesi, insanlara doğru yolu göstermesi, terbiye etmesi, onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmesi için Acem taraflarına gönderdi. Orada hocası Adiyy bin Müsâfir´in ismini koyduğu bir zâviye yaptı. Pekçok talebe yetiştirdi.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da komşumuzdur." dedi. Behram´ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı. Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb´in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram´a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah´a nasıl kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini ay- nı anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş se- nedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel iki- miz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:
"Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi. Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık ver- di? Mâdem ki rızık verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diril- tecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi:
"Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.
Anadolu velîlerinden Baba Yûsuf Sivrihisârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri zamânında Sultan İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı için geldi ve Baba Yûsuf Sivri- hisârî´yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çıkıp vâz etmeye başladı. Tesirli vâzıyla, Pâdişâh ve câmide bulunan ce- mâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç hıristiyan, Baba Yûsuf hazret- lerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok etki- lenmişlerdi. Bu üç hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî´nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmiinin ilk açılışında böyle bir hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Son- ra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de verme- lerini söyledi. Böylece müslüman olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek; "O- nunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; "Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle; "Ne özrü?" diye sordu. O da; "Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi. Mecûsî; "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi. Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin, Mecûsî olan bir komşusu ve süt em- me çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Sultân-ül-Ârifîn her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîd´e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu halde; "O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir." dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî´- nin huzûruna gidip müslüman oldu.
Bâyezîd-i Bistâmî kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona; "Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa; "Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp; "Ben alırım." dedi ve ekmeği uzattı. Bâyezîd-i Bistâmî aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına doğru yola çıktı. Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı. Râhib, Bâyezîd-i Bistâmî´nin elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bistâmî kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay devâm etti. Bâyezîd-i Bistâmî daha sonra nefsine dönerek;
"Ey nefis! Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun." dediği sırada râhip içeri girdi ve; "İsmin nedir?" diye sordu. O da; "Bâyezîd!" cevâbını verdi. Râhip; "Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh´in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bistâmî´ye ağır geldi ve evi terketmek isterken râhip;
"Bizim burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu. Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek; "Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî dışarı çıkmak için hazırlandı. Fakat râhib ona; "Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip elbiselerini giy ve boynuna İncil´i as!" dedi. Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi. Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda; "Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve râhipler galeyâna gelerek; "Onu göster parçalayalım." diye bağrıştılar. Başrâhip; "Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim." dedi. Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler. Başrâhip;
"Allah için ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bistâmî ayağa kalktı. Baş râhip; "Adın ne?" diye sor- du. "Bâyezîd!" cevâbını verdi. "Tahsil gördün mü?" diye sorunca; "Rab- bim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum." dedi. Bunun üzerine râhip; "O hâlde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?"
Bâyezîd-i Bistâmî baş râhibe; "Beni iyi dinle! İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, İncîl ve Kur´ân-ı kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş´ı taşıyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır." dedi. Râhip tebessüm ederek; "Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Îsâ peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kav- mi hava ile helâk edildi." diye cevap verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Ağaç- tan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu?" diye sorunca; "Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ağaçtan yaratıldı, Nûh aleyhisse- lâm ağaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç içinde testere ile biçilip helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip tekrar; "Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu. O da;
"İblîs ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile helâk oldu." dedi. Râhip tekrâr; "Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Sâlih peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Âlimler, Cennet´te dört nehir vardır, biri baldan, biri süt- ten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kay- naktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
"Evet vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır." cevâbını verdi. Râhip yine; "Doğru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?" diye sorunca;
"Evet vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Cennet´te Tûbâ ağacı vardır. Cen- net´te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
"Evet vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir?" cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
"Ağaç bir yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder." cevâbını verdi. Son olarak râhip şöyle sordu: "Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve o makâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i Bistâmî;
"Nûh peygamberin gemisidir." dedikten sonra, râhibe; "Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalıştık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur:
Cennet´in anahtarı nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?" Râhip sustu ve cevap vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve; "Ey büyüğümüz mağlup mu oluyorsun?" dediler. O da; "Hayır mağlûb olmak istemiyorum." deyince; "Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde; "Şâyet cevap verirsem benim cevabıma katılır mısınız?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler. Râhip; "Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet´in anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı olan ibâre; Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullahdır." deyip müslüman oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman oldular. Bâyezîd-i Bistâmî de onların yanında bir süre kalıp İslâmiyeti öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.
Irak´ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün deniz sâhilinde oturuyordu. Bulunduğu yere yakın, sâhilden bir gemi geçiyordu. İçinde askerler ve halktan bir grup, bir yere gidiyordu. Gemide bulunan bâzı kimseler içki içip eğleniyorlar ve yolcuları rahatsız ediyorlardı. Bekâ hazretleri karada idi. Fakat, keşf hâli ile onların yaptıklarını anlayıp üzülüyor, rahatsız oluyordu. Denizin kenarından geminin kaptanına seslendi. "Allah´tan kork!" buyurdu ve bâzı nasîhatlerde bulundu. O azgın kimseler, buna iltifât etmediler. Buna daha çok üzülen Bekâ hazretleri, derhal suya emredip; "Ey üzerindeki gemiyi taşıyan deniz! O günâhkârları içine al!" buyurdu. Derhal denizin suları yükseldi. Dalgalar çoğaldı. Gemi batmaya başladı. Gemidekiler feryâd ediyorlardı. Bekâ hazretleri, Allahü teâlânın izni ile su üzerinde yürüyerek, batmakta olan geminin yanına geldi. Gemidekiler, yaptıklarına pişman olduklarını, tövbe ettiklerini açıkladılar. Bekâ hazretleri su üzerinde namaz kılıp, sonra Allahü teâlâya duâ etti. Daha duâsını bitirmeden su sâkinleşti, dalgalar durdu ve gemidekiler kurtuldu. Bu kimseler, bu hâdise ile Bekâ hazretlerinin büyüklüğünü anladılar. Kendisini sık sık ziyâret e- dip, sohbetlerinde bulundular.
Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan meşhûr velîlerden Bur- hâneddîn bin Muhammed Eğridirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kınalızâde Ali Çelebi şöyle anlatmıştır: Bursa´dan İstan- bul´a gitmeye niyetlenmiştim. Gitmeden önce bir gece akrabâ ve bâzı ar- kadaşlarımla, müderris ve medrese mensupları ile sohbet ettik. Söz şeyhlerden açıldı. Bu arada hayatta olanlardan Şeyh Burhâneddîn Efen- diden de söz edildi. Ben onun hakkında bâzı uygunsuz sözler söyledim. Ertesi gün Mudanya´dan gemiye binip yola çıktım. Rüzgâr ters yönden esiyordu. Bozburun denilen yere geldiğimizde bindiğimiz gemi batma de- recesine geldi. Artık gemide bulunan herkes geminin batmakta olduğuna kanâat getirdi. Ben de geminin kaptan odasında oturup, hayâtımdan ü- midimi kesmiş ve şaşkın bir halde ölümü bekliyordum. O sırada birden- bire deniz üzerinde Şeyh Burhâneddîn hazretleri göründü. Batmak üzere olan geminin sereninden kucaklayıp doğrulttu. Gemi batmaktan kurtuldu. Bu hâdiseyi görünce biraz kendime gelip ayağa kalktım. Şeyh hazretleri- ne doğru yürüdüm. Yanına yaklaşınca gözden kayboldu. Gemideki yol- cuların hepsini deniz tuttuğundan, âdetâ baygın gibi yatıyorlardı. Gemi- nin serendibine yakın bir yerde bir gayr-i müslim yolcu da vardı. O müs- lüman olmayan yolcuya yaklaşıp; "Az önce bir zât serendibinde gözüktü! Sen de gördün mü?" diye sordum. "Evet gördüm! Gelip batmak üzere o- lan gemimizi doğrulttu. Sonra da deniz üzerinde yürüyüp sâhile doğru gitti!" dedi. Daha sonra bu gayr-i müslim kimse gördüğü bu hâdise üzeri- ne müslüman oldu. Allahü teâlânın izni ile gemimiz batmadan İstanbul´a ulaştık. İstanbul´a varınca, bir de öğrendim ki Şeyh Burhâneddîn hazret- leri İstanbul´a gelmiş. Ona çok minnetdâr idik. Mübârek elini öpmek için ziyâretine gittim. Huzûruna varınca ayaklarına kapanıp; "Sultanım! Bizim kurtulmamıza sebep oldunuz. Denizde batmak üzere iken yardımlarınız yetişti. Sizi deniz ortasında bize yardım ederken gözümle gördüm!" de- dim. Ben böyle deyince; "Hey Ali Çelebi! O gördüğün senin hayâlindir. Bizim gibilerden hiç böyle bir kerâmet görülür mü?" diyerek, Bursa´da o- nun hakkında konuştuğum uygunsuz sözlerimize işâret etti. O sırada öy- le mahcûb oldum ki anlatılamaz. Hemen mübârek elini öpüp suçumdan dolayı özür dileyip, affetmesini istedim."
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, hocasının emri üzerine ilim tahsîli için Şam´a gi- derken, Nusaybin´de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papaz- lar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ´yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâ- kabeye, Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olma- ma hâlini muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. "Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister istemez Mevlânâ´ya yalvardılar. Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır." buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlâ- nâ´nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstan- bul´da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ´yı gör- mek istedi. Yollara düşüp Konya´ya geldi. Konya´da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ´yı gördüler. Papaz süratle yeti- şip, Mevlânâ´ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşı- ladı. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ´nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslü- man oldular.
HEPSİ ÎMÂN ETTİLER
Mevlânâ, tahsil için, Konya´dan bir gün yine,
Şam´a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin´e.
Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi,
Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi.
Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ´ya,
Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya.
Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an,
Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan.
Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!
Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu,
Hiç indiremediler, havadan o çocuğu.
Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki,
O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki.
Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,
Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan."
Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere,
Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere."
Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu,
Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu."
Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere,
Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere.
Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi
Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi.
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri´nin gözlerinde bir zaman ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene edip; "Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Su değdirmesem nasıl ab- dest alırım?" deyince, tabib; "Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda duyduğu ses; "Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık." diyordu. Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki gözleri tamâmen iyi olmuş. Hayret edip; "Nasıl yaptın da iyi oldu?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî´nin elini öpüp îmân etti ve; "Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremiyen ben imişim" dedi.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) zamanında müslümanlardan birinin yahûdî bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâma dâvet etti ise, müslümanlığı kabûl etme- di. Hattâ bu ortağına; "Eğer müslüman olursan, malımın üçte birini sana veririm." dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman başka bir gün; "Eğer müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine rağmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eğer müs- lüman olursan, malımın üçte ikisini sana veririm." dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar artık ortağının müslüman olmasından ümidini kesmişti. O müslüman, bir gün Ebû Saîd Mîhenî´nin dergâhının yanından geçiyordu. Yahûdî ortağı da yanında idi. Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu. Yahûdî ortağı da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım neler anlatıyor. Onun halk arasında kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahûdî oldu- ğuma dâir üzerimde her hangi bir işâret olmadığı için beni nasıl olsa tanımaz." dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direğin arkasına oturdu. Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsında bir ara yahûdînin arkasında oturduğu direğe doğru dönerek; "Ey yahûdî! Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan da gizlenemezsin." dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayağa kalktı. Ebû Saîd Mîhenî´nin yanına vardı. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasını söyleyince, bu dâveti kabûl edip, müslüman oldu. Ebû Saîd hazretleri ona; "Şimdi ortağının yanına git. Sana müslümanlığı öğretsin. İşler vakti zamânı gelince olur. Ondan önce olmaz. Zamânı gelince müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini vermeye hâcet kalmaz." buyurdu.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü´l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hayatta iken Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya´ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân´a Şeyh Ebü´l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî´ye bildirilince, "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd´a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd´ın yanında Ebü´l-Hasan-ı Harkânî´nin evine gir- di. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü´l-Hasan hazretleri selâmını al- dı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü´l-Hasan-ı Harkânî´ye; "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebü´l-Hasan, Sultan Mahmûd´a; "Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü´l-Hasan-ı Harkânî´ye; "Bâyezîd-i Bis- tâmî nasıl bir zât idi?" diye sordu. Ebü´l-Hasan-ı Harkânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; "Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Ser- ver-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle o- lunca, Bâyezîd´i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üs- tünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfür- den kurtulamadı da, Bâyezîd´i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü´l-Hasan; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak gör- mediler. Ebû Tâlib´in yetimi, Abdullah´ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görse- lerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi." buyur- du.
Doğu Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazreteri buyurdular ki: