- Hidayet Delalet

Adsense kodları


Hidayet Delalet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Mon 2 January 2012, 06:15 pm GMT +0200
6. Hidâyet-Dalâlet
 

“Allah Taâlâ, dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini hidâyete er­dirir” 

Burada, bu ifade ile “dalâlete düşürme ve hidayete erdirme fiili­ni Allah yaratır,” manâsı kasdedilmektedir. Zira ondan başka yara­tıcı yoktur.

Metinde meşiyet (dilemek, dilediğini), kaydının kullanıl­masında, (Mutezile'nin ileri sürdüğü gibi), “hidâyet” sözü ile “Hak olanın açıklanması ve gösterilmesi”, manâsının kasdedilmediğine işaret vardır. Zira “Hak olan yolu beyan”, herkese şamildir, (mü'minlere mahsus değildir). Da1â1et, tabirinin manâsı da (Mutezile'nin öne sürdüğü gibi) “Allah'ın insanı dâll (sapık) olarak bulmak ve ona sapık ismini vermesinden ibaret değildir. Zira bu gibi şeyleri meşiyete ve irâdeye bağlamanın (ve bu manâda: Allah dile­diğini dalâlete düşürür, demenin) bir manâsı yoktur [76]. Evet, bazan sebebiyet yolu ile ve mecazen hidâyet Peygamber (s.a.) e ve Kur'an'a nisbet edilir. Nitekim aynı şekilde mecazi olarak ıdlâl (ve saptırma) da şeytana ve putlara isnad edilir. Kelâm âlimlerinin söz konusu ettikleri husus şudur: Bize göre hidâyet, “hi­dâyete erme” (ihtida), fiilinin yaratılmasıdır. “Allah falana hidâyet etti, ama o hidâyete ermedi”, gibi ifadeler delillik ve rehberlik yapmak, hidâyete davet etmek manâsına gelen mecazi deyimlerdir  (Bk  Fussılet, 41/17). (Onun için bu gibi âyetler Mutezile için delil olma niteliğinde değildir).

Mutezile'ye göre, hidâyet, doğru olan yolu beyan etmek ve açık­lamaktan ibarettir. “Şübhesiz ki, sen istediğine hidâyet edemezsin” (Kasas, 28/56) gibi âyetler ve “Allah'ın kavmime hidâyet et”[77], gibi hadisler Mutezile'nin görüşünü çürütür. Zira Hz. Peygamber, on­lara doğru yolu göstermek ve kendilerini hidâyete davet etmekle beraber, bu şekilde dua etmişlerdir. Meşhur olan tarife göre, Mutezile hidâyeti, “Maksada ulaştıran rehberliktir”, şeklinde anlamıştır. Bi­ze göre hidâyet: “Gayeye ve maksada vusul ve ihtida ister hâsıl ol­sun, ister olmasın, maksada ulaştıran yola varmak için yapılan reh­berliktir”.

“İnsanın maslahat ve menfaatına en uygun olan şeyi yapmak Allah Taâlâ üzerine vâcib değildir” [78]. (Kul için eslah olan Allah üzerine yâcib değildir)

Aksi takdirde, Allah Taâlâ'nın, hem dünyada hem de âhirette azab çeken fakir kâfirleri yaratmaması gerekirdi. (Yaptığı ihsan ve ikramdan dolayı) kulların üzerinde Allah'ın minneti, hidâyete erdir­diği ve türlü türlü nimetler lütfettiği için şükür edilme hakkı bulun­maması icabederdi. Zira (Mutezile'nin bu prensibine göre ikram ve ihsanda bulunmakla Allah), üzerine vâcib olanı, yani vazifesi olan şeyi yapmış olur. Hakk Taâlâ'nın Peygamber (s.a.)e karşı minnette bulunması ve verdiği nimetleri dile getirmesi, Ebu Cehil'inkinden fazla olmaması lazım gelirdi. Çünkü bu takdirde, Allah gücünün yettiği son hadde kadar her ikisi için de en uygun olanı yapmıştır. Yine bu prensibin kabul edilmesi halinde, Allah'tan ismet, tevfik (günahtan koruma, başarıya ulaştırma), zararı defetme, bollukta ve genişlikte daha çok talepte bulunma gibi hususlarda dua etmenin (ve dileklerini yerine getirmesini istemenin) bir manâsı olmaması icab ederdi. Çünkü bu duruma göre, Allah'ın, herbir kişi için yapmadığı şey, aslında onun için zararlı ve kötü olduğu için yapmamıştır. Onun için bu gibi şeylerin yapılmasını terketmek Allah üzerine vâcib ol­muştur.

Ayrıca insanların maslahat ve menfaatma nazaran, Allah'ın kud­retinden bir şeyin kalmaması (ve gücünü sonuna kadar sarf etme­si) de lazım gelirdi. Zira o, (eksiksiz olarak üzerine) vâcib olan şeyi ifa etmiştir. (îşte, insan için es1ah olanı yaratmak Allah üzerine vaciptir, sözünden bu kadar çok yanlışlıkların ortaya çıkması gere­kirdi). Allah'a yemin olsun ki bu prensipteki yanlışlıklar, yani “însan için eslah olan şeyi yaratmanın Allah'a farz olması” esası ve hat­ta Mutezile'nin, diğer prensiplerinin çoğundaki hatalar, hiçbir yönü gizli kalmayacak kadar apaçıktır, sayısı da sayılamayacak kadar çoktur. Bu gibi şeyler, Mutezilî olanların, ilahî bilgilerle ilgili düşüncelerinin eksikliğinden ve “gaibi şahide, kıyas etme, görünmeyeni görünene benzetme”, prensibinin düşüncelerine ve tabiatlarına iyice yerleşip kök salmasından ileri gelmektedir.

Mutezile'nin bu hususta tutulabileceği en son (ve en sağlam) delil, “Eslah olam terk etmek cimrilik ve sefihliktir”, sözünden iba­rettir. (Mutezile'ye göre, insan için en uygun olanı varken, o kadar uygun olmayan ve hatta zararlı olanı yaratmak Allah'ın cimri ol­masını ve fiillerinde bir hikmetin bulunmamasını gerektirir. însan için daha faydalı olan şeyi ve öyle bir dünyayı yaratmak mümkün­se bu neden olmamıştır? “Mevcut âlemden daha güzelini yaratmak imkân dahilinde değildir”, diyen Gazali, Mutezile'nin bu prensibini benimsemiş görünmektedir).

Cevap: Allah Taâlâ'nın kerem, hikmet, lütuf ve işlerin akibeti hakkında bilgi sahibi olduğu kesin delillerle sabit bulunduğundan, bir şeyi vermemek hakkına sahip olan bir zatın, o şeyi vermemesi adalet ve hikmetin ta kendisidir.

“Bir şeyi yapmanın, Allah Taâlâ üzerine vâcib oluşunun manâsı nedir? Doğrusu bunu merak ediyorum! Bir işi yapmanın, bir zata vâcib ve farz olması, onu yapmadığı zaman yerilmeyi ve ceza gör­meyi hak etme manâsına gelmez mi? Bunun başka bir manâsı var mıdır? Bu '(manâda bir şeyi yapmanın Allah'a vâcib olmayacağı) açıktır. Serinlik, bilgisizlik, abes ve cimrilik v.s. gibi imkânsız olan şeyleri gerektirir, diye, aksini yapmaya muktedir olamayacak şekil­de fiillerin Allah'tan sudur etmesi lüzumundan da bahsedilemez. Çünkü bu, “Allah, hür bir irâdeye sahip olan bir varlıktır”, (mucibun bi'z-zât değil, faü-i muhtar'dır) prensibini reddetmek ve bozuk oluşu aşikâr olan felsefenin görüşüne meyletmek olur.[79]

[76] İzmirli îsmail Hakkı, hidâyet-dalâlet konusunda şöyle demektedir:

“Cenâb-ı Hakk'ın dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet yaratması ca­izdir. Allah'tan başka insanları hidâyet ve saadete veya dalâlet ve şekâvete düşürecek hakîki bir fail yoktur. Bu fiillerin ikisi de Allah'a ait fiillerdir. Hidâyet ile dalâletin diğer varlıklara nisbet edilmesi mecazîdir. Hakîkî manâda hidâyete erdiren veya dalâlete düşüren (Hâdî ve Mudili) Allah'tır. Ancak şurası kabul edilmelidir ki Cenâb-ı Hakk'in bir kuluna dalâlet ve şekavet yaratması, o kulun ihtiyarını ve tercihini kötü bir şekilde yapmasından irâde-i cüziyesini kötüye kullanmasından ileri gelmektedir. Yoksa insan, kendi kabiliyetini da­lâlet ve şekâvete tevcih etmedikçe, ilahî irâde ve kudret onu dalâlet ve şekavet yoluna cebren sevketmez. Bu konuda Cebir ve zorlama ba­his konusu değildir. “Sana gelen kötülük kendindendir” (Nisa, 4/79). Saadet ve şakâvet, bahtiyar ve bedbaht olma, cennetlik ve cehennem­lik olma insana arız olan iki haldir, bunlar sıfatıdır. Yazılmış ve takdir edilmiş olan da kulun sıfatlarıdır, însana öyle bir hal arız olur ki o hal insandan taat veya masiyetin, sevap veya günahın, iyi veya kötü bir işin zuhur etmesine sebep olur, İnsandan zuhur eden şey eğer hayır ise, ona tevfik, saadet ve ikbal; şer ise ona da hızlan, şakâ­vet ve idbaT adı verilir. İnsanın sıfatları değişir. Bunda asla şübhe yoktur.

Saadet ve şakâvet  =  Bahtiyar ve bedbaht olmak;

a)  “Ezeldeki ilahî ilimdir, Allah'ın kelimeleridir”, diye tefsir edilirse, şüphesiz ki saadet ve şakâvet değişmez.   (Zira, “Allah'ın kelimelerinde değişiklik olmaz”, buyrulmuştur.  [Yunus, 10/64]).

b)  Fakat ismi, levh-i mahfuzda sa'îd ve cennetlik yazılmış olan gakî ve cehennemlik, yazılmış olan sa'îd ve cennetlik olabilir.  (Zira,  “Al­lah dilediğini siler,  dilediğini silmeden  olduğu  gibi  bırakır,  Ümmü'l-kitab yani levh-i mahfuz onun yanındadır”, buyrulmuştur, [Rad, 13/393). Durum  böyle  olmasaydı,   şakî  sa'îd  haline   gelebilme  imkânına   sahib olmasaydı,  peygamberler  ve  onlar     vasitasıyle  kitaplar     göndermeye ihtiyaç kalmazdı. Bu hal peygamberin ve kitapların iptali    neticesini doğururdu. Eş'arîlere göre sa'îd şakî, şakî de sa'îd olmaz. Maturidilere göre olur.  Fakat bu meselede  Maturidîlerle  Eş'arîler   arasındaki niza ve çekişme lafzîdir,  manâ ile ilgili    değildir. Maturidîler  a)    şıkkına göre hüküm vererek sa'îd yani cennetlik ve mesud kişi bazı kere şakî, şakî yani cehennemlik ve bedbaht kişi de bazı kere sa'îd olur, diyor­lar. Eş'arîler ise b)    şıkkına göre hüküm vererek  sa'îd  şakî,  şakî  de saîd olmaz, diye itikad ediyorlar».  (İzmirli, Yeni ilra-i kelâm, II. 195, 196).

Aslında Maturidüerle Eş'arîler arasında mevcut olan bütün ihtilafları bu şekilde cem' ve te'üf etmek mümkündür. Bu duruma göre Maturidîlerle Eş'arîler arasındaki ihtilaf manâ ile değil, lafız, ifade, tabir ve sözle ilgilidir. Fakat bu konular üzerinde yazı yazan kelâm alimleri bu nevi ihtilafların mücerred lafızdan ibaret olmadığını, manâ ile de ilgili olduğunu İsrarla savunmuşlardır, Mezheplerarasmdaki farkı büyülterek, aralarında tehlikeli uçurumlar meydana getirmek isti­dadına ve kabiliyetine sahip olanlar için, ihtilafları manâ ile İlgili görmek,  hatta biraz  daha  ileri  giderek  bunları itikadın  temel  konuları ile alakalı ve irtibatlı bulmak kaçınılması zararlı bir fırsat telakki edilmiştir.

Taftazânî'nin de zaman zaman işaret ettiği gibi meselenin esasına inilirse bütün kelâm mezhepleri arasında mevcut olan ihtilafların çoğu­nun böyle olduğu görülür. Yani ya Iafzî bir ihtilaftır veya Önemli ol­mayan bir manâ ile ilgili ihtilaftır. Mezhepler arasındaki münasebet­leri sürekli olarak gergin bir halde tutmak isteyenler bu basit ihti­lafları ekseriya büyüterek okuyucularına takdim etmişlerdir (Bk. İz­mirli, Yeni ilm-i kelâm, II, 195).

Allah'ın kazası ve kaderi

Kadere iman, tevhidin tamamlayıcı unsurlarındandır. Tabiat âle­minde meydana gelen şeylerin düzenli bir kanun üzere cereyan ettiği­ne iman eden zat, bu âlemdeki sıkıntı ve zorluklara, asayiş ve İstira­hatın herbirine bir derecede tahammül eder. Kadere iman, insana acz yüzünü göstermez. însanı korkak kılmaz. Kuvvetli bir himmet ve azîm sahibi yapar. Her işte aşk ve neşe ile hareket etmesine saik olur. Kader, Cenab-ı Hakk'ın ezelde yaratıkların sıfatlarını bilmesidir. Onun için Allah'ın zatî sıfatlarından ilim ve irâde sıfatlarına racidir, kadimdir, ezelîdir. Cenab-ı Hakk'ın ezelde her şeyi, kendisinde güzellik, çirkinlik, zararlı ve faydalı olma hallerine dair ne mevcut olacaksa, hangi zaman ve mekânda bulunacaksa, sevap ve günahtan hangisine vesile olacaksa öylece tahdid ve tesbit etmesidir. Eşyayı, irâdesine mutabık olarak takdir etmesidir de denilebilir. Eş'arîyeye göre kader, Cenab-ı Hakk'm eşyayı irâde ettiği şekil üzere icad etmesidir. Yahut ezelî irâdenin, kendilerine has vakitlerde eşyaya taalluk etmesidir. Buna göre kader Allah'ın fiil sıfatlarına racidir, onun için de hadistir.

Kadere imanın iki  derecesi  vardır:

1. Cenab-ı Hakk, ezelî ilmi ile insanların işlerini, kazanacakları se­vap ve günahları, nziklarıni, ecellerini ... ve bu nevi bütün hallerini bilir. Allah'ın ilk yarattığı şey kulem olup onunla yaratıkların mu­kadderatını levh-i mahfuz'a yazmıştır. Levh-i mahfuz Allah'ın bir planı hükmündedir ki, esas itibariyle ve kesin surette hatasızdır, Al­lah'ın takdiri, onun ilmine tabidir. Allah'ın ilmi de onun malumuna ve bildiklerine tabidir. Cenab-ı Hakk, bir şeyi nasıl olacaksa öyle bilmiştir. O bildiği gibi hükmetmiştir. Allah'ın ilmi müessir değildir. Takdir, her mahlûku güzellik, çirkinlik, faydalı ve zararlı olma hal­lerinden hangisiyle ilgili olacaksa, hangi zaman ve mekânı ihtiva ede­cekse, sevap ve günahtan kendisine ne terettüb edecekse öylece tah­did, tayin ve tesbit etmektir.

Aşırı kaderciler (Kaderiye ve Mutezilenin müfridleri) bu birinci de­receyi, ezelî kaderi, ezelî ilmi, ezeldeki alın yazısını inkâr ederler. Kaderiye, ezelî kaderle beraber bunlara iman etmenin imknâsız ol­duğunu zannederlerdi. Allah'ın emir, nehiy, va'd ve va'idine inan­dıklarından, “Cenab-ı Hakk emretmeden evvel İtaatkâr ile asi olanı bilmez.   Ezelde  sevap   ve   günah  takdir  için,  ilahî  ilim  bundan  daha evvel bulunmaz”, derlerdi. İddialarına göre olacağı bilen zatın emir vermesi güzel olmuyor, me'murun asi olacağım bilen bir zat bir şeyi ona emr edemiyordu. Fakat bu mezhep çok geçmeden ortadan kay­bolmuştu.

2. Cenab-ı Hakk var olan veya yok olan her şeye kadirdir. Hiçbir hareket ve sükûn yoktur ki, ilahî irâde ile olmasın. İnsanların bütün fiilleri Allah Taâlâ'nın halkıyle, iradesiyle, hükmü ile, kaza ve tak-diriyledir. Cenâb-i Hakk'ın irâde ve kudreti şümullüdür. Ancak in­sanların elinden ihtiyar ve irâde alınmış değildir. Saadetin ve şakavetin, bahtiyarlığın ve bedbahtlığın yolunu insan kendi iradesiyle tutar. “Her şey Allah'tandır”, demek, kader, yaratma ve takdir yö­nünden Allah'a mensubtur, demektir. “Bizdendir”, demek, kesb, ka­zanma, ihtiyar ve irâde bakımından bize aittir demektir, însanın gerek kasd ve irâde ile ilgisi bulunmayan tabiî fiilleri, gerek kasd ve irâde ile birlikte bulunan ihtiyarî fiillerinin hepsi Allah ta­rafından yaratılmıştır. Hakk Taâlâ'mn kazası ve kaderiyle vücuda gelir. Çünkü bir şeyi kudret ve irâde ile yaratmak mutlaka o şeyin tafsilat ve teferruatını bilmeye bağlıdır. Bizim, kendi hareket ve sü­kûnumuz hakkında şuurumuz yoktur. Bizde hem kudret vardır, hem irâde vardır.

Birinci olarak kudretimiz tesirlidir, fakat yaratıcı değildir. Halik an­cak Allah'tır. Bize kudret-i külliye, yani imkân dahilinde bulunan fiillerin husul ve vücudunda tesirli olmak özelliğine sahib bulunan bir kudret vardır.

ikinci olarak bizde irâde de vardır. Külli irâde yani mümkün olan tüm fiil veya terkten, yapılan veya yapılmayan işlerden birini ter­cih, etmek Özelliğine sahib bulunan irâde Allah tarafından ihsan edilmiştir. Cüz'î irâde yani külli irâdenin Özel ve belli tarafından, fiile yöneltilmesinden ve sarfedilerek kullanılmasından, “azm-ı musamma”dan (kesin ve geri dönülmez karardan) ibaret olan irâde biz­dendir. Bu irâde bir emr-i itibarî (itibarî bir şey) dir. İlahî irâde, insanın cüz'î irâdesine tabidir. Başka bir deyişle, insanın irâdesi Hakk'ın irâdesine (Allah'ın meşiyetinin ortaya çıkarak bir şeyi yarat­masına) vesile ve sebeptir. İnsan fiilinin dört mertebesi vardır:

1. Küllî irâde,

2. Sebep ve âletlerin  (yani organların ve diğer  şartların)  selameti, yerli yerinde bulunmaları. Mükellefiyet buna bağlıdır.

3. İrâde-i cüz'iye,

4. îstitâ'atın  fiille beraber yaratılmasıdır. İnsan kuvveti ve kudreti iki manâda kullanılır:

1. Değişik fiillerin  (var olmalarının sebebi mebdei ve)  prensibi olan mücerred kuvvettir. Bu kuvvetin iki zıdda nisbeti eşittir. Fiilden ev­vel olan kuvvet (istitâ'at kable'l-fiil) budur.

2. Te'sirli olması için gerekli bütün şartları kendisinde toplayan kuv­vettir.Bu kudret iki zıdda   taalluk etmez.   Fiille birlikte bulunan kudret (istitâ'at maa'l-fiil) budur. İstitâ'at bu manâda kullanıldığı için fiille beraber  bulunur.  (Daha evvel var  olmaz).

İnsan, gücünün yetmediği bir şeyi yapmakla memur ve mükellef ol­maz. Haddizatında mümkün iken, sırf “vukua gelmeyecek” diye Hakk Taâla'nın ilim ve İrâdesinin taalluk etmesiyle “imkânsız” hükmüne giren şeyle teklif caiz ve vakidir. Ebu Cehl'in mümin olmakla mükel­lef olması gibi.

Bu konuda değişik izah şekilleri vardır. Eş'arîlere göre insanın kud­reti fiilen müessir değildir. İnsan kudreti, bir fiili meydana getireceği, bu fiile yaklaştığı vakit, daha evvel ilahî kuvvet bu fiile yönelerek onu yaratır. İnsan kudreti bir iş yapmada bilfiil değil, bilkuvve tesir eder. Vücuda gelen fiilin günah veya sevap vasfını taşımasına sebep olur ki, bu rnukarenete ve yaklaşma haline “kesb” (kazanma) derler. Eg'arî'nin kesbi pek dakiktir. Çünkü kudretin yalnız yakın olma ha­linden başka tesiri olmazsa, âciz ile kadir arasında ne fark kalır? Bakillânî'ye göre insan kudreti fiilin vasfında, bir işin sevap veya günah olma niteliğine sahip olmasında tesirli olur. Nesefi'ye göre in­san kudreti tesirlidir. Allah insan kudreti için tesir yaratır. Cüz'î irâ­de itibarî bir şey olduğu için mahlûk değildir. Kudret fiilde müessir­dir. Ebu Mealî ile Ebu İshak îsferâinî'nin açıklamaları daha başka­dır. İslâm filozoflarına göre fiilde Allah'ın kudreti tesirlidir. Ancak şart veya âlet olması itibariyle insan kudretine bağlıdır. Kadere iman farzdır. Fakat (mesuliyetten ve mükellefiyetten kurtul­mak için) “kaderi delil getirmek”, caiz değildir. Kaderle ihticac edi­lemez. Meselâ günah işledikten sonra “kaderim böyle imiş” demek ca­iz olmadığı gibi, kadere itimad ederek sebeplere tevessül etmeyi ve tedbir almayı terk etmek de caiz değildir. Zira mukadderat mechulu-muzdur.

Cebriye ile mutedil Kaderiye bu ikinci dereceye muhaliftir.

1. Cebriyeye göre insanın  kesinlikle fiili, kudreti,  kasdı,  ihtiyarı ve irâdesi  yoktur.  İnsandan  meydana  gelen  hareketler,  cansız  maddelerin hareketleri gibidir.

“Üzerinde kader hükmünü icra ederse insan için çare bulunur mu? Bu durumda o biçare ne yapabilir ki? Önce elini arkaya bağlayarak denize atıyor, sonra da 'sakın ıslanma ha!' diyor. Bu hiç olur bir şey midir?”.                               

Halbuki insanların fiilleri ızdirarî ve mecburî olsa mükellefiyet bâtıl olur. Emir, nehiy, va!d ve va'id abes hale gelir. Hayır, şer, sevap, günah, mükâfat ve ceza manâsını kaybeder.

Cebriye, “Maddî ve oluşumlar âleminde şer diye bir şey yoktur”, di­yecek kadar işi ileri götürmüştür. Çünkü fail (ilahî) irâdeye itaat halindedir, murada muvafık hareket etme durumundadır. Takdir edilen şey güzeldir, vaki olan geyler kadere tabidir. Bu durumda emirle ne­hiy arasında fark kalmaz.

Cebriye yolunda bulunan mutasavvıflar da: “Ârif-i billah olan, güzeli güzel olarak, çirkini çirkin olarak görmeyendir” (katında güzel ile çirkin, iyi İle kötü eşit olandır), demiştir. Çünkü irfan ve marifet sahibi umumi olan Rubûbiyeti ve şıumullü olan Kayyumiyetİ     müşahede etmektedir.

“İşimi, onu yaratana havale ettim. Güneş ne zaman tutulacak, diye sormadım, Ölümden kurtulan nice kara cahiller var! Öbür yandan nice filozoflar var ki  alelacele ölüp gittiler!”.

2. Kaderiyyeye göre Cenab-ı Hakk insan fiilini vukuundan evvel bi­lir. Fakat emr ettiğini irâde eder. İnsan fiili, insan kuvvetinin dahi­lindedir. Bu mezhep tamamiyle nasların zahirine muhaliftir zira âyette: “Sizi de amellerinizi de Allah yaratır”, buyrulmuştur. Kaderiyeye göre kaza ve kader red ve inkâr edildiği için isteyen kendini hidâyete ulaştırır, isteyen de kendini dalâlete sevkeder. Di­leyen kendini hayra muvaffak kılar, dileyen kendiru şerre duçar eder. Hidayet ve dalâlet, hayır ve şer bütünüyle insanın irâdesine bağlıdır. (Herkes kendi kaderini bizzat kendisi tesbit eder, alın yazısını kendi eliyle yazar); Böylece, Allah'ın mülkünde, onun dilemediği şeyler vu­kua gelir.

Kaderiye şeriata hürmet eder, tazimde bulunur, kaderi ise tekzib eder. Cebriye ise tam aksine kadere tazim eder, şeriati ise ihmal eder. Evzaî'nin beyanına göre cebrin Kuran ve hadiste bir dayanağı yok­tur. Fakat kaza ve kaderin Kur'an ve hadiste var olduğu bilinmek­tedir. Kaderiye kaderi reddederek, bu işe “adalet” adını vermiştir. Allah'ın halk, ve emri konusunda sebepleri ve hikmetleri inkâr eden Cehmiye ve Eg'ariye kaderin üçündü derecesini reddetmiş sayılabilir. Şirk konusu sebebiyle bazıları kesbi de kaldırıyor. Halbuki kesbe itikad şirk değildir. Şirk, Allah Taâlâ'dan maadasının Allah'ın bah­şettiği zahiri sebeplerin üstünde bir tesiri olduğuna, mahlûkun kud­retinin haricinde olan bir şey üzerine sultası bulunduğuna itikad et­mektir. İnsanın kudretiyle ilgili bulunmayan hususlarda, Allah'tan başkasından yardım istemek de şirktir. Meselâ savaşta askerî kuvvet­lerden, hastalıkta Cenab-ı Hakk'in bize ihsan ettiği ilaçlardan, dünya ve ahiret saadeti hususunda ilahî şeriatın tayin ettiği yol ve usûller­den, hariçte kalan vasıta ve sebeplerden meded ummak da şirktir. İş­te şeriat bu şirki kaldırıyor. İnsan gücünün üstünde olan hususlarda bir tek Allah'tan başka hiç bir şey. bulundurmuyor, bütün bu husus­ları bir tek Allah'a veriyor. Şeriatın bu hususta ortaya koyduğu ve karar altına aldığı şu iki esas, saadetin iki temel unsuru ve beşerî fiillerin de değrlendirilmesinin ölçüsüdür:

1. İnsan irâdesi  ve kudretiyle saadete vesile olan şeyleri kesb eder.

2. İlahî kudret bütün kâinatın  (oluşumların)  merciidir;  insan ile in­sanın irâde ettiği şeyi icra etmesinin arasına girer. İnsanın zatına ait kesbi ile ulaşamadığı hususlarda  ona yardımcı olur. İmdad, Allah'tan maadası tarafından mümkün değildir.

Şeriat işte bu iki esası zihinlere ve gönüllere yerleştirmek için gel­miştir. Amelî ve işi tamamlamaya muvaffakiyet hususunda Hâlik'in-dan başkasından yardım istemeyi haram kılmıştır. Bu meselede daha derin ve anlaşılması güç (ve gamız) noktalara dalmak imanın icap­larından değildir. Yüce Allah'ın esrarı karşısında hayretinden donup kalan aklın, konunun künhünü bilmek istemesi, esrardan perdeyi kaldırma hususunda Özel bir temayül göstermesinden ileri gelmektedir, Tevekkül, sebepleri ve tedbiri terk etmek, tenbelliği tercih etmek de­ğildir. “Azmettiğin zaman Allah'a dayan”, esasiyle ifade edilen bir haldir. “Deveni bağla”, “tarlanı sür” ve “tohumunu ek” de öyle te­vekkül et. “Çalışmanın semere ve fayda verdiğini bil”, ona göre “se­beplere sımsıkı sarıl”, “çalışma ve çabalamanın sonucunu da Allah'ın lütfunun eseri bil”.

Kaza

Kaza, zeval kabul etmeyen, hiç bir eksiği bulunmamakla beraber en sağlam ve en mükemmel bir fiüden ibarettir. Buna icad da denir. Fiil sıfatına yani tekvine racidir, kadîmdir. Eş'ariyeye göre, kaza Allah'ın eşyayı, sonradan nasıl olacaksa ezelde öylece irâde etmesidir ki, zat sıfatına racidir, kadimdir. (Kaza Maturidilere göre tekvin, Eş'arüere göre irâde sıfatına racidir, bu sıfatların ortaya çıkış şekilleridir). Maluridîlerin cumhuruna göre “kader ve kaza”, Eş'arilerin cumhuruna göre “kaza ve kader” denir. Kaza ile kaderden herbirinin diğerini icab ettirmesi üzerinde ittifak edilen birşey ise, de hangisinin temel ve esas olduğu ihtilaf konusudur. Maturidî mezhebi kader ve kazanın lûgattaki manâlarına münasibdir. Sıhah'ın beyanına göre kaza “fiil maa'l-ittifakdır” (duruma uygun harekettir) bunun için kazaya rıza farzdır. Muhakkiklerden bazılarına göre kader ile kaza hükmün iki şubesidir. İcmali ve özet hükme kader, tafsili ve genişletilmiş hükme kaza de­nir.

Kader, hükümet dairesindeki icmal defteri, kaza onun tevzi ve tak­simi mesabesindedir. Kader hükmüne muvafık olarak takdir, mikta­rını ihata ve tahdid etmektir. Kaza^. hükmüne uygun olarak işlemek­tir (plan ve program yapmak kader, bunu uygulamaya koymak ka­zadır). Umumî işe ve ilk tedbire hüküm denir. Kader külli sebeplere külli esaslar konulmasıdır. Kaza' külli sebeplerin mukadder hareket­leriyle mahdud ve muayyen neticelere yöneltilmesidir.

Filozoflara göre inayet Allah Taâlâ'nın ilminin, maslahata en uygun ve nizama en münasip olacak şekilde eşyaya taalluk etmesidir. Kaza ile Allah'ın ilminin varlıklara toptan taalluk etmesidir. Nasır Tusî'ye göre, bütün varlıkların aklî âlemde toplu olarak ve toptan mevcud olmasına kaza, bunların tek tek maddi âlemde ortaya çıkmasına kader denir. Diğer bir tabirle kaza mevcudatın . mücmel olarak en güzel nizam ve en mükemmel intizam üzere feyezan etme­sinin (ilk varlıktan taşıp gelmesinin) prensibidir. Yahut varlığın en güzel ve en mükemmel şekilde olması için nasıl olmak îayiksa öyle bilmektir. Kader, varlıkların kazada kararlaştırıldığı şekilde sebeple­riyle birlikte dış âleme çıkmasıdır. (Ezeldeki alın yazısına kaza, bu­nun dünyada tecellî etmesine kader ve kısmet denir). Bazılarına gö­re icmali ilme kaza, tafsilî ilme kader denir. Varlıkların aklî âlemde bulunması ibda' yoluyladır.

Sûfîlerin bu konuda tuttukları mezhep Eş'arîlerin mezhebine uygun­dur. Çünkü Feyz-i akdese kaza, feyz-i mukaddese kader derler. Feyz-i akdes ile âlem-i ezeldeki a'yân-ı sabite, (mahiyetler), a'yân-i sabi­tenin aslî istidadları hasıl olur. Feyz-i mukaddesle, bahiskonusu a'yânı sabite hâriçte, dış âlemde levazimi ve levahiki, yani nitelik­leri ve eklentileriyle hasıl olur. Allah'ın zatı, zâti ilahiye olması itibariyle tam olarak istiğna halinde olduğu için hiç bir şeye taalluk etmez. Fakat Allah'ın isimleri böyle değildir. Allah'ın kendisi için seçtiği ilâhî isimler, Hayy gibi ilahî bir isim hiç bir şeye taalluk et­mez.  Fakat diğerleri eşyaya taalluk eder.

Mutasavvıflardan bir grup kaza ve kaderin var olduğunu kabul ede­rek, “kaderi müşahade eden kimseden emir ve nehiy, dinî mükelle­fiyetler sakıt olur”, demişlerdir. Onlara göre dinî mükellefiyetler mahcûbîne (kendileriyle hakikat arasında hicab ve perde bulunan şahıslara), yani kevnî hakikatları müşahade etmeyen kimselere mahsustur. “Yakîn gelinceye kadar Rabbına ibadet et” (Hıcr, 99) âyetindeki yakîni, “Hakikati idrâk etmek, gerçeği kavramak” şeklinde anlıyorlar. Bu durum dinden çıkışı gerektirir. Âyetteki yakın, ölüm demektir. Akıl sahibi herkes ölünceye kadar dinî hükümlere riayet etmekle mükelleftir. Dinî teklifler ne şuhûd ile ne de diğer husus­larla asla ortadan kalkmaz. Cüneyd, dinî tekliflerin düşeceğine itikad eden mutasavvıfların halini zina ve hırsızlık yapmaktan daha kötü görmüştü. Yalnız bazıları şu yolda açıklamalar yapıyorlar: Arif Hakk'ı müşahede ederse, sevk ile meczûb olur da rusûm (ve zahirî ibadet­ler) ile meşgul olmaz. îfakat zamanına kadar zâhir-i rusûm ve iba­detler sakıt olur. Fakat İfakat zamanında, ölünceye kadar ibadet farzdır.

İlmî kemâlin gayesi marifetullah, Allah'ı tanımak, irâdedeki kemâlin gayesi Allah'a muhabbet ve O'na ibadettir.

Hayır ve ser

Çözümü zor meselelerden biri de hayır ve şer konusudur. Âlemde hayır da var, şer de var. Hayrın Allah'a nisbetinde şek ve şübhe edilmemektedir. Fakat şerrin Allah'a izafe ve isnad edilmesinde tereddüt edilmiştir. Halbuki bunda da tereddüde mahal yoktur. Âlemlerin yaratıcısı olan Hakk Taâlâ hayırı ve şerri hem irâde eder, hem de yaratır. Bütün âlemler onun kabza-ı kudretinde olduğu için kâinatta ondan başka mutasarrıf, mâlik ve kadir yoktur. Sadece şer­re Allah'ın rızası taalluk etmez, o kadar.

Mutezileye göre Cenab-ı Hakk hayrı irâde eder ve yaratırsa da şerri irâde etmez ve yaratmaz. Bundan dolayı Mutezile âlimi Abdülcebbar: «Allah'ı kötülük ve şer yapmaktan tenzih ederim», deyince Eş'arî plan tsferâinî, “Mülkünde dilediğinden başka bir şey olmayan Allah'ı tenzih ederim”, diye ona cevap vermişti.

Ser işlemek, ger kazanmak ve şerle muttasıf olmak çirkindir. Fakat şerri yaratmak böyle değildir. Meselâ çirkin bir adamı, mahir ve usta bir ressam, sanatın bütün inceliklerine riayet ederek tasvir ederse, o zatı takdir etmek, sanatına duyduğumuz hayranlığı dile getirmek için, “ne güzel resim yapmış!” deriz. Bu durumda resmi yapılan şeyin çirkin olması, resmin de çirkin olmasını ve güzel olmamasını gerek­tirmez. Bununla beraber Cenab-ı Hakk mutlak manâda hakimdir, hikmet sahibidir. Elbette şerri yaratmasında bir takım gizli hikmetler vardır. Her nekadar bu nevi gizli hikmetlerin künhünü ve mahiyetini tam olarak kavramak mümkün olmasa da, ilahî kudret ile varlık sa­hasına gelen kevnî ve maddî hadise bize göre açık olmasa da, yine de bu nevi şeylerin bir faydalı yönü vardır. Bazı fertlere zararlı görünen hadiselerin içinde genel fayda dercedilmiş olabilir. Bunu nasıl inkâr edebiliriz? Bu halde bir takım fiil ve hallerin şer olması bize nisbet-ledir. Biz kendi irâdemizle o şerri kesb ederiz. Allah Taâlâ o şerri bi­zim irâdemize göre vücuda getirir. Onun için “abd kâsib, Allah Hâlık'tır” (insan kazanır, Allah da yaratır). Ancak Allah'ın hayra rızası vardır, şerre rızâsı yoktur. Hayrı irâde ye tercih edenler mükâfat, şerri irâde  ve tercih  edenler ceza görürler.

Cenab-ı Hakk hayrı ilk kasdla, gaye ve nihayet olan kasdla; şerri de ikinci kasdla, vesile ve mebde olan kasdla kasdeder. Yani hayır biz­zat, şer ona tabi olarak kasd ve irâde edilmiştir. (Asi olan hayırdır, bizatihi maksud ve murad olan da hayırdır, sırf hayrın ne olduğu anlaşılsın diye ikinci ve ara maksat olarak şer İrâde edilmiştir). Hayır küllî, ger cüzidir. Hayır Allah'ın kazasında esas ve zatı itibariyle da­hildir. Şer ise ona tabi olarak ve arızî bir şekilde dâhildir. Hayır sı­fat ve fiilde, şer ise mef'ulde ve yapılandadır, fiilde ve işde değildir. Sıfatın hepsi kemâl, fiillerin hepsi hayırdır. Fakat mef'ulde ve yapı­landa hayır da vardır, şer de. Kâinattaki zararlı haşereler ve muzır hayvanlar, kötü fiiller üzerine arzu edilen güzel hayırlar tertib edilip bina kılındığı için yaratılmşıtır. Bu şekilde hayrı gerektirmeyen rnü-cerred ve saf bir şer yaratılmamıştır. Az şer çok hayra nisbetle göze görünmez, yok hükmündedir. Az şer terk edilse, çok hayır da terk edileceğinden, çok hayrı elde etmek için onun zımnında az şer de maksûd olur.

Yaratıklar ve varlıklar alemindeki mümkün hususlar beştir: 1. Hâlis hayır, 2. Üstün hayır, 3. Şerre eşit olan hayır, 4. Hâlis v-?r, 5. üstün (Râcih) şer. Allah'ın hikmeti ancak kendisinde cüzî şer bulu­nan hayr-ı râcihin yani hayır ciheti şer cihetine galib ve üstün olan hayrın varlığını gerektirir. Kendisinde hiç bir şekilde hayır bulunma­yan hâlis şerrin, cüzî hayır bulunan şerr-i râcihin, hayra musavî olan şerrin varlığı, bu nitelikteki bir şeyin mevcudiyeti Allah'ın ideal olan hikmetine aykırıdır; Artık kâinatta hiç bir cüzî şer yoktur ki külli hayrı ihtiva etmesin. îşte bunun için âyette «Hayır senin elindedir, ya Rab», denilmiştir. Yoksa “Allah, her şeye kadirdir” mealindeki âyet gereğince şer de Allah'ın elindedir. Şerrin tümü yokluğa, yokluk da hayra râcidir. Yokluğa vesile olan sebepler sırf bu bakımdan ser­dir. Sırf var olması cihetinden bu vesileler şer değildir. Hakim-i rnüteâl her ne yaratmışsa, onun vücudu 'ademinden evlâ', varlığı yoklu­ğundan  daha   İyidir.   Yaratılıştaki   temel   hikmet   budur.   Nefsin   icad olunmasında bir şer varsa da, bu şerri icad etmek, külli hayra nisbetle cüzîdir. Nefsin varlığı yokluğundan hayırlıdır. Eğer nefs böyle yaratılmamış olsaydı, ona terettüp eden büyük hikmetlerin ve masla­hatların elden kaçması lazım gelirdi. Bu ise eksiklik olacaktı. Bakara suresinin 30. âyetine göre yeryüzünü ifsad eden ve orada kan döken insanın yaratılışmdaki hikmeti melekler bile bilmediklerinden insan­da bir şer görmüşlerdi. Hâkim-i müteal ona bağlı olan hayrı bildiği, için meleklere: “Ben sizin bilmediğinizi biliyorum”, buyurmuştu. Şerli nefslerin mevcudiyeti, var olmaları itibariyle hayırdır. Ona şer, hayır maddesinin kesilmesiyle arız olmuştur: İcad ve imdad (ilahî inayet) hayırdır, şer değildir. Hayırda icad ve imdad vardır. Serde icad varsa da imdad yoktur icad hayırdır. Şer, imdadın olmayışından ileri gelmiştir.

Cenab-ı Hakk farklı varlıkların hepsini icad etmişse de, hepsine imdad etmemiştir. İmdadı terk ettiği varlıklar serdir. Hikmet-i subhaniye hangi şeyin icad ve imdadını icab ettirmişse, o şeyi icad ve imdad etmiş, icadı gerektirmiş, fakat imdadı" gerektirmemişse icad etmiş, ama imdadı terk eylemiştir. Şerrin hepsi zulümdür. Meselâ yerini bulan ceza, sırf tatbik edildiği yere göre serdir. Çünkü o yere elem vermiştir. Pakat failine ve tatbikçisine nisbetle hayırdır. Zira cezayı yerine koymuştur.

Yaratıklar âleminde görülmekte olan serlere bir takım hayırlar ve göz kamaştırıcı alâmetler terettüp eder. Meselâ şirk ve küfre birtakım göz alıcı hikmetler ve aşikâr deliller terettüp eder. Şayet küfür ve şirk olmasaydı bu âyetler, deliller, hikmetler ve maslahatlar ortaya çıkmazdı. Küfür ve şirkin fiilî varlığı olmasaydı, Allah kelimesi nasıl yüce olurdu? Nuh kavminin küfrü olmasaydı Tufan gibi bir âyet ve mucize zuhura gelir miydi? Âd kavminin küfrü olmasaydı, Rıh-i akim (fırtına, tayfun) zuhura gelir miydi? Firavn küfrü olmasa, şimdiye kadar söylenegelen mucizeler zuhur etmezdi. Onları yerle bir eden ve bu nevi ilahî mucizelerle helak olan kavimler, bir delile dayanılarak mahvedilir, hayat bulan bir millet de bir delile istinaden hayat bulur ve dirilir  (Bk. Enfâl, 8/42).

İşte bununla Allah'ın fazlı, vaadi ve hikmeti zahir olur. Peygamber­lerin doğruluğu tecellî eder. Cenab-ı Hakk'ın o kavimleri helak et­mesi, Resullerin doğru söylediklerinin en açık ve en büyük delilidir. Bedir savaşında Kureyş müşriklerinin o şevketi ve sayı üstünlüğü ol­masaydı hidayet, hayır ... ilh gibi ona bağlı büyük mucizeler hasıl olmazdı.  O  olmasaydı bu da  olmazdı.

Bir kere düşünün: Mekke'den hicret mefsedeli nerede? Mekke'nin fethi münasebetiyle gâlib ve muzaffer olarak Mekke'ye girmek masla­hatı nerede? Bu maslahata nazaran o mefsedet göze bile görünmez. Keenlem yekûn hükmündedir. Allah Taâlâ'mn düşmanlarına verdiği belâlar, dostlarına yaptığı insanlardaki hikmetler ve maslahatlar da pek çoktur. Allah Taâlâ, Hz. Musa'yı ve O'na tabi olanları düşmanla­rının şerrinden kurtardı, düşmanlarını onların gözleri önünde mah­vetti. Bu mucize karşısında  Ailah'a karşı öyle zikir, Öyle şükür, öyle

mahabbet, öyle ta'zim ve iclâl hasıl oluyor ki. bu maslahatların tıra­şında erkek çocukları öldürmek ve kadınları sağ bırakmak gibi mefsedetler yok olup gidiyor. Hz. Musa'nın kavmi, Firavn'a kul ve köle olma zilletinden kurtuluyor, nimetlere nail oluyor. Çocukların boğaz­lanması esnasında tattıkları elem, Firavn ve avanesine kul ve köle olma zilletinden meydana gelen elemden çok daha hafif oluyor. Kula kul olma elemi ne kadar şiddetli ve acı bir elemdir! Bu hadisedeki maslahat gâlib, mefsedet mağlubdur, hiç hükmündedir. Eğer bu se­bepler muattal bırakılsa, hikmet ve mucizeler de muattal olurdu. Fa­kat insan çok zâlim, pek câhildir. Rabbına, azametine, celâhna, hik­metine, ilahî sanattaki mükemmelliğe karşı insan çok cahildir! Buradaki cüz'î mefsedetler ve serler tamamiyle sıcaklık ve soğukluk­taki, yağmur ve kardaki cüzî mefsedet ve kötülükler gibidir ki, ihtiva ettiği çok miktardaki maslahat ve menfaata nazaran önemsizdir, yok gibidir. Nitekim yağmurun, karın yağmasında, rüzgârın esmesinde, güneşin doğmasında, hayvanların ve bitkilerin yaratılmasında görülen şer,  hayra   nisbetle  yok gibidir.

Evet   yağmur   yağmakla   ovalar   harab   olur,   yollar   bozulur... “Eğer yağmurda sizin için bir eza var ise...”  (Nisa, 4/102). Güneşin   doğmasında. seferde ve  hazarda olan  için   ne   elem   vardır! Soğuklukta ve  sıcaklıkta  ne kadar izdırab mevcuttur! “însan yaz gelince kışı  ister, kış gelince o isteğini inkâr eder, kişi hiç bir halinden memnun değildir, Allah kahretsin, bu insan ne kadar da çok nankördür”.

Dünyadaki lezzetlerin en büyükleri yeme, içme, giyinme, cinsi- arzu­ları tatmin etme, baş olma arzusudur. Dünyadaki insanların maruz kaldıkları elemlerin çoğu, belki tümü buradan hasıl olur. Elemler ıztıraplar ve sıkıntılar olmasaydı; cesaret, zühd, iffet, hilm, mürüvvet, sabır ve ihsan gibi insanlara mahsus kemâl halleri gerçekleşir miydi? Elemler, kendinden daha büyük ve daha devamlı olan hazlara sebep olduğundan, akıl ona tahammül edilmesine hükmeder. Ekseriya acılar sıhhata sebep olur. Elem olmasa sıhhat elden gider. Gönüllerin ve ruhların sıhhati bedenlerin elem çekmesine ve sıkıntı içinde olmasına bağlıdır (oruçta olduğu gibi, perhiz de böyledir). Hastalıklarda nice faydalar vardır! Hoşa gitmeyen şeyler bazan hoşa giden şeylere Öyle­sine vesile ve sebep olur ki, öyle bir vesile ve sebep bulunmaz! Cenab-ı Hakk en büyük lezzet ve hazları sıkıntılarla örtmüştür. Sı­kıntıları en büyük hazlara ulaşmak için köprü yapmıştır. Ayrıca en büyük elemleri şehvet, arzu ve hazla kaplamıştır. Şehvet, arzu ve hazları en büyük eleme ulaşmak iğin bir köprü kılmıştır. Bilge kişiler “nimete nimet ile nail olunmaz, rahata rahat ile ulaşılmaz”, demiş­lerdir. Hastalığın, elemi ve sıkıntısı nimet sebebi olduğu için nimet­ten sayılır. “Cennetin berisinde sıkıntılar, cehennemin berisinde haz­lar vardır”  (Hadis).

Bütün bu mefsedetler, elemler ve zararlar, o maslahatlar, hazlar ve faydalarla örtülmüştür, bunlara nazaran onlar yok hükmündedir. Eğer bu mefsedet ve elemler yok edilse, bunun yok olmasiyle bu  elemden daha büyük maslahat, lezzet ve hayırlar da yok olmuş olurdu. Fazla önemi olmayan menfi hususlar yok olsa, çok mühim olan müsbet un­surlar da onlarla birlikte yok olup giderdi,

Cenab-ı Hakk zıdlan zıdlardan, diri olanı ölü olandan, ölü olanı diri olandan, yaşı kurudan, kuruyu yaşdan çıkarır. Hazları elemlerden, elemleri hazlardan meydana getirir. En büyük hazlar elemlerin se­meresi ve neticesi, en büyük elem de hazlann semeresi ve neticesi­dir. Haz, neşe, hayır, nimet, afiyet, rahmet, maslahat bu ibtila ve im­tihan âleminde sıkıntı, musibet ve dertle doludur. Hayır ve nimet zıdlarından, kolaylık da zorlukdan daha çoktur. “Şüphe yok ki, bir zorluğun yanında iki kolaylık vardır” (İnşirah, 94/5). Allah'ın rahmeti gazabını, affı cezasını geçmiş ve geride bırakmıştır. (Hadis) mükellef olmayan hayvanların maruz kaldıkları elem ve sı­kıntılara gelince, bu sıkıntı ve elemler maslahat ve menfaata nisbetle göze görünmez durumdadır, hiç hükmündedir. Hayvanların nail ol­dukları iyi ve faydalı şeyler, duçar oldukları kötü ve zararlı şeyler­den pek çoktur. Hayvanlarda görülen elem, o elemden daha fazla bir afiyet; kuvvetine, sıhhatına ve kemâline hazırlık veyahut o eleme hiç bir şekilde nisbet edilmeyen ve mukayese kabul etmeyen bir karşılık vardır. Eğer insan ve hayvan bu maddî âlemde acıkmasa, susamasa, acı duymasa, bu dünya ebedî âlem, öbür dünya olurdu. Mutlak manâ­da kâmil bir lezzet yeri olurdu. Halbuki Haİlak-ı cihan bu kevn ve fesad âlemini böyle kılmadı. Aksine elemini haz ile, neşesini hüzün­le, sevincini dertle, ferahlamasını gamla, sıhhatini hastalıkla beraber kıldı. Elemler ruh ve bedenler için deva olunca, hayvanlar için bir kemâl olur. Allah Taâlâ insanı diriltmek için öldürür. İnsan ve canlı­ları, kemâl mertebelerinde, son kemâle kadar bir tavırdan diğer bir tavra intikal ettirerek sebepleriyle sevkeder. Onun kemâli bu sebeplere bağlı olur. Dünyadaki elemlerin hepsi, âhiretteki nazlara nazaran bir zerrenin bir dağa nisbetinden daha küçüktür. Âhiretteki elemlere nis­betle dünyadaki hazlar da böyledir. Cenab-ı Hakk elem ve hazları abes olsun diye yaratmamıştır. Elem ve sıkıntı ya ihsan, rahmet, adi ve hikmettir veya ondan sonra hâsıl olacak bir hayrı ıslah ve onu ha­zırlamaktır, veyahut da daha zor bir elemi def içindir. Elem bizzat nimet ve hazzın levazımı ve ayrılmaz bir parçası olduğu İçin ondan meydana gelmiştir. Veyahut ihsan, adi ve fazlın levazımından olduğu için elem hayır olmuştur. Eğer bu hayır yok edilecek olsa, onun yok edilmesinden, bu elemlerin zararından daha büyük bir hayır da im­ha edilmiş olur.

Velhasıl, şer, ne zatında, ne sıftalarında, ne isimlerinde, ve ne de fiillerinde Cenab-ı Hakk'a nisbet edilemez. Allah'ın zatı mutlak ke­mâl, onun sıfatları da mutlak kemâldir. Allah'ın bütün isimleri, isim­lerin en güzeli (esma-i hüsna), fiilleri tümüyle hayır, merhamet, ada­let ve hikmettir. Onda şer namına bir şey yoktur. Şer yaratılanda ve yapılandadır. Bunlar da Allah'ın zatından ayrıdır. Çünkü onun fiili mef'ulunden ayrıdır. Fiilleri tamamiyle iyidir, fakat mef'ul ve mahlûkda hayır da vardır şer de. Şer mahlûk ve ayrı olursa, Cenab-ı Hakk ile kaim olmazsa Hakk Talââ'ya da nisbet edilmez. Cenab-ı Hakk insan nefsini irâde ve ihtiyar ile hareket edecek şekil­de yaratmıştır. İnsanî nefs, kendi kemâlini elde etmek için hareket eder. Nefsin bu hareketinden hayır da şer de meydana gelir. Nefste doğuştan var olan hareket, onun zatının gereğidir. İnsan nefsi ancak bu gibi levazım ve nitelikler ile insanî nefs olur. “Nefsler neden sü­rekli olarak hareket eder halde yaratılmıştır”, denemez. Çünkü bu söz aynen “nefs niçin nefs olmuştur”, “ateş niçin ateş olmuştur”, demektir. Nefs böyle, ateş öyle olmasaydı nefs nefs olmaz, ateş ateş olmazdı. Nefsin böyle yaratılmış olması Allah'ın kemâl ve ikramının eseridir. Kendisinden hayır da şer de zuhur eden insan acaba tabiatı itibariyle hayırlı ve iyi midir, yoksa şerli ve kötü müdür? Yaratılışı gereği hay­rı mı şerri mi işler? Doğuştan bunların hangisine daha fazla meyle­der? Bu noktada âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda daha doğru görünen fikir şudur: “İnsanın kesbi lehine, iktisabı aleyhinedir” (Ba­kara, 2/268), âyetine göre hayır, kesb, şer iktisab edilmiş şeydir. Vahidî'den naklen, “Kesb ile iktisab arasında bir fark yoktur”, deni­liyorsa da, bazı araştırıcılara göre ikisi arasında fark vardır. “Amel” ile ti'timâl” arasında nasıl fark varsa, kesb ile iktisab arasında da öylece fark vardır. Amel işlemek, i'timâl zoraki işlemektir. Kesb ka­zanmak, iktisab külfetle ve kendini zorlayarak kazanmaktır. Bu far­ka göre insan hayrı tabiî olarak, şerri gayr-ı tabiî olarak işler. Hayra içinden gelerek, şerre göreneklere bakarak meyleder. Yetişme tarzının, terbiyenin ve çevrenin insan üzerinde pek çok tesiri vardır. İnsan, hayat kavgaları arasında, insanoğlunun sırf menfaat hırsına dayanan galibiyet kurma mücadeleleri arasında yetişir. Böy­lece şerre meyleder. Bilhassa karakteri bozuk olan kavimler arasında yetişirse, şerre meyli daha çok olur. Bunlardan uzaklaşırsa in­san hayra meyleder. Esas fıtrata dönerse, sadece hayır işler. Şer, ya­ratılışın kendisinde bulunmayan bir takım arızî sebeplerden dolayı ortaya çıkar. Onun için hayır umumî bir esas, şer ise terk edilebilir bir arazdır. Hayır zatî, şer izafîdir.

İnsanın yalan söylemesi tabiî değildir, çocuk doğruluk üzere yetişir. Yalanı halktan işitir, çevresinden öğrenir. Çocuk görür ki, bir şeyi tasvir ederken yalanda mübalağa eden kimsenin sözü halka hoş gelir. O da halka hoş görünmek için yalana meyleder. Şerri halk sevmez, sa­hibinden nefret eder. Bir kimseye yalancı veya fahişe denilse, o kimse bundan asla hoşlanmaz. Kendisinin hakarete duçar olduğunu fark eder.

İnsan herhangi bir şerri iktisab edince, içinde bir burukluk hisseder, âdeta vicdanının derinliklerinden kopup gelen bir sesin, kendisine “sakın bunu yapma!”, dediğini duyar. İnsanın vicdanındaki hatif ses, öyle bir ilahî ışıktır ki, asla sönmez. Sahibini kınar, hesaba çeker. Kötülük işleyenler vicdan azabı içinde kıvranır dururlar. Fakat na­diren böyle olmayabilir. Nadiren de olsa insanın şerle ülfet ettiği vakidir. Hatta şer bir kimsenin tabiatı ve huyu haline gelirse, şerre teşebbüs esnasında, veya şerri irtikâb veyahut da şerri yaptıktan sonra içinde bir çirkinlik ve rahatsızlık duymaz. İşte böyle kişilere şerli İnsan, denir.

İnsanın Allah'a ibadete meyletmesi tabiidir. Çünkü nimeti verene te­şekkür etmek insanın tabiatında mevcuttur. Bunun eseri herkeste gö­rülür. Nimeti verene teşekkür etmenin en az derecesi ona karşı tabii olarak güleryüz göstermek ve neşe ile karşılamaktır.İnsan hayır iş­lemek için kendini zorlamaya ihtiyaç duymaz. Bilir ki, herkes ihsan -ve ikramda bulunan şahsa- güleryüz gösteriyor, ondan hoşnud ve mem­nun oluyor.

İnsana en çok zarar veren şey, başkasının haline bakmasıdır. Bunun için biz ahlâk yönünden madun ve ast olanlara bakmakla memuruz. Maduna bakan kimse kendisine verilen şeye razı olur. Şer kaynağı olan hasedden uzak kalır.

İnsan maduna ve ast olana, kendisinden daha fakir ve daha çaresiz olana bakmalı, hasedden uzak durmalı; ümmet, cemaat ve millet ise mafevke, üste, daha zengin ve daha ileri durumdaki milletlere ve cemaatlara bakmalı, onları geçmek için müsabaka yapmalıdır, “însan, tabiî olarak şerîi ve kötüdür”, diyenler, insanların çoğunda gördükleri şerre bakmaktadırlar. Fakat tabiatın ve içgüdünün ne de­mek olduğunu, kaynağını tahlil etmiyorlar, eksik istidlalde bulunu­yorlar.  Binaenaleyh insan tabiî olarak  ve doğuştan  şerli  değildir.

Yeni felsefede hayır ve şer  konusu

Cenab-ı Hakk, inayet sahibidir. Allah bu ilahî inayeti ile âlemi ya­ratmış, varlığım korumuş ve idare etmiştir. O çok cömerttir, âlemin nâzımıdır. Bunun için âlem de bediî bir şekilde tanzim edilmiştir. , Âlemdeki güzel nizam ilahî inayetin eseridir. Kâinatta şerrin var olduğu şüphe götürmez. Bu husus, bazılarını ilahî hikmet ve inayet konusun­da tereddüde düşürmüş ve “âlemi yaratan bir Allah varsa şer niçin vardır? Cömert olan Allah şerri niçin yaratmıştır? Şerri önlemeye cö­mertliği veya gücü mü yetmiyordu?” demelerine sebep olmuştur. Şerrin üç kısmı:

1. Metafizik  (mâba'dettabiî)  şer: Tabiî olarak varlıkların eksik yara­tılmış olmasıdır. Aslında bu hakikî bir  şer değildir.

Mahlukatın eksik olması zaruridir. Çünkü Allah illet, yaratıklar onun ma'lûludur.  Elbetteki ma'lûl ve netice illete ve sebebe nazaran eksik olacaktır. Yaratılan varlıklar, her yönden mükemmel  olsa, hiç   bir bakımdan  eksik olmasa, o zaman   illet ile ma'lûl arasında fark  olmazdı. Bu âlemin eksik olarak var olması hiç var olmamasından da­ha  iyidir.  Varlık,  var  olması İtibariyle hayırdır,  iyidir  ve     güzeldir. Onun için metafizik şer aslında şer değildir.

2. Manevî  şer:  Günah   manevî  serdir.   Bu,  hakikî  bir  serdir.  Âleme ithal edilmiş bir  nizam yokluğudur.  Fakat bunun da kaynağı insan­daki  irâde-i  cüziyedir.   İnsanın  cüzî  bir  irâdeye  sahip  olması,  olma­masından  daha iyidir.  Evet insanda  cüzî irâde  olmasaydı,  günah  iş­lemezdi ama o zaman fazilet ve sevabı da hak etmezdi, îrâde-i eüzi-yesinden   istifade   eden   bir   insan,   bundan   faydalanmayandan     daha

yüksek ve daha kâmildir, irâde-i cüziyesini kötüye kullanarak gü­nah işleyen kimsenin kusuru kendisindendir. Allah'tan değildir. Onun İçin manevî ve ahlaki şer insandandır. Allah'tan değildir.

3. Maddî şer: Elem ve ızdırabtır. Âlemde dert ve kederin var olduğu inkâr edilemez. Bu ızdırab ve acının kaynağı da irâde-i cüziyedir, denilebilir. Bu şer de metafizik ve manevî şer gibi Allah'tan değildir. Haz ve elemler araştırılırsa görülür ki, ne zaman tabiat kanunlarına ve sünnetullaha riayet edilse orada bir haz vardır. Aksine ne zaman bu kanunlara karşı gelinirse bir elem hasıl olur. Demek ki, âlemin tabiî nizamı güzeldir, ondan şer doğmaz. Bu nizamı Allah müstakillen ortaya koyduğu için şer ondan gelmez. Tabiat kanunlarına boyun eğmemeye kadir olan yegâne şey irâde-i cüziyedir. Böylece elem ih­tiyar ve irâdeye dayanıyor. Tabiat kanunlarına uymamaktan dolayı meydana gelen nizamsızlıktan ileri geliyor. Kısaca, elem ve derd Al­lah'ın  eserini ihlal eden ve nizamını  bozan fâsid irâdeden doğar.

Âlemin kıymeti

Âlemin ve kâinatın değeri konusunda beş türlü izah vardır.

1. Bu konu hal  ve  izah  edilemez.  Pozitivizmin  görüşü budur.

2. Âlem, yaratılması imkân dahilinde bulunan varlıkların  en güze­lidir. Zira Allah Taâlâ'nın keremi ve ihsanı sonsuz olduğu için en gü­zel âlemin yaratılmasını tercih etmiştir. “Var olan âlemden daha gü­zelinin yaratılması  imkân dahilinde değildir”, diyen Gazali, bu görüşü benimsemiştir. Leibniz ve Malebranche bu düşünceyi    savunmuş­lardır.   (Vucûb   ale'llah   ve   eslah   alellah'tan   bahseden  Mutezile      ile Vakti et-i   vücudcüları   da   bu  kısımda   mülahaza   etmek   doğru   olur). Buna, mutlak istihsaniye ve mutlak optimizm, denir.

3.  Âlem   güzeldir   ama   mümkün   olan   varlıkların  da   en  güzeli   de­ğildir, bediîdir,  ebda' değildir. Bundan daha güzel bir âlemin yara­tılması mümkündür. Elemi, sıkıntısı ve şerri daha az olan bir âlem, bu âlemden daha iyi olur. Allah Taâlâ'nın, yaratılması mümkün   olan en iyi âlemi tercih ederek var kılması zarureti yoktur. Buna istihsa-niye-i izafiye mezhebi adı verilir.

4. Bu âlem, yaratılması imkân dahilinde bulunan âlemlerin en kötüsüdür. Mutlak olarak kötüdür. Hayat sürekli bir sıkıntıdan ibarettir. Buna istikbahiyeti mutlaka, mutlak pessimizm adı verilir. Schopenhauer'irı mezhebi budur. Maarrî de böyle düşünür.

5. Bu âlem kötüdür, ama en kötü de değildir. Bu hayat, devamlı bir gafil avlanma hayatıdır. Buna izafî istikbâhiye mezhebi denir. Hart-man'm görüşü budur.

Cenab-ı Hakk bu âlemin değerini mutlak surette sabit tutmamıştır. Bu­nu insanın irâde-i cüziyesine bırakmıştır. İnsanlar âlemdeki nizamı ya muhafazaya çalışır veya onu eksiltmeye gayret eder. îyi insanlar âlemdeki nizama uyar ve onu korurlar. Bunlar âlemin tuzu gibidir. Kötü kimseler ise âlemi ve ondaki düzeni ifsad ederler, çirkinleştirirler. Kısaca bu âlem yaşamaya değer. Zahmeti ve1 sıkıntısı  çekilmelidir. Çünkü âlemdeki nizama tabi olarak mesud bir şekilde yaşamak da bu nizama uymamak sebebiyle elem ve dert İçinde yaşamak da cüzî irâdemize bağlıdır, (tzmirli, Yeni ilm-i kelâm, II, 200-225). Hayır-şer, kaza-kader konusunda çok şey söylenmiştir. Bu mesele en geniş boyutlanyle ele alınır ve bütün cepheleriyle tetkik edilirse da­ha iyi anlaşılır. Konunun boyutları ve sınırları daraldığı ölçüde me­selenin anlaşılması zorlaşır. Bu konu üzerinde düşünülürken, daha evvel edinilen bilgilere bağlı kalmamak meselenin daha iyi anlaşıl­masına yardımcı olur. Bu konunun fizikî, maddî, felsefî, metafizik ve dinî unsurlarıyle ortaya konulması konuya açıklık getirir. Konuya tek bir yönden bakılması müphemliğe sebep olur. Burada şu konuları da kısaca belirtmeliyiz:

1. Sirr-t kader. Kader konusu ana hatlariyle ve umumî bir  şekilde incelenir,  tafsilat ve   teferruatına girilemez.     Mukadder  olan şeyleri Allah'tan başkası bilmez. Kimin kaderi,  nedir ne değildir, bunu sa­dece Allah bilir. Onun için bu konu bir sırdır. Şayet mukadder olan şeylerin hepsi  önceden bilinse,  o zaman  yaşamanın manâsı     kalmaz. Bu,  neticesi  bilinen  bir filmi  seyretmeye  veya  sonucu  malum olan bir romanı okumaya benzer. Zuhur ve tecellî suretiyle ortaya çıkan hadiseler hakkındaki sır ne ölçüde saklanabilir ve gizli tutulursa, hayat o ölçüde manidar ve zevkli olur. Onun için kader bir sır olmuş­tur. Bu sır çok nadir hallerde ve münferit tek tük vakalarla ilgili ola­rak vahiy suretiyle nebilere, ilham suretiyle velîlere ifşa edilmiştir.

2. Kâinat, sırlar ve meçhuller âlemidir. Elbette ki ilimler   ilerle­yecektir ve ilerlemelidir de. Fakat ilimlerin ilerlemesi eğer bir sırrı ifşa eder ve bir meçhulü malum hale getirirse, en az insanı on adet yeni  sır  ve   meçhulle   karşılaştırmaktadır.   Onun   iğin,  insanoğlunun yeryüzünde milyarlarca sene yaşaması    imkânı bulunsa  ve bu  süre içinde de devamlı olarak sırlar çözülse, meçhuller bilinir hale getiril­se, yine de bilinmeyenler bilinenlerden çok olacaktır. îşte kader insan­oğlunun bu sırlar ve meçhuller karşısındaki bilgisinin sınırlı ve sonlu olmasından ileri gelmektedir. İnsan her şeyi bilmediği, mutlakı idrâk edemediği sürece sırlar ve meçhullerle karşı karşıya gelecek ve kade­re iman onun için kaçınılmaz olacaktır. Kader, insan bilgisinin mah­dut  oluşu,  sırlar  karşısında insanın, âciz kalışıdır. insan  Allah  kadar ilim sahibi olmadığı sürece -ki buna imkân yoktur- kadere inanmaya mecbur olacaktır.

[77] Allahım, kavmimi hidayete erdir. Çünkü onlar ne yaptıklarım bilmi­yorlar” Bk. Suyutî, Tahrîc; Beyhakî; Şuab.

Bu hadise benzeyen şöyle bir hadis de vardır: “Allahım Kureyş'e hida­yet nasip eyle”. Camiu's-sağîr, I,  56.

[78] Mutezileye  göre,   insanın  maslahatına,  menfaatına,  çıkarına  ve yara­rına en uygun şey ne ise, onu yaratmak Allah üzerine vacibdir, farzdır, borcdur, vazifedir. Aksini düşünmek mümkün değildir. Allah her insan için en uygun olan ne ise onu yaratır. Bu inançtan bir iyimserlik (nikbinlik, optimizm) doğar. Allah'ın hür ve serbest İrâdesini maslahat ve menfaat unsurları ile bağlayan ve sınırlayan bu inanç, Eş'arî-nîn Mutezile mezhebinden ayrılarak Eş'arîlİği kurması sonucunu do­ğurmuştur.

Hikmet ve illet

Hüsün ve kubuh konusunun esasını îrâde-i cüzîye ile hikmet meselesi teşkil eder. Cebriye ile Eş'arîler bu iki hususu reddettikleri için güzelliğin ve çirkinliğin hakikî ve aklî olduğunu reddetmişler, Mutezile ile Maturidîler de bu iki esası kabul ettiklerinden hüsün ve kubuhun hakiki  ve aklî olduğuna kanaat getirmişlerdir.

Mutezile ile Maturidîlere göre Allah'ın yarattığı ve emrettiği her şey­de bir hikmet, maslahat, menfaat, sebep ve illet vardır ve insan aklı tarafından anlaşılabilir ve kavranabilir. Cebriye ve Eş'arîler bu ne­vi bir hikmeti ve illeti reddeder ve kabul etmezler.

Eş'arîlerin görüşü

Allah'ın fiillerinin bir takım garaz, maksat ve illetlerle muallel olması, O'nun şanına aykırıdır. Çünkü bu bir eksikliktir. Zira bir işi bir maksada ve hikmete göre yapmak demek, o maksat ve hikmetle eksiği tamamlamak demek olur. Bu takdirde, fail o maksat ve hikmetle mükemmelleşiyor, maksat ve hikmet de onu ikmâl ediyor, tamamlıyor, demek olur. Allah böyle olmaktan mukaddes ve münezzehtir. Âlemde, varlığında hiç bir fayda bulunmayan bulaşıcı hastalıkların ve zararlı yaratıkların mevcud olduğunu görüyoruz. Eğer Allah'ın fiillerinin hikmet ve maslahat ihtiva etmesi lazım gelse, bu gibi şeyle­rin var olmaması gerekirdi.

Allah her şeyi bir hikmete ve illete göre yapar, demek, O'nun yüce ve mutlak irâdesini hikmet ve illet adı verilen bazı şeylere tabi kıl­mak, hikmet ve illeti de ilahî irâdenin metbuu haline getirmek olur. Bu duruma göre bir işi yapan gerçi Allah oluyor ama Allah'a da o işi yaptıran hikmet ve illet adı verilen şeyler oluyor. Allah faildir ama onun üzerinde de hikmet ve illetler tesirli oluyor. Böylece Allah'ın tamamen hür, serbest ve muhtar olan irâdesi, hikmet ve illet deni­len şeylerle kayd altına almıyor, kısıtlanıyor, sınırlanıyor. Bu ise “fâil-i muhtar” fikrine uymuyor. Allah'ı “mucibim bizzat” hale ge­tiriyor.

Cebriye diyor ki: Allah'ın halkında, icadında, emrinde, nehyinde ve şer'î hitaplarında hikmet, maslahat, illet ve gaye aranmaz. Bu sebeple iyi ve güzel ameller sevaba, kötü ve çirkin fiiller cezaya sebep olmaz. Güzel fiillerde güzellik, çirkin fiillerde çirkinlik namına bir şey yok­tur. Hangi fiillere Allah'ın emri taalluk ederse o fiil güzel olur, hangi fiilleri Allah yasaklarsa o fiiller çirkin olur.

Onun İçin, emredilen bir şeyin yasaklanması, yasak olan bir şeyin emr edilmesi esas itibariyle mümkündür. Bu suretle de güzellik ve çirkinlik ters hale gelir. Meselâ küfür, zulüm ve her nevi dinî haram­lar yasaklanmayıp emr edilmiş olsaydı, caiz ve mümkün olurdu. Böy­lece onlar güzel fiiller sayılırdı. Tevhid, adi, ihsan, doğruluk ve şükür gibi dinen emredilen hususlar, emr edilmeyip, bilakis yasaklan­mış osalardı caiz ve mümkün olurdu. Bu takdirde bu nevi şeyler çir­kin sayılırdı. Takat Allah böyle yapmamış, birincileri men, ikincileri emr etmiştir. Birincilerin nehyedilmesinde de, ikincilerin emredilmesinde de hiç bir hikmet ve maslahat yoktur. Hikmet ve maslahat ilahî emir ve nehyin kendisidir, onun dışında değildir. Ameller sevaba ve cezaya sadece alâmettir. Mûcib sebep değildir. Eş.'arîlerin bir kısmı bu hususta cebriyeyi takip etmişlerdir. Onlar me­seleyi bu kadar açıkça ortaya koymamışlarsa da, insan irâdesini ve hikmet-i ilâhiyeyi inkâr ettiklerinden yukardaki açıklamalar netice olarak onlara  da  şâmildir.

Maturidîler in  görüşü

Allah'ın fiillerinin hikmet, maslahat ve illet ile münasebet halinde ol­masının Allah'ın şanına yakışmadığı iddiası kabul edilemez. Aksine Allah'ın fiillerinin hikmeti, maslahatı ve bir gayesi bulunmadığını id­dia etmek onun şanına layık değildir. Zira bir fiilde hikmet ve mas­lahat bulunması kusur değil, kemâldir. Bir fail ne derece kemâle haiz olursa, fiilleri de o derece hikmetli olur. Çünkü kemâl kemâli getirir. Allah kemâl-i mutlaka sahip olduğundan fiilleri de son derece kâmil, onun için de hikmet-i bâliğayı ihtiva etmektedir. Bir fail için asıl kusur, fiillerinin hiç bir hikmete hâiz olmaması ve gelişi güzel vü­cûda gelmesidir ki, abes ve sefeh denilen şey işte budur. Bu ise değil Hakk Taâlâ'ya, insana bile yakışmaz.

Zararlı hayvanlar gibi şeylere gelince, âlemde bazı şeyler vardır ki, ilk bakışta ve zahiren faydasız, belki de zararlı görünmektedir. Fakat bunlar dikkatli bir şekilde tetkik edilirse, çok faydaları olduğu ortaya Çıkar. İnsan aklı, kâinatta mevcut olan varlıklar ve hadiselerdeki ilahî hikmetlerin tümünü henüz hakkıyle keşf ve İdrâk etmiş değildir. Za­ten buna insan zekâsının gücü de yetmez. Hastalık ta böyledir. Bun­ların var oluşunda hiç bir hikmet ve fayda yoktur, denemez. Bir şe­yin hikmet, illet ve faydasının insan aklı tarafından anlaşılması ve kavranması başka, bunların gerçekte var olmaları daha başkadır. Bir şeyin var olduğunun veya hakikatinin aklen idrâk edilememesi o şeyin varolmamasını gerektirmez. Aşikârdır ki, Allah'ın fiillerinde var olan fayda ve maslahat kullarına aittir, kendisine değil. Eğer Allah'ın fiillerinde ve emirlerinde hikmet, illet, maslahat ve menfaat yoksa, fıkıhtaki kıyasın lüzumsuz, hatta zararlı olması icap ederdi. Zira gaye, sebep, hikmet ve illet gibi hususlar olmadan bir kıyasın yapılması imkânsızdır, tllet-i camia denilen husus olmadan kıyas yapılamaz. Alemde hiç bir şey sebepsiz ve hikmetsiz, varlık sahasına gelmez. Al­lah neticeleri sebeplerine rabt etmiştir. Bu konuda değişmez kanunlar koymuştur. Tabiatta böyle olduğu gibi, Şeriatta da böyledir. Teşrî'-deki hikmetin gereği olarak şer'î hükümler umumun çıkarına tabi ve merbuttur. Din ve şeriat vaz'mdan kasdedilen asıl hikmet ve gaye de nizam-ı âlemin mukadder zamanda bekâsını temin ve insanlık âlemi­ni esas gaye alan kemâl haline ulaştırmaktır. Mutezile ile Maturîdîler arasında irâde-i cüziye konusunda fark bu­lunduğu gibi ilahî hikmet nazariyesi meselesinde de fark vardır. Mu­tezile, Allah'ın fiillerinde hikmet ve maslahatın “vücûb ve zaruret” yolu ile mevcud olduğu kana atın dadir. Daha ileri giderek eslah-ı ibad'a, yani insanların menfaatma en uygun olan şeye riayet etmenin Allah üzerine vacib olduğunu söyler.

Maturidîler ise, ilahî fiillerdeki hikmet ve maslahatın, “lütuf ve ihsan” yolu ile mevcud olduğu kanâatmdadırlar. Mutezile Allah'ın fiillerinde hikmet ve maslahatın bulunması vaciptir, der. Maturidîler, vacib de­ğildir, lütuf ve ihsanın gereğidir, eslah-ı ibadı gözetmek Allah'ın va­zifesi değildir,  derler.

İmam Şafiî, îmam Ahmed ve İmam Mâlik ile onların ardından giden fıkıh âlimlerinin çoğu. selef-i salihînin tümü, kısaca Ehl-i sünnetin cumhuru bu konuda Hanefî fıkıh âlimleriyle aynı kanâattadırlar. İbn Teymiye ve îbn Kayyım gibi sonraki Selefîlerin görüşü de budur. “Dinî hükümler mükelleflerin maslahatları için konulmuştur”, “def-i mefsedet celb-i menfaattan evladır”, “zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar”, “meşakkat teysiri celb eder”, “umumun zararını def için hususun zararı ihtiyar olunur”, “hacet umumî olsun hususî olsun za­ruret menzilesine tenzil olunur», «ehven-i şerreyn ihtiyar olunur”, “raiyye üzerinde tasarruf maslahata bağlıdır”, “muamelât-ı nâsı fe­sada nisbet etmekten ise mehma emken sıhhata hamletmek evladır”, “bi kadiri'l-imkân akıllı kişilerin tasarrufunu tashih etmek evladır”, “adet muhakkemdir”, “ezmanm tagayyuru ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz”, gibi fıkhın külli kaideleri ile, istihsan, maslahat-i mürsele, seddı zerayi gibi esaslar hep hikmet ve illet prensibine da­yanmaktadır. (Bk. Seyyid Bey, Usûl-ı fıkıh dersleri, II, 28-36). Görüldüğü gibi sebepnetice (determinizm) esasına en yatkın olan zihniyet Muteziledir. Ondan sonra Maturidîlerdir. Bu anlayışa uzak olan Eş'arîler onlardan daha uzak olan da Cebriye ile bir kısım mu­tasavvıflardır.

Osmanlı ülkesinde ve diğer îslâm memleketlerinde Eş'arî düşüncesi hâkim olduğundan, müslüman halk arasında sebep-netice fikri zayıf kalmış, bu ise ilmî zihniyete menfi yönde tesir etmiştir. Determinizmi red etmek için Cebriye ve Eş'arîyeye dayanmak daha doğrudur. Zira Mutezilede ve Maturidîyede determinizm büyük ölçüde zaten kabul edilmiştir. İslâm âleminde ilmî zihniyeti ihya etmek ve yeniden ha­kim kılmak için uğraşan âlimlerin bu konuda Eş'arîliğe karşı vaziyet alırken Maturidîliği canlandırmaya çalışmalarının sebebi bu mezhebin icâbiye ve muayyeniye adı verilen determinizme yakın ve yatkın ol­masıdır.

[79] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 227-247.