meryem
Thu 17 February 2011, 12:10 pm GMT +0200
Heva
'H-V-Y' fiil kökünden (hevâ) gelir; masdar şekilleri 'hüviyyen, hevyanen, heven'dir. Sözcük anlamı 'şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgâr esmek” kabın boş olması' gibi anlamlara gelir; ayrıca, gökle yer arasındaki şeye de denilir.
'Hüviyy' 'yüksek bir yerden aşağı düşmek, yukardan aşağı düşmek' demektir. Bu bağlamda Kur'an'da geçen “Ve annesi haviyedir” ayeti (Karia: 9) 'sekilet ümmüh', “annesi onu kaybetti” demektir. Yani, bu ayet “tartıları hafif gelenlerin annelerinin kendilerini kaybetiklerini”, annenin çocuğunun ölümüyle ağlayıp sızlaması gibi böylelerin de annelerinin ağlayacaklarını, bir başka takdirle “anası,(varacağı yer) 'haviye'', yani Cehennem çukuru” olan kişilerin gerçekten kaybedenler olacağını bildirmektedir. [232]
Heva, 'boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz' anlamlarına da gelir; bu bağlamda Kur'an'da “Başlarını dikerek koşarlar, bakışları kendilerine dönmez ve yürekleri nevadır” (İbrahim: 43)' buyrulur; yani “gözlerin dehşetten donup kalacağı gün kâfirlerin yüreklerinin bomboş olacağı, içlerinde kayda değer hiç bir şeyin bulunmayacağı, nasıl dünyada 'hava' doluysa, o zaman da hava dolu olacağı belirtilir.
Kur'an bu sözcüğü 'nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve 'ilim' sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs' anlamında kavramlaştırır. Böylesi nefs şehvet ve keyflere düştüğü gibi, sahibini de diklemesine baş aşağı uçurumlara ve Cehennem çukuruna (haviyeh) düşürür. Aslında nefs normalde şehvet sahibi olmak durumundadır; fakat bu şehvet 'ilm'e tabi olduğunda (bk. ilm) fıtrî bir nitelik kazanır ve günah olmayan yararlı yönlere kanalize edilir. Sözgelimi, 'yemek-içmek' arzusu helâlinden ve normal sınırda kalmak üzere giderilir; karşıt cinse duyulan arzu 'nikâh'la adeta bir ibadet şekli haline getirilir. Fakat, nefs bütünüyle sınır tanımaz şehvet ve arzulardan ibaret hale gelirse, o zaman sahibini saptırır ve dünyada Ahiret'te de felâketlere yuvarlar. İşte, heva kelimesi bu tür bir nefsi ifade eden özge bir kavram haline gelmiştir. [233]
İşte, 'ilm'e tabî olmayan heva önce kendi sahibini saptırır; o insanı şaşkına çevirir. Böyle insanlar başkalarını da saptırırlar; Kur'an'da bu insanların nevalarının peşinden gitmelerine 'ittiba'ül-heva” denir ve böylelerine 'tabî olunmaması' emredilir.
Heva 'dalâlet (sapma) 'in en yakın nedenidir. Bu nedenle hevalarına uyanlar elbette dalâlete düşenlerdir. “Ben Allah'tan ayrı olarak çağırdıklarınıza ibadet etmekten men'olundum” de; “ben sizin nevanıza uymam, o zaman dalâlete düşerim ve hidayete erenlerden olmam” de”(En'am: 56). “Allah'tan bir hidayet olmaksızın hev&sına uyandan daha dalâlette kim vardır?»(Kasas: 50).'
İnsanlara düşen 'heva'sına. uyanlara değil, 'ilm'e tabî olmaktır. 'İlm'in ana kaynağı ise 'vahy'dir; bu bakımdan ,'vahy' ile 'heva' çatışır:
“Sana 'ilm'den geldikten sonra eğer onların hevalarına uyarsan, senin için Allah'tan ne bir velî, ne de bir yardımcı olur” (Bakara: 120).
Heva ile 'üm'in bir bakıma zıdlarından olan 'zan' yanyanadırlar:
“Onlar ancak zanna ve nefslerin hoş gördüğü (heva) ne uyuyorlar” (Necm: 23).
Kur'an bu noktadan bir adım daha ileri giderek, bütünüyle hevaya. tabî olmayı, hevayı ilâh edinmek olarak değerlendirir; yani hevalarına uyanlar Allah'ı değil, hevalalarını ilâh edinmiş olmaktadırlar; bu durumda böylelerinin Allah'a inanma iddiaları herhangi bir değer ifade etmemektedir:
“Gördün mü hevasını ilâh edineni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın” (Furkan: 43).
“Gördün mü hevasznı ilâh edinip, Allah'ın bir ilm üzerinde saptırdığı ve kulağı ve kalbi üzerine mühür koyup, görme gücünün üzerine de perde çektiği kimseyi? Artık, Allah'tan sonra onu kim hidayete erdirir? Düşünüp hatırlamaz mısınız?” (Casiye: 23).'
Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, kişi arzularını, nefsinin tutku ve eğilimlerini, yani hevasını tanrılaştırdığı zaman 'zann'dan kaynaklanan bir bilgi üzerinde sapıtmakta, kulağı ve kalbi mühürlenip gerçek görme gücünü (bk. basar-basiret) yitirmektedir. Böyle kişinin doğru yola gelmesi artık mümkün değildir. Kur'an çoğul olarak bu kişilerden söz ederken 'heva' kelimesinin de çoğul şekli olan 'ehvâü' sözcüğünü kullanır; yani, her hevasına uyanın hevası ayrıdır. İşte, hevalarına uyan kişilerin egemen olduğu bir toprak parçasında 'fesad'ın (bk. fesat) yaygınlaşmaması mümkün değildir; hevalar çatışır, bunun sonucunda 'fitne' kabarır, 'fesat' artar, yeryüzü zulmün, haksızlığın, öldürmelerin, işkencelerin merkezi haline gelir. Bu bakımdan, hevasına değil vahye uyanların, hevasından konuşmayıp, her konuştuğu vahy olanların peşinden gitmek, ilimde rasih olanlara, uymak zorunludur. Allah Rasûlü hakkında “O nevadan konuşmaz, onun söylediği ancak vahyedilmiş bir vahydir” (Necm: 3-4) buyurmaktadır. Rasûlüllah hiç bir söz ve hareketinde hevasına uymaz; çünkü hevaya. uymak sapmaktır, saptırmaktır, ilmin dışında olmaktır; bu bakımdan, Rasûl’ül her söz ve hareketi haktan başka bir şey değildir. [234]
[232] Müfredat, 548.
[233] Hak Dini Kur'an Dili, VI: 3820, VII, 4570.
[234] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 303-306.