- Hayatın Bir Anında

Adsense kodları


Hayatın Bir Anında

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 1 November 2010, 01:21 am GMT +0200
Hayatın Bir Anında

Mustafa Ayyıldız


İnsanoğlunun, yaşanan angaryayı anlatmaktan, yorumlamaktan aciz kaldığı çok defa olmuştu ama böylesi bir yorgunlukta manasızlıkta hiç olmamıştı. Fiilin beyninde, gönlünde ve hafızasında iz bırakmadan, karşılık bulmadan vuku aşamasına gelişi, son buluşu ve yenisinin bir öncekini takip edişi bir senaryo çabukluğuyla oluyordu. Önünde uzanan yılların el çabukluğuyla kaymasına karşın ortaya çıkmış ne kadar az şey vardı. Hayat denen saydam, kaçak, firariyi erkenden yarıladığını, zirveden inişe yönelen yuvarlanmayla anlayabiliyor, ne durdurmak ne de yavaşlatmak elinden geliyordu. Kürsülere iş olsun babından dayanıyor, daracık yollara artık yetmeli dercesine bütün süratli vasıtalarla dalıyor, soğuk çayları dökercesine midesine indiriyor, kesik kesik, hesapsız bir kaç kelamı sırf konuşmuş olmak için sarfediyor ve kelimelere ihanetini hergün bir vazifeymiş gibi vicdanını zorlayarak tekrar ediyor, her gece lugatlerden özürler dilemekle teselli buluyordu. Mevsimler umursamaz, yıllar insafsız, günler değersiz birer akçe olup ömür ağacını törpüleyip duruyorlardı. Bir kaç oyuncak hala vardı işte. Her şeye rağmen gözlerini bir alışkanlıkla satırlar, yapraklar arasında yıkıyordu. Kalemlerini bir teselli vehmiyle ne zorlamalardan sonra, arta kalan vakitlerde, temiz göz yaşları misali kağıtlarda dolandırıyordu.

Kim, ne anlasındı, yürürdü, herkes gibi hal hatır sorar, sivri laflar ederdi ara sıra ve çoğunlukla herkesin konuştuğu şeyleri, bilgisayara ayarlı kadın sesleri gibi tekrar ederdi. Aradığı numaranın yanlış olduğunu hep bilir, söylediğinin içi hep boş kalırdı, ta ki içindeki o insanla sohbetin demine varıncaya kadar. Deli saçması gülmeleri cinnetin eşiğinde olduğunu ilan ederdi ama kimseyi şahit tutamazdı. On yıl önce mesaide konuşulanların nasıl olupta değişmediğine, her gelenin sanki aynı dersi ezberlemiş gibi hep aynı noktalara kilitlenmesine de anlam verebilmiş değildi. Saatlerce tevillerde bulunup temellendirmeler yaptığı nutuklara rağmen eksik kalan bir yer olurdu.

Uzaklarda çok uzaklarda bir yer olmalıydı, vardı orası orada insanlar hâlâ hayattaydı ve oraya yol bulabilmek, bir anafora yüzükoyun atılmakla mümkündü. Belki bu var olana varış kapısı da vehimdi. Oraya büyük kapıdan geçmekle ulaşılırdı. Oraya gökkuşağını kovalayan çocuklar alınırdı yalnız. Kirlerinden, bilgilerinden ihtiras kırıntılarından, teselli diye sarılınılan o küçük uğraşlardan sıyrılmadan o kapıya yol bulunamazdı. Konum, bilim şöhret servet küçüklüğünü hazmedemeyen bir gönüle doğardı ışıklar. Gafletin zulmet perdesini yırtan bir yiğit eli olmalıydı ancak.

Vakitler daralmaya durmuştu neylemeliydi. Böylesi aciz böylesi şaşkın böylesi perişan afallamış bir maşere düşen ruhlara resûller sözünü, peygamberî bir çağrıyı kim duyuracaktı. Küçük avuntuları yırtan bir ses, gölge varlığı silen bir ışık, beyinleri yıkayan bir sır bulunmazsa, ya olmazsa bu inkılap.

Şehre bir er doğmalı ki seherde, akşama kalmadan silmeli sokakları. Yağmurları geç bırakmayan bir kudret, güneşi donduran bir kırık kalp, dağları sarsan bir celâl.. Bütün sahteliklerin üstünden teğet geçen bir hakikat. Son uyanışı olmadan bebelerin, bir el dürtüklemeli artık. İnsanı marketten mâbede, tekebbürden tevazuya, ihtirastan kanaate, yarından bugüne, bugünden asıl ve asil güne, servetten feragata, makamdan mahrumluğa. Kazançların en kalıcı, günlerin en aydın, zamanların en tükenmez, sözlerin asla eskimez ve artmaz olanına. Değerlerin en paha biçilmezine çağıran çağırmakla vazgeçilmezliğini mecbur kılan.

İnsanı Muhammed'e (s.a.) kâinatı Kuran'a alemleri ALLAH (c.c)'a götüren.

Ah artık yeter, onsuz olmayacak, onsuz onulmayacak, onsuz yaşanmayacak.