meryem
Wed 16 February 2011, 12:04 pm GMT +0200
Havf- Haşyet - Huşu
'Havf 'Ha-Fe/yehufü' fiilinden 'bilinen veya hissedilen bir işaretten dolayı irkilmek, bir tehlike karşısında ne olacağı endişesi içinde olmak’ anlamında masdardır. 'Reca' ve 'Tama' 'ise ümitle ve severek, bilinen veya hissedilen bir şeyi kalbden gelen bir özlemle bekleme' demektir. [378]
Allah'tan havf, O'nun cezasından ve azap tehdidinden çekinerek itaat yolunu tutma, günahlardan kaçınmadır.. Bunun şekli Kur'an'da şu ayette çok belirgin bir biçimde ortaya konmaktadır:
“Ayetlerimize ancak, onlar kendilerine hatırlatıldığında secdeye kapanıp hamd ile Rabblerini teşbih edenler ve istikbarda bulunmayanlar iman eder. Yanları yataklardan uzaklaşır, havf ve tama' ile Rabblerine düa ederler ve kendilerine rızk olarak verdiğimizden infak ederler” (Secde: 15-16).
Allah'ın azabına, Ahiret'e ve Cehennem'e inancı tam olan mü'min Ahiret korkusunu, azap korkusunu sürekli içinde taşır ve bu korku da Allah'ın makamına duyulan korkuyla birliktedir. Asıl hayat Ahiret hayatı olduğuna ve onun nimetleri dünya nimetlerinden çok daha üstün olduğu gibi, azabı da çok daha şiddetli olduğuna göre, öncelikle korkulması gereken Ahiret azabıdır; bu azabı tattıracak olan da Allah'tır. Şu halde, mü'min öncelikle Allah'ın kahhar, cezalandırması şiddetli, hesap vermede çabuk olmasından çekinir; bir yandan O'nun engin bağışlanmasını, rahmetini umması kendini yine de havfından alıkoyamaz; şu halde, asıl korkunun' Allah'tan olması gerekir:
“Andolsun, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olsan da ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim; çünkü ben Alemler'in Rabbi'nden havf ederim”(Maide; 28)..
“De: “Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından havf ederim” (En'am: 15).
“Onların üstlerinden ateşten gölgeler, altlarından da gölgeler var. İşte Allah kullarını bundan havf ettiriyor..” (Zümer: 16).
İşte, öncelikle Allah'tan, makamından, büyük günün azabından havf eden insanların dünya hayatındaki havfları da bu havfe yöneliktir. Onlar Allah'ın hadlerini ikame edememekten havf ederler (Bakara: 229): kıst yapamamaktan havf ederler (Nisa: 3); küfredenlerin kendilerini fitneye düşürmelerinden havf ederler(Nisa: 101); kendilerinden sonra gelenlerin Allah'ın yolunda gerektiği gibi yürüyemeyeceklerinden, yerlerine geçeceklerin İslâm'a bağlı kalamayacaklarından (Meryem:5) havf ederler. Bunların yanısıra, her insan gibi elbette mü'minlerin de dünya hayatları ile ilgili bir takım havfları olacaktır. Sözgelimi, Hz. Musa gibi yakalanıp öldürülmekten havf, ilk zayıf dönemlerinde Ashab-ı Rasûlüllah'ın insanların kendilerini kapıvermesinden havf, Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'u kurt yer diye havfı gibi korkular normal korkulardır (Kasas: 18, Enfal: 26, Yusuf: 13). Şu kadar ki, bu tür korkular mü'minleri hiç bir zaman görevlerini yapmaktan ve Allah'ın yolunca gidip O'na güvenmekten alıkoyamaz. Onların asıl havfi Allah'tandır ve Allah'ın dini konusundadır; bu havf içinde yaşadıklarında Allah korkularını emniyete çevirir (Nur: 55) ve onlar için bir başka havf ve üzüntü söz konusu olamaz; bu onların “şerri yaygın olan günün azabından” (İnsan: 7) duydukları havfin de sonunda emniyete çevrilmesi demektir:
“Dikkat, Allah'ın velileri için havf yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir. Onlar iman ettiler ve takva üzereydiler. Dünya hayatında ve Ahiret’te mujde onlara; Allah'ın kelimelerinde değiştirme olmaz; işte budur büyük kazanç” (Yunus: 62-64).
Allah'ın azlık halinde düşmandan, yakalanıp öldürülmekten, dünya hayatında başa gelebilecek bir takım musibetlerden vb. duyurduğu havf ise mü'minler için bir imtihandan ibarettir: “Andolsun, sizi haften... yana bir şeyle deneriz; sabredenlere müjdele. Onlar, kendilerine bir musibet geldiğinde, umuhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz” derler”(Bakara:155-156). İşte, böylesi imtihanlar hengâmında Şeytan mü'minlerin kalplerine havf salmaya, onları gerek kendi dostları, gerekse bir takım dünyevî kaygularla korkutmaya çalışır. Oysa, o ancak kendi velilerini korkutabilir, Allah ise ondan ve velilerinden değil, Kendi'nden korkulmasını emreder:
“O şeytan ancak kendi velilerini korkutur; onlardan korkmayın, Ben'den korkun eğer inanmış iseniz” (A. İmran: 175).
Havf daha çok hissedilen ve bilinen bir işarete dayanarak işaret edilen şeyden çekinme anlamına gelirken, 'HarŞi-Ye' fiilinin masdarı olan 'Haşyet' ise 'korkulanı bilerek ta'zimle birlikte korkma'yı ifade eder. [379] Allah'ın kendine kendinden daha yakın olduğunu ve her an kendini gözleyip, ne edip ne söylediğinden haberdar bulunduğunu bilenler, yani bu durumun kalpleriyle farkında olanlar ve bu bilgiyle yaşayıp hayatlarına yön verenler ancak haşyet sahibi olabilirler. Sözgelimi, nasıl kendisine saygı duyulan birinin veya bir amirin karşısında takınılan tavırla onun olmadığı bir zamanda takınılan tavır farklı ise, kendini sürekli Allah'ın huzurunda hisseden, bunu duyan ve bilen birinin her hareketindeki tutumu bu bilgi ve sezişten uzak olan kimselerin tutumundan çok daha farklı olacaktır. İşte, haşyet sürekli Allah'ın huzurunda bulunulduğu bilinci içinde olmaktır. Bu bakımdan, Kur'an'da ancak alimlerin haşyet sahibi olabilecekleri ifade edilir:
“Allah'tan kullar içinde ancak alimler haşyet duyar” (Fatır: 28).
Allah görülmez ve bilinmez; çünkü görmek ve bilmek 'kuşatma'yı gerektirir, bu da bilenin bilinenden üstünlüğü demektir. Bu bakımdan, Allah mutlak ğaybdır. Fakat, O'nun varlığı kendini kâinatın her zerresinde ortaya kor, ayetlerle açıklar. İşte, bilip görmedikleri halde kendilerini sürekli O'nun huzurunda hissedip O'ndan haşyet duyanlar Rasûl'ün uyarılarına kulak verirler(Yasin: 11); bunlar halkın hayırlılarıdır ve Allah'tan razı oldukları gibi Allah da kendilerinden razı olmuştur (Beyyine: 8 ); sözün en güzelini birbirine benzer ikişerli Kitap halinde indiren Rabb'lerinden haşyet duyanların bu Kitap karşısında derileri ürperir; derileri ve kalpleri Alah'ın zikrine yumuşar, Allah'ın hidayetine yönelttikleri de bunlardır(Zümer: 23).
Bazı insanlar kendileri gibi insanlardan ürperirler, onların varlığından derileri ve kalpleri titrer ve onların zikrine koşarlar. Oysa onlar da kendileri gibi birer insandır ve Allah'ın kuludurlar. Asıl haşyet duyulması gereken Allah'tır; özellikle Allah'ın havflerini emniyete erdirdiği mü'minlerin insanlar karşısında hiç haşyet duymayıp, yalnızca Allah karşısında haşyet içine girmeleri gerekir (Ahzab: 37, Maide: 44, 3). İnsanlarla savaş alanında karşılaştıklarında bazılarını bir haşyet sarsa ve bunu Allah karşısındaki haşyet derecesine çıkarsalar bile (Nisa: 77), gerçek iman sahipleri ne kadar güçlü de olsalar karşılarına çıkan insanlardan haşyet duymazlar, bu tür olaylar onların ancak imanlarını artırır (A. İmran: 173).
İnsanın dışındaki bütün varlıklar Allah karşısında büyük haşyet duymaktadırlar; O'nun varlığım her yönüyle taa içlerinde hissetmekle kımıldanır dururlar:
“...Taşın öylesi vardır ki,... Allah'a olan haşyetinden aşağılara düşer” (Bakara: 74).
Kalp ma'rifet'ullah'a erdiğinde O'nun zikriyle titrer durur; O'na karşı duyduğu havf ve haşyet kendini sürekli itaata ve imandan kendine yüklenen marifet'i sürekli artırmaya, tasdiki güçlendirmeğe yöneltir. Kalbin bu eylemine 'tezarru' ve bu haline 'zaraa' denilir. Kalbin tezarruda bulunması onun emrinde çalışan diğer organları da aynı şekilde davranmaya sevkeder; işte bedenin kalbin dışındaki azaları da imandan kendilerine düşen görevleri tam bir teslimiyetle yerine getirmeğe koşarlar ki, onların bu hali de huşu'dur.
Huşu tam bir boyun eğişi ve bu boyun eğişin gerektirdiği hareketleri haşyetle yerine getirmeği ifade eder; bu yerine getiriş bir hareket olduğundan sanki yerin sarsıntısı, dağların yerinden oynaması, bulutların akıp gitmesi gibidir; tam bir boyun eğişin ifadesidir bu:[380]
“Rahman için sesler huşu içindedir; bir fısıltıdan başka bir şey duyamazsın” (Tana: 108).
“O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkarlar, sanki dikilenlere doğru koşuyorlar. Gözleri huşu içinde, kendilerini bir zillet bürümüş..” (Mearic: 43-44).
“O her yeri sarıp kaplayıcının haberi sana geldi mi Yüzler var ki, o gün huşu içindedir”(Gaşiye: 1-2).
Ahiret günü seslerin, gözlerin, yüzlerin huşu içine girmelerine karşın dünya hayatında iman edenlerin kalplerinin huşu içinde olmaları gerekir(İman edenler için kalplerinin Allah zikri ve hakktan inen için huşu duyması vakti gelmedi mi?- Hadid: 16). Kendilerine ilim verilenlere ise Kur'an okunduğunda ağlayarak çeneleri üstüne kapanır ve ve huşuları daha bir artar (İsra: 107-109). Mü'minler salâtlarında da huşu içindedirler (Mü'minûn: 2); o kadar ki, dünya ile bağlantıları kesilir, maddî gaflet örtüsünden sıyrılırlar, o anda vücutlarına batan bir hançerin veya vücutlarından çıkarılan bir okun acısını bile duymazlar; kalpleri ve bedenleri tümüyle Allah'ın önünde boyun bükmüş ve yalnızca O'nunla meşgul durumda olur. Her türlü zorluklar, güçlükler, başa gelen musibetler karşısında sabredebilmek, isyana dalmamak, Allah'a itaattan ayrılmamak konusunda sabretmek, her türlü durumda sabır ve salâtla Allah'tan yardım ummak, nefsin anî itimlerinden kaçınıp vakar sahibi olabilmek, her durumda ne gerekiyorsa onu yapmak işte ancak böyle huşu sahipterinin başarabileceği işlerdendir (Bakara: 45).
İnsanın dışındaki diğer varlıklar, sözgelimi yeryüzü Allah'ın karşısında huşu içindedir, el pençe divan durmuş, her türlü emri yerine getirmektedir, Allah karşısında boynu büküktür (Fussılet: 39). Dağlar bile, eğer Kur'an kendilerine indirilseydi Allah'a olan haşyetten baş eğer, huşu içinde olurlardı. (Haşr: 21) Demek, Kur'an'ın kendilerine indirildiği insanlara da düşen Allah'ın karşısında baş eğmek ve bütünüyle teslimiyet halinde olmaktır: huşu budur. [381]
[378] Müfredat, 161-2.
[379] a.g.e. 149.
[380] a.g.e. 148.
[381] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 506-512.