- Hangi ölçüler kilometre taşlarımız

Adsense kodları


Hangi ölçüler kilometre taşlarımız

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Tue 31 August 2010, 01:12 pm GMT +0200
Hangi Ölçüler Kilometre Taşlarımız

Hayatı bizim için anlamlı kılan ortak değerlerimiz olsa da, bizi biz yapan kişiliğimize bir farklılık ve ayrıcalık kazandıran, varlıklara yüklediğimiz anlamların kalitesidir. Herkes tarafından sabittir ki, insanlar aynı varlığa eşit bir şekilde sempati duymadığı gibi, aynı etki karşısında da aynı tepkiyi veremez.

    Duygu ve düşüncelerimizin hiç susmayan sesleri, bağımsız izafi değerlerimizi şekillendirir. Dış görünüş itibariyle farklılıklarımız olduğu gibi, bizi hayatın değişik raflarına yönelten başkalıklarımız ve ayrıntılarımız vardır. Her birimiz hayatın farklı öğelerini vurgularken, değişik yönlerine atıfta bulunuruz. Kimilerinin sildiği yazılar, sizin nazarınızda altı kalın harflerle çizileninizdir. Kimilerinin hafsalasından kovulmuş şeyler, bazı ruhları büyük harflerle kuşatır çepeçevre. Kimilerini bağlamayan değerler, sizin başucunuzun değerleridir.

    Hani birinci sınıf öğrencilerin, şirin resimlerle kitaplarını süsleyen kavramlar vardır. Uzun-kısa, şişman-zayıf, geniş-dar gibi… O yaştaki çocuklar orta boylu, orta kilolu kavramlarını fazla dikkate alamayacakları için, genellikle orta sıfatına yer verilmez. İşte buradan hareketle diyebiliriz ki, hayatın bu kadar keskin hatlardan oluşmuş, hareketsiz, kalıplaşmış düşüncelerden mürekkep olduğunu düşünürsek, etrafımıza at gözlüğüyle bakıyoruz demektir. Kaldı ki bu basit kavramları bile ele aldığımızda, insanın değişken duygu ve düşüncelerinin, hemen devreye girdiği görülür. Bazıları için uzun boylu görülen, diğer bir kişi için orta boylu gelebilir. Zayıf insandan pek hoşlanmayan, kilolu bir kişiyi balıketinde bulabilir. Sizin için manidar olmayan bir parfüm şişesi, öteki için yıllarca çekmecesinde yer tutacak bir hatıra olarak kalacaktır. Görünen o ki, bu kadar basit konularda bile kişisel haklarımız gibi, zevklerimizden ve farklılıklarımızdan ödün vermezken, çok önemli mevzularda yorumlarımızı sunmamamız imkânsızdır.

    İnsanın bu değişken yapısı, dini hayatımızı anlamlandırırken de sekteye uğramıyor şüphesiz. Etrafımıza gözlerimizle bakıp gönlümüzle gördüğümüz için, dini algılama biçimimiz de, gönül gözümüzün, iç seslerimizin bir uzantısı niteliğinde cereyan ediyor. ‘’Akıllar denizin kenardaki çakıl taşları gibidir’’ buyuruyor Resul-ü Ekrem (sav). Bu hadisten de anlaşıldığı gibi herkesin algıları akıl, zekâ, duygu ve tecrübe potansiyeli miktarınca şekillenir. Sosyal ve dini hayatı da bu algılayış ekseninde döner.

    Buraya kadar iyi hoş da, dini kuralları algılayışı sadece siyah ve beyazlarla şekillendiren bir zihniyetle karşılaşınca, işte orada durmak gerekiyor. Farklı düşünceleri anlayıp dinlemeden hemen burun kıvırmamak, yelpazeyi geniş tutmak kaliteli bir pozisyon ama çok katı kurallara da sessiz kalmamız düşünülemez. Yaşamımızda hele de dini hayatımızda siyah ve beyazları kabul edip grilere rest çekmek mantıklı mı? Boz bulanık renkleri, alacaları, ebrulileri görmezden gelmek manidar mıdır?

    Dinimizin kolaylık dini olduğu, “kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin nefret ettirmeyin” düsturunu, her fırsatta Peygamber ağzıyla yinelediği bir gerçek. Fakat İslam dini katı, şekilci ve zorlaştıran zihniyetlere set çekerken, bazı kişilerin algılayış biçimleri ya da bozuklukları, hem kendilerini hem de çevresindekileri katı kurallara hapsettiriyor ne yazık ki! Yani katılık dinin değil, insanların dini kuralları algılayış biçimlerinin bir uzantısı.

    Dinimiz evrensel, ayrıca da asırlara hitap etmiş ve edecek olan bir din olduğu için, kuralları da bütün evrende can bulan kültürleri, dilleri ve ırkları kapsayıcı niteliktedir. Bir anlamda, ilahi vahiyler kanalıyla gelen emir ve yasaklar zinciri bütün kültürleri, örf ve adetleri kırıp geçirmemiştir. Emirlerin mahiyetinde, tek tip insan oluşturmak gibi bir gaye yoktur. Zaten öyle olsaydı, Allah (cc) farklı milletler yaratmazdı. Fakat sizin kültürünüze ve adetlerinize yasak bir fiil geçmişse, adetler değil emirler tercih edilir. Dini ölçüler bellidir. Herkes bu kurallara aykırı düşmeyecek şekilde, kültürünü ve adetlerini de, yaşayarak farklı bir dini yapılanma oluşturur. Kısaca farklı bir İslam-kültür mozaiği oluşturur. Afrikalı Müslüman başkadır, Uzakdoğulu başka, Amerikalı Müslüman başkadır. Bunun zıddını düşünen insan, dinimize katılık ve şekilcilik isnat ederek, bazı durumlarda esnek davranılabileceğini reddetmiş olur.

    Bu anlattıklarımın tam zıttı olsaydı, teslimiyetimiz bazı dikta rejimlerine mecburiyetten bağlılık gibi olurdu ki, bu da peşinden nefreti ve uzaklaştırmayı getirirdi. Hâlbuki Allah, onu her sıfatıyla, indirdiği her ayetle derin bir tefekkürle anlamamızı istiyor bizlerden.

    Allah bizi teferruatlarda beton gibi bir şablona sokmasa da, şekilciliği takvalıkla birleştirenler, zorlaştırmayı şiar edinenler de var aşikâr. Kendilerini hizmete adadıkları halde, kalıplaşmış fikirlerinden çıkamayanların, bu kuralları neyle delillendirdikleri bilinmez ama fikirlerini her fırsatta benimsetmeye çalıştıkları bir gerçek. En çok da bu kurallar, kadınlar için çarşaf giymeye yönlendirici, erkekler için ise sakal, cüppe v.s. adet sünnetlerini olmazsa olmaz gibi dikte edici bir biçimde ortaya çıkıyor. Şöyle yaparsanız, namazınız, orucunuz hayatta kabul olmaz. “Böyle bakış açısıyla bakarsanız sünnet-i seniyyeden uzaklaşmış olursunuz” gibi, milimetrik hataları, kilometre gibi büyütmek ya da kilometre taşı gibi önemsemek, dinde zorlaştırmak ya da korkutmak değildir de nedir? Ya da henüz kendisine çekidüzen vermiş bir kişinin, böyle yaklaşımlar sonucunda, eski yaşantısına dönmeyeceğini kim garanti edebilir. Çarşaf giyenlerin samimiyetine ve saf duygularına inanıyoruz ama sadece belirli çoğrafyada kültüre bir giyim tarzından ileri geçemeyecek olan çarşafı, tesettürün farziyeti ya da kuralı gibi göstermek çok sığ bir anlayıştır. Dinimizin yapıcı, onarıcı ve ruhları tedavi edici emirleri, biz kulların kültürel ve sosyal çeşitliliğini emici, sadece bir kültüre endeksleyici nitelikte değildir. Bu sayede erkeğiyle, kadınıyla İslam yaşanırken örf ve adetler öldürülmemiş, İslami yaşantı sendroma dönüşmemiş olur. Peygamber Efendimiz (sav), “Hanımlarınızı kendi örf ve adetlerinize göre giydirin” buyuruyor. Tesettürlü bayanların çoğunluğunun, çarşaf giydiği bir ülkede yaşıyor olsa idik, herkesin çarşaf giymesi kaçınılmaz olurdu doğrusu. Erkekler için düşünecek olursak İskoçyalı bir Müslüman kendi yaşantısına ters düşmediği için etek giyse, İslami bir yaşantıya ters mi düşmüş olacak?

    Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi, her zamanın da bir hizmet taktiği ve trafiği vardır. Filozofların revaçta olduğu zamanlarda, birçok âlim felsefeye yönelmiştir. Nasıl ki bir devirde, hangi değerler öne çıktıysa gönderilen peygamber de, o önemsenen değerlerin en üstün şekliyle donatılmışsa, bu zamanda da modernlik ve teknik ön planda olduğu için, Peygamber efendimizin tebliğ yöntemleriyle birlikte, modernliğin getirdiği faydaları ve estetiği kullanmalıyız.

    Böyle katı tutumlar sadece yeme-içme, giyim-kuşam konularında kendisini belli etmiyor tabiî ki. Her alanda ortaya çıkarak, emirler listesi katmerleştiriliyor adeta. Mekruh mekruhtur, sünnetse sünnettir. Mekruh bir fiile tiksiniyormuş gibi bir tepki verilmez. Bir kaç sünnete riayet ediyor diye de, bir insan mükemmeller kategorisine eklenmez. En büyük hatamız, önemli konuların çizelgesini hazırlarken, yaptığımız sıralama yanlışlıklarıdır. Neye ne ölçüde değer verilmesi, ya da nelerin elimizin tersiyle itilmesi gerektiği konusundaki değerlendirmelerimizdir. Keşke tesettüre gösterdiğimiz hassasiyeti, ahlaki ölçülerde de gösterebilsek. Zarf kadar, zarfın içindekilere de kıymet verebilsek… Bunu başarabildiğimiz zaman, şeklen ölçülenmiş bir Müslüman olacağımız gibi, ahlaken de gıpta edilecek bir kul portresi çizebiliriz. Şunu unutmamalıyız ki, önemsediğimiz ölçüler ve kurallar listesinin en başına ibadetleri yerleştirdiğimiz gibi, suizandan, gıybetten, hasetten uzak durmak gibi ulvi düşünceleri de büyük harflerle eklemeliyiz. Tesettür kadar, başkalarının kusurlarını da örtmeyi başarmalıyız. Hırsızlığa, yalana, iftiraya, zinaya ateş püskürürken; gıybetin, sui zannın oyunlarını sineye çekmek niye? Nimetlere basmamayı önemsediğimiz kadar, geçmişin kırıntılarında yürümemeyi, küçük materyalleri yığınlara dönüştürmemeyi de başarabilmeliyiz. Allah rızasından yana muradını alanlar da, ahlaki noktada kılı kırk yardıkları için, muratlarına ermiştir.

    Her ne kadar, hoşgörücü ve kolaylaştırıcı ‘Ne olursan ol, gel’ diyen bir engin zihniyetin aydınlığında yaşasak da, dinimizin hoşgörü adına, tutarsız ve tavizkar bir yaşantıya da ‘evet’ demesini düşünmek ahmaklıktır. Yaptığınız tek şey emirlere uymadan ikide bir tövbe etmekse, yanlış ellere geçmiş bir değer gibi siz de hoşgörünün ve sevginin arkasına sığınıyorsunuz demektir. Hoşgörüyü, kendi hayatınıza uyarlamışsınız demektir.

    Takva insan, arayış içerisinde olan bir kimseye, ‘işte aradığım bu’ dedirtebilen insandır. Özü sözü bir, misafirperver, bir gelincik kadar nazik olabilirken, gerektiğinde aslanlar gibi kükremeyi başarabilen, vefalı, kimseyi aldatmayı düşünmeyen insandır. Yanına gelenlere suçlu bir çocuk psikolojisine sokmazken, kendisine saygı duyanlara, ortamın garibanıymış gibi hissetmelerine izin vermeyen insandır, gerçekten takva insan… ‘Asr-ı saadette yaşıyormuş gibi davranalım’ derken asr-ı mahrumiyete gömmez etrafındakileri. Yani dava adamı, halk gibi giyinip, gezen, yiyen- içen, halkla iç içe olan, anlaşılır bir dille konuşandır. Fanatik olarak bir konunun içine dalmadığı gibi magazinden de, spordan da, yeni buluşlardan da haberi olur, gündemi takip eder. Bu şekilde, zamanımızın iklimlerine ters düşmeden yürütülen bir tebliğ metodu, ancak istenilen sonucu verebilir.

    Zaten bizler de, bazı siyasileri, bürokratları, sanatçıları halkla iç içe oldukları, yeri geldiğinde argo tabirle bile atıştıkları, tartıştıkları, hiçbir kesimi ötekileştirmeden saygılı davrandıkları, kültürümüze ve adetlerimize duyarlı yaşadıkları için sevmiyor muyuz? Demek ki, takva bir yaşam tarzını seçip, tebliğ etmek için hizmete baş koyan insan da, ne kadar samimi ve halktan olursa, ne kadar esnek olursa o kadar sevilen ve sayılan olur. Dinimiz de, zorlaştıran tutumları yasaklamıştır. Bir gün Peygamber Efendimize bir sahabe gelerek, başka bir kişinin namazı bıktıracak kadar uzattığıyla ilgili şikâyette bulunuyor. Peygamber Efendimiz bunu duyunca çok kızıyor ve şöyle buyuruyor. ‘Ey insanlar! Sizler dinden nefret ettiriciler mi olmak istiyorsunuz? Her kim halka namaz kıldırırsa, hafif tutsun. Çünkü cemaatin içerisinde hasta, zayıf, ihtiyaç sahibi olanlar bulunabilir.’ Yine bir gün bir cemaat, hayvan kesilirken ‘Allah’ isminin söylenip söylenmediği belli olmayan etlerin hükmünü soruyor Peygamber Efendimize. O da ‘Et üzerine Bismillah deyin, sonra da yiyin’ buyuruyorlar. Birçok ayette de insanın zayıf tabiatlı olduğundan, gücümüzün üstünde bize yük yüklenmediğinden bahsedilir.

    Aynı şartlarda, her zaman aynı şeyler gerçekleşmez. Aynı olaya her zaman aynı tepkiyi veremeyiz. Şöyle düşünecek olursak; elimizde un, yağ ve şeker var diye hemen helva mı yapmalıyız? Oysa ki, o malzemeler, şartlara göre farklı şekillerde kullanılabilir oysaki. Size sataşan bir insanla karşılaşsanız, unu da, yağı da, şekeri de kafasından aşağı boca etmez misiniz? Elinizdeki tek silah o anda malzemelerdir çünkü. Böyle bir olayı gözlemleyensek ‘Aman aman nimeti yere saçıyorsun’ diyerek mi tepki gösteririz? Böyle bir tutum ne kadar saçma olur düşünsenize…

    ‘Hak yolda batıl ayaklarla yürünmez’ di-yerek, tavizkarlıkla takvalığın bağdaşamayacağından dem vurulur. Şüphesiz bu doğru bir söz ama hak yolda bazı şeyler abartılarak, sempatiklik adına sempatizanlık yapılarak da hak yol sevdirilemez. Zaman iman kurtarma zamanı… Yaşadığımız ortamın çirkinliklerini ve zorluklarını iyice analize ederek, şartlara göre bir hizmet taktiği uygulamalıyız. Yanlışlara çanak tutmadan, dini kimliğimizden ödün vermeden, aynı zamanda da esnek, affedici, samimi ve sevecen olmayı, takıntısız bir insan olmayı başarabiliyorsak, SALİH MÜMİN sıfatını yakalamışız demektir.



Şeyda Dal