- Hakiki sulh

Adsense kodları


Hakiki sulh

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Mon 25 October 2010, 10:31 am GMT +0200
Hakiki Sulh



Bir cem'iyyetin hâfızasını kaybetmesinden daha vahîm bir hâl tasavvur olunamaz. Nasıl ki, insanın en kıymetli özelliği akla sâhib olmasıdır; aklı olmayanın bin sene ömrü olsa bile, hayâtından ne maddî ne de mânevî bir lezzet alır. Bitki gibi bir canlı olur, hayvan gibi bir nefis taşır. Fakat, insanlığın o üstün meziyetlerini bilemez. İnsanlığı dîğer varlıklardan farklı kılan maddî ve mânevî cihazları işlemez, netîce vermez, akâmete uğrar.
Hakîkatlerin gizlendiği, hâdisâtın olduğu gibi değil de güçlülerin keyfine göre kayıt ve te'vîl edildiği milletlerin târîhi ile oynanmış demektir. İnsanların zaaflarından biri de olduğu gibi değil, olmak istediği gibi görünmeye çalışmalarıdır. Cem'iyeti teşkîl eden ferdlerin bu kabîl noksanlıkları bir millete aynen yansır. Çok kuvvetli bir hak ve hakîkat arama niyet ve cehdi olmazsa; insanın aklı, vicdânı, rûhu kabûl etmediği hâlde, hissiyâtı güçlülere boyun eğer.
Târîh, yalnızca geçmiş bilinsin, mâlûmât kefesi dolsun diye okunmaz. Ondan yeterince ibret almak, ders çıkarmak gerekir. İnsanoğlu, geçmişte yaptığı hatâları tekrarlamamak için, önce, yaptığının yanlış olduğunu kabûl etmelidir. Sonra, bu kusûrun sebebini tam olarak tesbît etmelidir. Böyle bir durumla yine karşılaştığı takdîrde, nasıl hareket edeceği husûsunda tefekkür ve tahlîllerde bulunmalıdır. Ancak bu şartlar yerine getirilirse, geçmişden ders alınmış olur.
Cenâb-ı Hakk'ın lütf ve ihsânıyla İslâmiyet ni'metine erişen milletimiz, bin seneyi aşkın bir zamandır, bütün örfî ve millî fazîletlerini hak dînin mayası ile tasaffî ve teâlî ettirerek beşeriyet içinde mümtâz bir yer kazanmıştır. Avrupa'nın güçlü devletlerinin, işgâl ettikleri pek çok ülkeyi maddî ve mânevî olarak sömürdüğü dönemlerde, ecdâdımız canları, kanları bahâsına başka topraklara ve halklara hak, adâlet, hizmet, medeniyet götürmüşlerdir.
Her şeyi Batılının bâtıl gözlüğü ile görmeye şartlanmış şahısların, şanlı târîhimizi emperyalist bir nazarla, maddeci felsefe açısından açıklamaya çalışmaları bizi yanıltmasın. Vahşet çölü içinde nebîler, resûller nasıl cennet-asâ îmân ve saâdet vâhâları meydana getirmişlerse; beşer târîhi içinde de İslâmla müşerref olan milletimiz ona mümâsil medeniyet ve fazîlet sarayları inşâ etmişlerdir.
Son ve en mükemmel dîni, en hâlis ve ivazsız tarzda kabûllenip yaşayan ecdâdımız, hangi coğrafyada olursa olsun, orada buldukları halka birer emânetullâh nazarı ile bakmışlardır. Dînimizin esâslarından biri olan îmân kardeşliğini ön safa çıkarmış; ırk ve kan birliği gibi maddî râbıtaları geri plânda tutmuşlardır. O sebeble de, vatan toprakları üzerinde asırlar süren berâberlik sonucu Türk, Kürd, Arab, Acem, Laz, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Pomak, Rum, Ermeni, Yahudi vesâir dili, ırkı, kültürü, inancı farklı pek çok unsûr sulh ve sükûn içinde yaşamıştır. Nizâm-ı Âlem mefkûresi karşısında, kânûn ve örfün îcâb ettirdiği tecziyeler dışında, herkes ve her ırk eşit sayılmıştır. Kimin kimden üstün olduğunu belirleyen ölçüler yüzyıllar boyu sâbit olarak uygulanmıştır. O zamanlar dünyânın her yerinde cârî olan, yöneticilerin ve mensûb oldukları boyların akıl, güç, mal ile kazandıkları üstünlükler nazara alınmazsa; fazîlet, ırkda ve kanda değil, şahsın kesb ettiği ilmî, meslekî, ahlâkî ve mânevî terakkîde aranmıştır.
Bütün bunları yok sayarak bugünün mes'elelerini çözemeyiz. Avrupa'nın, maddî ve mânevî istîlâsından kurtulmak için asırlar boyu kemirdiği Osmanlı Devleti, sosyolojik bir kânûn gereği, nihâyet ortadan kalkmıştır. Maddeten yok olsa bile, altı yüz yıl süren ve ekserîsi medeniyet sahîfelerine parlak sahneler hediye etmiş bulunan mânevî mîrâsı, Anadolu'ya sıkıştırılan bu azîz millete kalmıştır. Redd-i mîrâs ederek bu hakîkâte göz yummak ve Osmanlı'nın selefi Selçuklu- ları da sayacak olursak bin yıllık bir mâzîyi ademe mahkûm etmek mümkün değildir.
Yumağı düğüm olduğu noktadan yeniden sarmak lâzımdır. İpi koparmadan bu işi başarmak sabır ister. Yeter ki niyetimiz hatâyı düzeltmek olsun. Önce, nerede yanlış yaptığımızı insâfla ve hakperestlikle tesbît edelim. Derdin teşhîsi doğru olmalı. Çâre kendi eczâhânemizde mevcûd…
Yurdumuzdaki insanların, kendi istekleri ve ihtiyârları ile değil; Cenâb-ı Allâh'ın irâde ve arzûsu ile farklı birer ırka mensûb yaratıldıklarını kabûl etmek başta gelir. Kendi ırkımızın bir başkasından üstün olduğuna dâir Yaratan'dan alınmış bir işâret ve delîl yoktur. Elbette herkes kendi dilini konuşanı, inandığı gibi inananı, kendi yaşadığı kültüre göre yaşayanı sever. Ancak, bu başkalarının red ve inkârına sebeb olmamalıdır.
Hele, içinde bulunduğumuz çağda insanlar arasındaki farklılıkların birer artı değer olduğu husûsunda genel bir kabûl hâsıl olmuşsa; bizim hâlâ vahşî ve bedevî kavimler gibi neredeyse kabîle ve aşîret gayreti gütmemiz ne derece doğru olur? Dağlara taşlara kendi üstünlüğümüzü yazmak, başkalarında aynı emeli canlandırmaz mı? Kendimizi efendi, başkalarını köle gibi görmekle husûmetten başka ne kazanabiliriz?
Bütün insanların yaratılış îtibâriyle eşit oldukları; üstünlüğün ancak ve ancak Allâh'dan hakkıyla korkmakla olduğunu tâlim ve telkîn eden bir dîne inanan kişi, başkalarına tepeden bakamaz. Onların hakkında aşağılayıcı düşünceler taşıyamaz. Kendi keyfini başkalarına mühendis yapamaz. Herkes insan olmak bakımından, beşeriyetin artık umûmen tasdîk ettiği hukûkî prensiplere riâyet dışında, herhangi bir tarz-ı hayâta zorlanamaz. Kimsenin dili, dîni, kanâati, fikri, giyimi, yaşaması sınırlandırılamaz. Cebir ve tazyikle başka bir şekli kabûle icbâr edilemez.
İşte, eğer açılacaksa, insanların birbiriyle kucaklaş ması için önce zihinlerdeki kör düğümler, paslı kilitler, kapalı kapılar, metin duvarlar, aşılmaz mânialar açılmalı. Dağdan indirilecekse, efsânevî tefâhür dağlarına çıkarılmış olan ırkî enâniyetimiz düze indirilmeli. Silahlardan arındırılacaksa zulüm ve tahkîr silahları toprağa gömülmeli. Hem öyle bir şekilde gömülmeli ki, başka eller o silahları medfenin- den çıkarıp başka zamanlarda yine kullanamasın…
Geçmişin yaralarına tuz değil, sevgi ve af merhemi basmalı. Suçun şahsîliği kâidesine binâen, yapılan hatâların müsebbibleri ya şahsen veyâ hâtıraları âdil mahkemelerde yargılanmalı. Kâtil mahkûm olmalı ki, maktûlün hakkı ihkâk edilebilmiş olsun. Hak yerini bulmalı ki, yüreklerde yangın yeri gibi tüten intikâm hisleri teskîn edilebilsin. Hakkı müdâfaa ederken malı, canı, râhatı selbedilen kimselerin mânevî huzûrunda özür dilenmeli, tarziye verilmeli, zararları tazmîn edilmeli ki mağdûrlar müferrah olsun.
Yoksa, hem suçlu hem güçlü edâsıyla, “Ben gâlib, sen mağlûb. Gel elimi öp de seni afvedeyim!” tarzı ile ne sulh olur, ne sükûn… Devlet, millete hizmet etmek üzere teşekkül etmiş bir müessese olduğunun şuurun- da olarak; ezdiği, hor gördüğü, hakkını çiğnediği halkından samimiyetle özür dilerse, o halkın da bu tavıra yanaşması zor olmaz.
Halkın hakkını aramak bahânesi ile vaz'iyyeti kendi çıkarları için fırsat bilenlere her iki tarafın da dikkat etmesi zarûrîdir. Çünkü bataklığın kurumasın- dan zarar göreceği kesin olan bir takım haşere, buna kat'iyyen râzı olmayacaklardır. Üstelik hem devlet safında, hem de halkın arasında yuvalanmış olan bu gibi insanlar az değildir. Onların yaşaması için devamlı bir çatışma lâzımdır. Beslenmeleri için mâsûmların kanını isterler. Gerçek bir sulh onların sonu olacaktır.
Ey idâreciler! İki asra yaklaşan bir süredir devâm edegelen hatâları tekrarlamadan, bin yıllık târîhimizin verdiği derslerden istifade etmezseniz bu işi çözmeniz mümkün olmayacaktır. Bu topraklardaki bütün insanların her türlü hakkına hürmet etmek suretiyle; kimseyi kimsenin efendisi, sâhibi, patronu, ağası, vasîsi, velîsi gibi görmeyerek muvaffak olunabilir.
İnsanların binlerce yıl birbiriyle boğuştuktan, binlerce felâketten ders aldıktan sonra bulduğu demokrasi ni'metini gerçek mânâda hükümrân etmek; her insanın yaratılıştan sâhib olduğu artık kabul edilen ayrılmaz haklarını gözetmek; zorbaları milletler arası hukukun teamülleriyle terbiye etmek ve mâsûmları beşeriyetin şefkatli kucağında muhâfaza eylemekten gayri bir yol bilen varsa, söylesin!
Hakîkî sulh, ancak ve ancak Hakk'a kulluk ve İlâhî hukûka riâyetle te'mîn edilebilir; başka değil!



Ekrem KILIÇ