sumeyye
Fri 4 February 2011, 01:41 pm GMT +0200
Hadis Ehlinin Takip Ettiği Metot:
1. Onlara göre, herhangi bir konu hakkında Kur’ân’da açık bir nass varsa, onu bırakıp da başkasına bakmak caiz değildir.
2. Eğer Kur’ân, konu hakkında açık değil, bir kaç ihtimali birden içeriyorsa, bu durumda belirleyici rolü sünnet oynar.
3. Allah’ın kitabında bir hüküm bulunamazsa, o zaman sünnete başvurulur. Onun, müstefîz ve fukaha arasında meşhur olması veya sadece bir belde halkına ya da aileye has olması veyahut da sadece tek bir tarikinin bulunması, sahabe ve fukahâ tarafından amel edilmiş olup olmaması önemli değildir; böyle bir ayırıma gidilmez.
Bir mesele hakkında hadis bulunması halinde, artık onun hilafına ne seleften bir esere, ne de müctehidlerden bir içtihada itibar edilmez.
4. Hadislerin araştırılması ve elde edilmesi konusunda bütün gayretlerini ortaya koymalarına rağmen, konuyla ilgili bir hadis bulamadıkları takdirde, -kendilerinden öncekilerin yaptıkları gibi- sahabe ve tabiînden bir grubun görüşlerini alırlar ve bu konuda kendilerini, belli bir ekol veya belli bir bölge ile kayıtlı saymazlardı. Böyle bir durumda halifelerin ve fukahamn büyük çoğunluğu bir şey üzerinde ittifak etmişlerse, bunu ikna edici bulurlar va ona tabi olurlardı. İhtilâf etmeleri halinde ise, ilimce en üstün, takvaca en ileri, zabıtça en güçlü olanlarının hadisini/sözünü, veya (görüşlerden) hangisi daha meşhur ise onu esas alırlardı.
5. Hakkında birbirine eşit iki görüş bulunan bir mesele ile karşılaşırlar ve bunlardan birini diğerine tercih imkânı bulamazlarsa, o iki cevaplı bir mesele olarak kalırdı.
6. Bütün bu sayılan çözümlerle meselenin içinden çıkamazlarsa, o zaman Kitap ve sünnetin genel ifadelerine, îmâ ve iktizâ delâletlerine başvururlardı. Cevap verirken, hükmü bilinen meselelere, nazirlerini hamlederlerdi (kıyas). Tabiî bu, ikisinin de ilk bakışta birbirine yakın olmaları durumunda olurdu. Bu konuda usûl kaidelerine dayanmazlardı; bilâkis kalbe doğan, akla yatan bir mânâyı esas alırlardı. Nasıl ki onlara göre, tevatürün ölçüsü -daha önce sahabenin halini beyan sadedinde belirttiğimiz gibi- belli bir sayıda râvmin bulunması yahut onların halleri değil; aksine insanların kalbine doğan kesin kanâat (yakın) idiyse, burada (kıyas konusunda da) durum aynıydı.
Bu sözünü ettiğimiz esaslar, bu yolun öncülerinin tavır va açıklamalarından çıkarılmıştır.
Hz. Ebû Bekir’in Olayları Çözüme Bağlama Yöntemi:
Meymûn b. Mihrân [761] (ö. 117/735) şöyle anlatır:
“Hz. Ebû Bekir’e bir mesele getirildiği zaman, önce Allah’ın kitabına bakardı. Onda taraflar arasında hükmedebileceği bir şey bulursa, onunla hükmederdi. Kitapta yoksa ve o konuda Rasûlullah’ın (s.a.) hükmettiği bir sünnet biliyorsa, onunla hükmederdi. Bu konuda çaresiz kalırsa, çıkar, müslümanlara sorar ve:
“Bana şöyle şöyle bir dava geldi, bu konuda Rasûlullah’ın (s.a.) bir hükümde bulunduğunu biliyor musunuz?” derdi. Bazen yanına bir grup toplanır ve hepsi de, o konuda Rasûlullah’a (s.a.) ait bir hükmü söylerlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir:
“Aramızda, peygamberimizin sünnetini bilen insanları eksik etmeyen Allah’a hamd olsun!” derdi. Konuyla ilgili Rasûlullah’ın (s.a.) sünnetinden bir şey bulamaz ve çaresiz kalırsa, insanların ileri gelenlerini ve faziletlilerini bir araya toplar ve durumu onlarla istişare ederdi. Aynı konu üzerinde görüşbirliği etmeleri halinde o doğrultuda hükmederdi.”
[761] Meymûn b. Mihrân, bir köleydi, âzâd edildi ve tabiîn neslinin üstünlerinden biri oldu. Kendisi kumaş tüccarıydı, buna rağmen Ömer b. Abdulaziz onu, el-Cezîre toprak mahsûlleri vergilerini toplamak üzere tayin etmişti. 117/735 senesinde vefat etti.