saniyenur
Wed 12 October 2011, 10:35 pm GMT +0200
b Hadis Değildir Diyenler
Bursevî'nİn bir sözün hadis olup olmadığını belirlemede İzlerini takip görüşlerine ve eserlerine başvurduğu âlimlerden GazâİÎ'nİn Ihyâ'sında, "Kcile'l-kâilu's-sâdık: Hasenâtü'l-ebrâr seyyiâtü'l-mukarrabîn [1600] şeklinde zikredilen ibare hadis suretinde gösterilmemiştir. Her ne kadar "Kaie'l-kâiluYsâdık: Doğru söyleyen söyledi" cümlesi ilk planda Hz Peygamber'i hatıra getirse de Irakî (ö.806/1403)'nin tahriç çalışmasına bunu almaması bu ibarenin hadis olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla buradan hareketle bu ibarenin İhya'da hadis şeklinde zikredilmediği sonucunu çıkarabiliriz. İbn Arabi'nin Fütûhâf ında bu söz sûfıyyeye, [1601] Zerkeşî {ö.794/1391)'nin Lükata-sı'nda Cüneyd el-Bağdadî (ö.297/909)'ye nispet etmiştir. [1602] Sehavî {0.902/ 1496), [1603] Karî (Ö.1014/1605), [1604] Aclûnî (Ö.1162/1749) gibi muhaddisler de bu sözü Ebû Saîd el-Harrâz'a atfetmişlerdir. [1605]Bazıları da Zünnûn el-Misrî'ye isnad etmişlerdir. [1606]
Görüldüğü üzere başta Gazâlî ve İbn Arabî gibi sûfi müellifler bu İbareyi hadis suretinde kullanmamışlardır. Nitekim yukarıda isimlerini kaydettiğimiz muhaddislerin kanaatları da bu merkezdedir. Bu durumda bu sözün şahısları değişik de olsa sûfiyye tarafından söylenen bir kelâm-ı kibar olduğunu belirtmek yanlış olmamalıdır. Nitekim Bursevî bunu prensip olarak kabul etmekle birlikte, muhteva açısından bu ibareyi hadis kılıfına bürümek eğilimindedir. 'nİn hadis mantığı olarak Öne sürdüğü, "Uzamâ-i tarikattan, hatta -t havâss ehl-i hakikattan" olanların sözleri için hadis tabirinin kullanılabileceği gerçekten dikkate değer bir noktadır. Sûfiyyenin bu tür anlayışîan araştıranın "Keîâm-ı Kibar Olan Sözler" kısmında bir nebze olsun ele alınmıştı. Bursevî'nİn bu sözle ilgili olarak Kitabü'n-Netice'de verdiği bazı bilgilerden nakille yapmak istiyoruz. Ona göre Resûlullah (s.a.)'e verilen şefaat iki çeşittir:
Birincisi, şefaat edebilmeleri için başkalarına şefaattir. Buna göre diğer nebi|erı veliler, salihler ve melekler şefaat makamına ererler, günahkârlara il-i rütbeye uğramış olanlara şefaat ederler.
İkincisi ise bizzat ResûlullahTın şefaatidir. Bu şefaatla Resûl-i Ekrem büyük günah işlemeyenlere şefaatte bulunur. Derecelerin yükseltilmesi için yapılan şefaat de buna dahildir. Zira, "Ebrârın hasenatı mukarrabînin
sayyiâtıdır" gereğince tenezzül erbabına göre masiyyet hükmündedir. [1607] Aynı eserin bir başka yerinde ise, mukarreblerin ebrârın üstünde olduğunu, zira mukarreb olanların ebrâra nispetle mutlak kemallerinin bulunduğunu, mukarreblerin zât, sıfat ve efâle sahip oldukları halde ebrârın yalnız sıfat mertebesinde kaldıklarını belirtmiş, mukarreb olmanın son derece arzu edilen manevi bir makam olduğunu söylemiştir. [1608] Yine mukarreblerin hem yemin hem de vech sahipleri, ebrârın ise yalnız yemîn erbabı olduğunu ifade etmiştir. [1609]
Keşif yoluyla nakledildiği belirtilen hadislerden bir diğeri de "Ashâbî ke'n-nücûmî" hadisidir.
[1600] Gazâlî, IV, 49.
[1601] İbn Arabî, III, 109; bk. Lübbu'i-Iüb, s. 41.
[1602] Aclûnî, 1,428.
[1603] Sehâvî, s. 188.
[1604] Kari, s. 94.
[1605] Aciûnî, 1,428.
[1606] Aciûnî, 1,428.
[1607] Kitabü'n-Netice, I, 431. İbn Hacer'in ebrar ile mukarreb arasındaki farkı gösteren açıklamaları için Acİûnî, I, 428.
[1608] Kitabü'n-Netice, II, 68.
[1609] a.g.e., 1, 297.