saniyenur
Fri 24 August 2012, 10:33 am GMT +0200
Hac
Hac kelime olarak, hem (Rabbe doğru) yönelme hareketi hem de bir şeye (konumuzla ilgili olarak da, benliğe, nefse) hâkim olma çabası anlamına gelir. Hac kelimesini tam olarak karşılamamakla beraber, Batı dillerine bu ifade "kutsal sayılan yerleri ziyaret" anlamına gelen pelerinage kelimesiyle tercüme edilmektedir. Hac Müslümanın dinî vazifelerinin üçüncüsüdür. Erkek veya kadın her yetişkine, ilâhî iradenin içinde kendini yok etmenin büyük "Çaba"sını yerine getirmek üzere, ömründe bir kere, Mekke'ye gitmek farzdır. Bu seyahati yapacak maddî imkânlardan mahrum olanlar hacdan muaftır. Fakat hangi Müslüman, bir gün, dininin merkezini, Allah'ın Evi olan Kabe'yi ziyaret edebilmek için gerekli parayı azar azar biriktirmez? Kur'ân, Kabe'nin, Tevhid inancı içinde, Allah'a adanmış en eski "ev" olduğunu belirtirken (3: 96) abartma yapmaz. Yapılışı sadece Hz. İbrahim zamanında olmuş olsa bile -ki İslâmî geleneğe göre, Hz. İbrahim Hz. Âdem tarafından yapılan bu evi yalnızca tamir etmiştir-, yine de Hz. Süleyman tarafından Kudüs'te inşa edilen mabetten bile daha eski bir mabet olduğu ortadadır. Hâlâ faaliyette olan ve Mekke'deki Kabe'den daha eskiye uzanan bir ibadet mahalli bilinmemektedir.
Hac ibadeti sırasında yapılması gerekenler kısaca şunlardır: Mekke civarında, kutsal toprakların sınırına gelince normal elbiseler çıkarılır ve iki kumaş parçasından oluşan aynı tipte bir elbise (ihram) giyilir. Kadınlardan değil, yalnızca erkeklerden istenen bu kıyafet bir peştemal ile omuzları örten geniş bir örtüdür. Baş açıktır. Hac süresince kişi kendisini, kendi benliğini unutmaya çalışır. Bütün günü derin düşüncelerle geçirmek üzere Mekke'nin banliyösü olan Arafat'a gidilir. Akşama doğru, Mekke yönünde harekete geçilir. Müzde-life'de gecelenir ve sabahleyin erkenden Mekke'nin hemen yakınındaki Minâ'ya gelinir. Orada üç gün geçirilir. Bu sırada her sabah Şeytan taşlanır. Minâ'daki bu üç gün esnasında kurban kesilir, Kabe'yi tavaf etmek ve Kabe'nin karşısındaki Safa ve Merve tepeleri arasında yedi kere koşmak üzere şehre kısa bir ziyaret yapılır. Bu yapılanların hepsinin bir anlamı vardır. Bunların sembolik arka plânları şöyledir:
Hz. Âdem ile Havva, Cennet'ten düştükleri zaman kaybolmuşlardı, birbirlerini arıyorlardı. Allah'ın lütfuyla nihayet Arafat'ta buluşup birbirlerine kavuşabildiler. Onun İçin, Hz. Adem ile Havva'nın torunları, Allah'a minnet ve şükranlarını sunmak üzere, O'na yönelir, ilâhî varlıkta kaybolmak ve kendini unutmak için bir gayret sarfeder, geçmiş günahlarından ötürü Kendisinden af diler ve gelecek için yön ve yardımını niyaz eder.
Şeytan taşlamaya gelince, bilindiği gibi Hz. İbrahim Allah'tan başka kimseyi sevmediğini iddia etti. Allah da bu konuda onu imtihan etmek üzere, kendisinden sevgili oğlunu boğazlamasını istedi. Bunun üzerine Şeytan ilkin kararından caydırmak için Hz. İbrahim'e geldi, sonra kocasını vazgeçirsin diye Hz. Hâcer'e gitti ve son olarak da kurban olmayı reddetmesi için çocuğun, bizzat Hz. İsmail'in yanına vardı. Herbiri de onu taşlayarak kovdu. Bu olayın Minâ'da cereyan ettiği söylenir. Onun için bu hareketler, hayatın şeytanî dürtülerine karşı bir kararlılık gösterisi şeklinde, orada sembolik olarak tekrarlanır.
Allah'ın Evi'ni ziyaret kolayca izah edilebilir: İnsan itaatkârhğını göstermek üzere, oraya kusursuz bir saygı ve tevazu ile gider. Çok eski bir âdete göre, birinin etrafında dönmek, üzerine titremlen ve yürekten bağlanılan kimse için canını vermeye hazır olduğunu bildirmek anlamına gelir.
Hakkındaki bir yığın yanlış anlamalardan ötürü Kabe'deki Siyah Taş üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. O bir göktaşı değildir, aksine siyah renkli bir taştır. Onun pratik yaran, Allah'ın Evi olan Kabe çevresindeki dönüşler (tavaf) için başlangıç noktası olmasıdır ve renginden ötürü de binada rahatça farkedilir. Hem sonra bu taşa tapılmaz, ona yönelerek secde bile edilmez: Bütün binanın herhangi bir noktasına yönelinerek kılınacak namaz geçerli olacağından, gerek Mekke'de, gerekse yerkürenin başka yerlerindeki Müslüman ekseriya namaz esnasında Kabe'nin Siyah Taş'ın (Hacerü'l-Esved) bulunduğu noktasından başka bir noktasıyla karşı karşıya kalır. Hatırlanacağı gibi, sapık Karmatiler H. 318, M. 930'da Mekke'yi talan ettiklerinde, bu Siyah Taş'ı ülkeleri Ummân'a (orada yeni bir Kabe yapmak için mi?) ganimet olarak götürmüşler ve onu ancak 21 sene sonra geri vermişlerdi. Siyah Taş'ın olmadığı bu süre boyunca. Müslümanlar Mekke'yi kıble edinmeye devam ettiler. (Güneydoğu Arabistan'daki) Ummân'ı değil. Kabe binası bile asıl değildir. Çünkü Kabe yıkılsa -sözgelimi restorasyon için-, namazda yine de o yöne dönmeye devam edilecektir: Kabe binasının dikili olup olmaması kıble açısından pek fazla Önem taşımaz. Yukarıda belirtildiği gibi. Siyah Taş'ın pratik faydası, tavafın başlayacağı ve biteceği noktayı işaretlemesidir. Yine de Siyah Taş'ın sembolik bakımdan tartışma götürmez büyük bir anlamı vardır. Bir hadisinde Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Hacerü'l-Esved yeryüzünde Allah'ın sağ elini (Yemînullah) temsil eder" ve bunda şüphe yoktur. Gerçekten de hacı bağlılık yemini etmek üzere ellerini onun üzerine koyar. Kur'ân terminolojisinde Allah Hükümdar olduğundan, Onun sadece hazineleri, ordulan değil, bir de hükümdarlığı vardır. Hükümdarlıkta ise bir başkent bulunur ajrnmül-kurâ, "şehirlerin anası", çok eski çağlardan beri Mekke'nin adıdır) ve başşehirde tabiî olarak "Allah'ın Evi" olur. Her dürüst vatandaşın, elini Hükümdar'ın sağ eli üzerine koyarak itaat sözü vermek üzere oraya gitmesi gerekir. İşte bu gerçekten ötürü, Görünmez'in eli görünür olmalıdır ve bu yukarıda adını ettiğimiz Siyah Taş'tır.
Geriye Safa ve Merve tepeleri arasında yedi kere koşmak kalıyor. Rivayete göre, Hz. İbrahim hanımı Hz. Hâcer'i bebeği Hz. İsmail ile birlikte, Mekke'nin o zamanlar çöl olan bu bölgesine bırakıp gittiği ve çok geçmeden ellerindeki su bittiğinde, Hz. Hâcer susuz bebeğine su bulmak için annelik sevgisiyle sağa sola koştu. Zemzem pınarı işte o zaman fışkırdı. Bu annelik sevgisine hürmet etmek ve Allah'ın merhametine şükretmek için, bu hareketler Hz. Hâcer'in koştuğu aynı yerlerde tekrarlanır.
Haccın sosyal yönü de daha az çarpıcı değildir. Çünkü dünya Müslümanlarının kardeşliği burada çok parlak bir şekilde kendini gösterir: Irk, dil, bölge, hatta sınıf ayırımı olmaksızın, müminler mecburen oraya giderler, en kusursuz kardeşlik eşitliği içinde birbirilerine kanşırlar, çölde beraber yaşarlar ve dinî vazifelerini ortaklaşa yaparlar. Belli saatlerde yürünür, durulur; günlerce çadır altında veya açık havada gecelenir. Bütün bunlar, gündelik beş vakit namazdan da fazla olarak, mümini Allah'ın askerlerinin disiplinli hayatına alıştırır.
Hz. Muhammed kendi haccı sırasında Önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşma "Veda Hutbesi" adıyla bilinir. Çünkü bundan üç ay sonra vefat etmiştir. Bu hac sırasında, Arabistan'ın ve komşu ülkelerin bütün noktalarından gelen 140 bin Müslümanla buluştu ye onlara İslâm'ın temel esaslarını anlattı: ikona ve başka türlü semboller kullanmadan tek Allah'a iman; ırk ve sınıf ayırımı bilmeyen ve takvaya (kusursuz dindarlığa) dayalı üstünlükten başka hiçbir ferdi üstünlük tanımayan müminlerin eşitliği; her insanın üç hakkının, yani canı, malı ve şerefinin korunması; faizin her türlüsünün yasaklanması; öç almanın ve kendini hâkim yerine koyup ferdî hak almanın kaldırılması; kadınlara en güzel şekilde davranılması; az sayıda insanın elinde toplanmasına engel olmak için servetlerin dağıtılması ve sürekli dolaşımı (bu, miras ve vasiyetlerle ilgi kanunlar sayesinde gerçekleştirilmiştir); son olarak, hayatın bütün alanlarında ve herkes için sadece Allah iradesinin geçerli olduğunun ilânı. Her sene, Zilhicce ayının 9'unda Arafat'da toplanan Müslüman hacıların Önünde bu hutbe muhteşem bir şekilde tekrarlanır.
İslâm öncesi bir uygulamanın, hiç değilse ilk Müslüman nesli içinde, devam ettirilmiş olduğu söylenebilir: Bu geniş toplanmadan yararlanılarak yıllık bir edebî kongre düzenleniyordu. Burada şairler yeni eserlerini duyuruyorlar ve hatipler kalabalıklara seslenerek maharetlerini sergiliyorlardı. Hatta profesyonel güreşçiler seyircileri büyülüyor ve tüccarlar her tür ticaret mallarını getiriyorlardı. Halife Hz. Ömer bu toplantıya daha sağlıklı bir idarî veçhe kazandırdı: Hac toplantısı kendisi için, bütün vali ve komutanlarıyla en yüksek düzeyde bir mahkeme oluşturma ve belli başlı sorunları tartışma vesilesi ve aynı zamanda da alınması düşünülen önemli tedbirler için genel bir istişare fırsatı idi. Bir kere daha tekrar edelim, İslâm'da kutsal ile kutsal dışı, ruhani olan ile cismani olan ortaklaşa yaşar ve hatta ahenkli bir işbirliği içinde yürütülür.