- Habbeyi kubbe yapmak

Adsense kodları


Habbeyi kubbe yapmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Fri 3 September 2010, 04:34 pm GMT +0200
HABBEYİ KUBBE YAPMAK

Önemli-önemsiz ayrımı farklı zihinsel olgunlukların duyarlıklarını ifade eden öncelik  sıralamasıyla ilgilidir. Kimileri için incir çekirdeğini doldurmayacak bir mesele başka duyarlıklar nezdinde fevkalade öneme haiz olabilir. Bu bağlamda küçücük bir mesele muhtevasına ters orantıyla büyütülür veya başka bir değerlendirmeye göreyse asıl büyük meseleler anlamsızlığın sağır duyarsızlığı içinde küçültülür, ufaltılır. “Habbeyi kubbe yapmak” deyimini tam da bu durumları izah etmek için kullanırız. Bu deyimle, biraz da dudak kıvrımlarımıza müstehzi bir hafifseyiş iliştirerek, kendimizce küçük, önemsiz şeyleri büyütmenin gereksizliğini vurgularız. Gündelik kullanımda buna uygun anlar yaşadığımız ve kullanım olarak bu deyimin tam yerine oturduğu durumlar olabilir, olmaktadır. Ama düşünsel zeminde meseleye eğilme ihtiyacını ortaya çıkaran çok boyutlu öznel ve nesnel koşullar, zorunlu sayılacak ölçüde habbeyi kubbe yapma gereğini ortaya çıkarmaktadır. Bana öyle geliyor ki, bu gerekliliğin aşkla, düşünceyle, ilmi çalışmalarla, yaradılışımıza uygun içerik ve tarzda hayata tutunmakla, yaşantıya dönüşecek var oluşsal çabalarımızla ilgisi bile kurulabilir. Çünkü çoğu durumlarda akılları sıra ‘habbeyi kubbe yapmayın’ diyerek en esaslı anlam arayışlarını küçümseyenler, gerçekte kubbeyi habbe kadar algılama basitliği içinde paylarına düştüğü kadarıyla hakikati göz ardı edenlerdir. Artık söylememe gerek kalmadı ki, bugün en başat meselelerimizden biri habbeyi kubbe yapamamaktır. Bunun içindir ki hakikatin teorik ve pratik alanlarında boş benliklerimizi dolduran yoksulluklardan bir türlü kurtulamayışımızı hapı yuttuğumuza verenler de olabilir. Ben var oluşsal bağlantılarıyla ele almaktan yana olduğum bu meselede, içine düştüğümüz hastalıklı halin, hapı yutmakla değil bilakis hapı yutmamakla ilişkilendirmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta habbeyi kubbe yapma meselesi aynı zamanda hapı yutma meselesi gibi de algılanabilir.

 

Deyimler ait olduğu dilin mucizevî anlam sırlarını oluşturur. Deyimlerde kelimeler düz anlamları dışında farklı anlamlara aracılık ederler. Bu durum dili kullananlara çoğu durumlarda keyifli derinleşme, açılma ve ifade imkânı sağlar. Zihinsel vurgunculuktan bencilce haz alanlar, dilin bu özelliğini entelektüel çalımlarının malzemesine dönüştürebilirler. Benim bu numaralarla işim olmaz. Deyimlerin dilimiz için büyük çeşitlilik ve zenginlik olduğunu elbette bilmiyor değilim. Ancak zaman içinde kelimelerin üzerlerini de körelmiş algı ve sığ yaşam tarzlarımızdan sirayet eden tozların kapladığı da bilinmektedir. Bu tozları üflediğimiz zaman altında sözlerin taşıdıkları  farklı içerikler bir bir ışıldamaya başlar. Anlamak bu süreç içinde kelimelerin izini, kelimelerin peşi sıra anlamın izini sürmek, yani bir yönüyle sözün üzerindeki tozu üflemektir. Kimi zaman da anlamak için, söz alanına görülen ilk kapıdan değil arkadan dolanarak girmek gerekebilir. Bu güzergâhta mütevazı bir anlama arayışı içinde basit bir gezinti, bir üfleyiş benimkisi.

 

Aşk varlığın özündeki harekettir. O hareket, yaratış ve yaratılış gereği olarak sonsuzluktan anlama doğru aşkın ürperişler, eşsiz salınışlarla ritim tutar. Varlığın kendi özünden, gücünden ve iradesinden kaynaklanan yaşam iddiası; dışa, başka varlıklara doğru yönelim içine girer. Bu yönelim varlığın ne pahasına olursa olsun tutunma veya kendisine ait kılma bencil çabası ile değildir. Öyle olsaydı ruhun bu devinimi  olgunlaşmamış özün ve kendine güvensizliğin açığa çıkması anlamına gelecekti. Bu yönelişin amacı yine varlığı güçlü kılmak, anlamlandırmak ve çoğaltmak içindir. Varlık, doğası gereği her türlü ruhsal sapmaların kompleksinden arınmış olarak başka varlıklara var edişe yönelir. Ruhsal merkezli her türlü sapma, dış koşulların benlik üzerindeki çarpık etkisinin yansıması olarak istisnai durumlardır. Ne ki, bu istisnaların kitlesel alışkanlıklara dönüşerek kanıksandığı açıktır. Bugün en onarılmaz fecaatte yaşanan sapkınlıkların özendirilen hayat tarzlarına dönüşmüş veya dönüştürülmüş olduğu da bir gerçektir. Tohum da toprak da çürümüştür, çürümek üzeredir. “Kenneth Gergen, insanın tam olarak hangi çekirdek öz’e sadık kalması gerektiğini hatırlamanın gittikçe güçleştiğini, sahicilik idealinin ucundan bucağından yıprandığını, içtenliğin anlamının yavaş yavaş belirsizliğe gömüldüğünü yazmaktadır. İnsanlık anlam verici güçlerinin büyük kısmını, belki de hepsini yitirmektedir.”(1)

 

 

Anlamın en fark edilir yansıması olarak varlığın varlığa yönelmesi aşk sebebiyledir. Kimi zaman bu anlam yani ‘sonsuzluk’ için öz veya benlik kendini bile feda edecek derecede fedakârlık yapar. “Yetişkin insan aşk ahlâkındadır” diyerek tematik alanı oldukça geniş bir genelleme yapan Ülken’in hemen arkasındaki şu yalın ifadesi özlüdür, özgündür: “Feragat ve fedayı nefs davasında en büyük hürriyetle yarışmaya girmek ve herkesi geçmek için fazla ceht sarf etmek, sonunda insanı aşk ahlâkına götürecektir.”(2) Çünkü varlık anlamını ancak kendini aşarak bir üst varlığa ekleyerek veya ilişkilendirerek inşa edebilir. Zayıf ve güçsüz benlikler bu hamleyi yapamaz; bu sıçrayış ve salınımla içine girecekleri, içlerine taşıyacakları muazzam zevki tasavvur bile edemezler. Bu tasavvur ve bu hareket var oluş coşkusunu içinde hisseden dolayısıyla var oluş özü ve bilinci yüksek yoğunlukta olanlar içindir.

 

Fıtratımıza yerleştirilmiş olan sonsuzluk duygusu sebebi ile geçici varlığımıza emanet edilmiş benliklerimiz, gerçek hazzı, yaratılış amacına yönelmekle duyarlar. Sınırlı varlık içinde sonsuzu hissetmenin dahası iç evreninde yaşantıya dönüştürmenin coşkusu ile adeta kıvranır. Kıvranış adeta ruhuna giydirilen dar elbiselerden kurtulmak içindir.  Yöneliş cesur bir özgürlüğü gerekli kıldığından dıştan bir bakışla kendinden kopuşa, kendini terk edişe bile benzetilebilir. Öyledir de. Ama bu devinim iyiliklerle ruhlarını yüceltmek yerine sadece bulundukları yerin başlarına geçmemesine razı olarak, kötü şeylerin olmamasından başka talepleri olmayan statükocu zihniyetlerin doğaları gereği kavrayamayacakları bir durumdur. Onlar, varlığın sonsuz özgürlüğe en nihayetinde Allah’a yönelişindeki kendine getirmek için insanı alıp kendinden götüren hazzını, o hazzın yankısını, yansımasını bile yaşamadılar. Zevk kendinden geçmektir. Kendinden geçmek zevktir. Zaten kendi olmayanların kendinde olmayanların (vaz) geçecekleri bir benlikleri de olamaz. Olmayanlar, dolmayanlar kendinden geçemez. Kendinden geçmek, kendini aşmakla, kendini engellenmez bir biçimde taşmakla, doğallıkla boşalmakla olur. Boşalmak kendini dolanlar içindir. Ve onlar kendini boşalırlar, bunun hazzını, huzurunu kendi nefisleri içinden ve üzerinden hissettikleri varlık bilinci ile yaşarlar ve som samimiyetle kapıldıkları derin, serin akış içinde de kendilerini hissederler. Kim olduklarına dair sorunun hiçbir şüpheye yer bırakmayacak yoğun bağlanışlar ve bağlantılarla onlarda karşılıkları mevcuttur. Var olmak kendimizi ilahi kudret ve inayet ikliminde hissetmektir. Orada gittikçe yoğunlaşan, çoğalan bir öz ve bir söz sahibi olunacaktır. Eflatun’un aşk için “Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzellik” sözüne karşı “artmaz” kısmında külliyen yanılıyor üstat” diye net bir tutum alan İskender Pala, doğallıkla karşı düşüncesini “Bir çoğalmadan ibarettir çünkü aşk, bir coşmadan, kabarmadan, büyümeden ibarettir. Devamlı artmayan bir duygunun aşk olması ne mümkün?”ifadeleri ile açıklar.(3)

 

 

Kendimizden (vaz)geçiş daha güçlü bir kendimizi yaratma, kendimizi genişletme veya zenginleştirme çabasıdır bir bakıma. Bu bir boşluğa düşmek veya ölmek gibi gözükse de asla hiçlik, manasızlık, çürüme değildir. Birbirinden değerli çalışmalarla ufkumuzu açan değerli psikiyatrist Kemal Sayar’ın bu konudaki şu tespiti müstakil olarak düşünülmelidir kanaatindeyim: “Bir kişilik benlikten daha yüksek değerlere yönelmemişse, kaçınılmaz olarak yozlaşma ve çürüme baş gösterir.”(4) Bu anlamda ölmek varlığın zorunluluğu, başka bir söyleyişle ölmek zorunlu var olmak, var oluşla yüzleşmektir. Olmak; bir üst kata, üst akla, üst bilince çıkmak, daha yüksek bir ruha erişmek demektir. Oysa yokluk batıldır. Yokluk diye bir şey yoktur!.. Fena olmak manasız bir şekilde yitip gitmek değil mutlak varlığa doğru kayıtsız koşulsuz bir yürüyüş, yöneliş içinde olmak demektir. Menzile yaklaşma oranımız kendi olgunlaşma oranımızla orantılı olacaktır. Bu yönelişte aşk, özün kendine güveni ile artar. Özgüven sahibi olanlar anlamın sonsuzluğunda bütün sınırları geçmekten korkmazlar. İnsanoğlu kendi gerçeğini yalandan sınırlar içinde kurmaya çalışır çoğu zaman . Bütün o sınırlar ve o sınırlar içinde oluşmuş benlikler yapaydır, sahtedir. O sınırları geçtiğimiz zaman arkada sahte gerçeklikler ve sahte benliklerle var olma şaklabanlığından başka bir şey  kalmayacak korkulmasın. Aklın ve ruhun mutluluk ve güvenlik adına kendini statikleştirmesi varlık adına derin bir cehalettir. Orada, başka varlıklara yönelmesi gereken harekette, bir azalma, bir duraksama gözlenebilir. Giderek varoluşsal anlamda yanılgı sınırını aşarak körelmeye dönüşen algı bozukluğu egoistlik ölçüsünde bencilleşir.  “Bencillik öylesine tiksindiricidir ki, bu utanç verici hali saklamak için nezaket dediğimiz şeyi icat etmişizdir”der Schopenhauer.(5) Ona göre ve onun için bir başkasına yönelmek yorulmak; paylaşmak azalmak anlamına gelir. Bu korku ancak var oluş cevheri zayıflamış kişilerde görülebilir. Hele bu insanların bir başka varlık için kendilerinden geçişlerini, kendilerinden vazgeçişlerini düşünmek bile neredeyse  imkânsızdır. Kendi dar dünyalarının minyatürden tanrı rollerini biraz daha sürdüredursunlar bakalım. Oysa zayıflayan, kendilerinden başkasını düşünmeyen varlıkları anlamsız bir boşlukta çırpınıp durmaktadır. Evet boşluk ama anlamsız, ve boşuna bir çırpınış!..

 

Boşluk çoğunlukla yanlış sanıldığı gibi anlamsızlığa denk değildir. Hatta boşluk bir yönüyle varlığın bir boyutudur. Bir yönüyle boşluk varoluşun anlaşılabilir düzlemi gibi sayılabilir. Varlık boşlukta oluşur, orada büyür. Nesnel algı dünyamızda bile gözlemlediğimiz kadarıyla boşluk varlıkla doldurulur. Boşluk varlığı bekler. O belki varlığın en geniş mekânlarından biridir. Varlığımız ne kadar çoğalırsa boşluk o kadar azalır. Yani boşluk kendini varlığa ve varlık için armağan eder. Bu anlamda belki mutlak boşluk da söz konusu değildir. Çünkü hakikat düzleminde esas olan varlıktır: Mutlak Varlık! Varlığı büyüten boşluk onun içinde, ona ait. Oysa varlığın özünden ve amacından kopuk yaşamlar anlamsızlığa, yani hiçliğe yönelirler. Hiçlik amaçsızlık ve anlamsızlıktır. Amaçsız ve anlamsız varlık diğer varlıklara imkân olamadığı gibi onların varlık alan ve imkânlarını da tehdit olarak görür. Eğer varlığının idrakinde olsa idi başkalarının varlığını besleyen bir tutum içinde olacaktı. Başkasını kendi varlığının teminatı ve kendi bilincini fark etmenin sebebi sayacaktı. Şimdi ise başka varlıkları kendi varlığını yok etmeye yönelmiş unsurlar olarak görme saçmalığının kurbanı olmaktadır. Bu bir deliliktir. Birbirinden beter örnekleri tarihin her döneminde görülen aşkın ve imanın hakikatini kavrayamayanların yolundan ısrarla, ihtirasla gitmekte olan çağdaş insan, başkalarını yok etmeyi kendi varlığının, varoluşunun gereği sayma şeytani yanılgısını yaşama biçimine dönüştürdü. Bu dönüşüm insanın ontolojik meziyetlerini ve onunla doğrudan ilişkili olarak iç evrenini tahrip etme pahasına sağlanmıştır. Mevcut anormal duruma razı olmak veya oluyor gözükmek, gidişatın meşruluğu anlamına gelmez. Sözü edilen kişilikler üzerine yaptığı bir çözümlemede fromm’un dediği gibi “İnsan karşılıklı güvensizlik ve düşmanlıkla belirlenmiş bir kültüre uyabilir, ama böyle bir uyma onun zayıflaması ve verimliliğini yitirmesi ile sonuçlanır.”(6) Bizce sonuç ünlü psikologun öngörüsünün çok ötesinde tecelli edecektir, etmektedir de. İşte tam da bu sebeplerden dolayı yorgun ve yoksul düşmüş ruhların da imdadına yetişmek için habbeyi kubbe yapma gereği hayati bir önem arz eder olmuştur.

 

Arapça bir kelime olarak Türkçemize çok yaygın kullanılmakta olan ‘habbe’ tahıl tanesi demektir. ‘Hub’ kökünden türeyen elime, tane veya dane olmanın ötesinde anlamlara sahiptir. ‘Habbe’ tohumluk olacak evsafta tane demektir. Çünkü tane’nin sadece sayısal bir karşılığı vardır. ‘Kaç tane?’ diye sorduğumuzda veya ‘üç tane’ ‘beş tane’ gibi ifadeler sayıyla ifade edilecek çoğunluklar için kullanılır. Oysa ‘habbe’nin ‘aşk, sevgi ve merhamet’ içeren anlam genişliğiyle var oluşsal yaklaşımlara ilham ve imkân verecek farklı, özgün karşılıkları vardır. ‘Hub’ aşk, sevgi anlamlarına gelir. ‘Habib’ dediğimiz zaman sevgiliyi ifade ederiz. ‘Mahbub(e)’ sevilmiş demektir. ‘Muhabbet’ yine aynı kökten türeyen ‘ahbab’ların birbirleriyle kurdukları gönülden ilişkileri ifade eder, sevgililerin hemhal olma durumlarını anlatmak için kullanılır. Anlatmaya gerek bile yok ki sevmek, hiçbir hesap yapmaksızın başka bir varlığa özden, içten yönelmektir. Yukarıda farklı türevlerini verdiğimiz tüm kelimelerde bu yöneliş vardır. Aşk ve sevgi insan ruhunun ve benliğinin ilacıdır. Sevgi insanı iyileştirir, var eder. Dilimize ‘p’ dönüşümüyle geçen ‘hap’ kelimesi (aynı dönüşüm ‘ahbap’da da görülür) ve onunla mürekkep “hapı yutmak” deyimi değindiğimiz bağlantılarla irtibatlı olarak kullanılmaktadır. Hapı yutarız ve iyileşiriz. Tabi deyim kullanımında kendi kültürel kavrayış ve yorumlayışımıza göre tezat bir anlam kazanması ayrı. ‘Habbe’ye gelince. Baştan sona habbenin serüvenini gözleyip çözümlemek ve kavramaya çalışmak var oluşta aşkın ve aşkta var oluşun esrarını çözmede bize yardımcı olabilir.

 

Tohumu toprağa atarsınız. Bu iki sevgilinin buluşması gibidir. Tohumun toprakla buluşması varlık bilincinin ciddi manada harekete geçmesi demektir. Toprak tohumu bağrında, tohum kendini toprağın koynunda hisseder. Bu ilk karşılaşma, ilk kabullenme sonucu temelden etkiler. Eğer tohum çelimsiz ve zayıfsa beklenen aşk oluşmaz ve toprak onu elimine eder. Yani beklenen salınım beklenen yöneliş olmaz. Çünkü aşk karşılıklı yöneliştir ve güçlü, kendine güvenen bir öz gerektirir. “İnsan çoğu zaman daha tam ve mükemmel bir kendisine ulaşabilmek için başkalarına yaklaşmak zahmetine katlanan bir varlıktır. Sevgi insanı kendisine daha çok bağlayabildiği, daha çok arayabildiği bir kendisi yapabildiği ölçüde güçlenir. Sevmek yeniden var olmaktır. Varlığı yokluk karşısında daha güçlü bir hale getirmektir.”(7) Bazen tersi de olur. Tohum toprağını bulamamıştır. Toprak koynuna düşen tohumu saramamakta, onun güçlü özünü besleyememektedir. Adeta arada kan ve doku uyuşmazlığı vardır ve yine varlığın kendini ifade edecek, açacak imkânı kalmamıştır. Zavallı tohum! Kim bilir toprağını bulsaydı özü nasıl dolukacak, dışarıya yaprak yaprak çiçek çiçek taşacaktı. Bizler bir türlü sevgilisini bulamayan toprağın da tohumun da serencamını çok iyi biliriz. Ülkem yüzyıllar var ki, tohumunu bulamamış bir toprak parçasıdır. Ve ülkemi yeşertecek tohumlar bir türlü kendi toprağıyla buluşamamaktadır. Ve insanlarımız!... Her yerde, ummadık yerde toprağını bulamamış, toprağına düşmemiş, düşememiş tohumların kuruyan, körelen, çürüyen meziyetlerine, yeteneklerine, birikimlerine şahit olmaktadır. Oysa uygun koşullarda toprağını bulmuş tohum önce kabuğunu atar. Bu varlığını hissetmenin, var oluş bilincinin hazzına varmanın ilk işaretidir. O hazza ulaşmaya gör, seni alıp götürür. Gidersin. Mum alevi etrafında dönen pervane gibi döner tohum kendi için(d)e. Kıvranır.

 

Varlığın bilincine varmak özün tamam ve eksiksiz olmadığını sanma yanılgısına düşmek değildir. Bilakis varlığın bilincine varmak bir yüksek akımın etkisinde kendiliğinden kendi eksik ve noksanını, kendi boşluğunu keşfetmek gibi bir şeydir. “Adler doktrinine göre, aşkın ortaya çıkmasında insanın varlığında yer alan ve bütün hayatı boyunca etkilerini gösteren yetersizlik duygusu, bu duygunun eseri olan güçlülük, egemenlik, üstünlük arzusu rol oynamaktadır. Yaradılışının ve yaşayış şekillerinin etkisiyle kendisini yetersiz, eksik bulan insan tamamlanmak ister. Kendisini tamamlamaya, varlığındaki boşluğu doldurmaya elverişli varlıklar arar. Bu varlıklara bağlanmak, onları kendisine bağlamak arzusunu duyar.”(8) O noksanı giderecek, o eksiği kapatacak, o boşluğu dolduracak her ne ise ondadır; Mutlak Varlık’da. Mutlak Varlık her türlü eksik ve noksandan münezzeh olandır. Öyleyse bizim tamamlanmak için mutlak varlığa yönelmekten başka çaremiz de çıkışımız da yoktur/olamaz. Aşk tamamlanma arzusuyla içimizden bir hamle yapmaktır. Aşk birlikte var olma fıtri dürtüsüyle aşkın olana yani mükemmel olana yönelmektir. Eğer tamam ve sorunsuz olsaydık belki de âşık olamayacaktık. Abraham Maslow’un, ‘Eğer ölmeyeceğimizi bilseydik, gerçekten tutkuyla sevebilir miydik?’ sorusu, içinde derin düşünsel espriler taşıması bakımından ilginçtir.(9)

 

Bütün bu hareketler, kıpırdanmalar, yönelişler tohumda yani habbede de olur. Ve o aşkla toprağa yönelir. Özü dolar taşar ve yeşermeye durur. İlk bakışta eyvah kendisini parçalamaktadır. Tohum yok olmaktadır, ölmektedir. Evet doğrudur. Ne çare ki ölmeksizin olunmuyor. Ayrıca ölüm diye gördüğümüz işte apaçık kendini aşma, o zayıf benlikleriyle statik karakterde olanların korktukları sınırları aşıp geçmekten başkası değil. Tohumun bu anlamda ölmesi on başağa dirilmesi, o on başağın eksilmeyen aşkla tekrar toprağa düşmesi çoğalması yani habbenin kubbeye dönüşmesi demektir. Yine Alman filozofun ifadesiyle “Hayatı ve devamlılığı bunca şiddetle isteyen şey, yaşama iradesinin ta kendisidir. Bu bakımdan da yaşama iradesi ölümden kurtulmuştur ve ölüm onu hiçbir şekilde etkileyemez.”(10) Habbeyi kubbe yapmak işte böyle bir oluşuma da işaret ediyor olmalıdır. Habbeyi kubbe yapmak aşkla mümkündür. Şimdi bütün mesele kubbeye dönüşecek habbe olmakta. Muhabbetle dolmuş, donanmış imanlı yürekler gerçek bir medeniyet tohumu gibi, kasten çorak bırakılmış ülkemin ve yeryüzünün bütün topraklarına ve yollara düşmelidirler.

Ola ki can gelir can yeşeririz.


 

 

______________________________



1-      Kemal Sayar, Özgürlüğün Baş dönmesi, s 42, Karakalem yay. İst. 2002

2-       Hilmi Ziya Ülgen, Aşk Ahlâkı, s. 170, Ülken Yay. 4. Baskı, İst. 1981

3-       İskender Pala, Kitâb-ı Aşk, s. 15, Alfa Yay., İst. 2005

4-       Kemal Sayar, Kalbin Direnişi, s. 92, 3. bas. Karakalem yay. İst. 2006

5-      Schopenhauer, Aşkın Metafiziği, s. 90-91, Çev. S.Hilav, Oluş Yay. İst. 1965

6-  Erich Fromm, Çev. Ayda Yörükan, s. 34, İş Bankası yay, İst. 1994

7- Dr. Halis Özgü, Aşkın Psikanalizi, s. 24-25 İst. 1967

8- Dr. Halis Özgü, age., s. 23.

 9- Kemal Sayar, Ruhun Labirentleri, s. 154, Da yay. İst. 2003

     10- Schopenhauer, Aşkın Metafiziği, Çev. S.Hilâv, s. 74, Oluş Yay. İst. 1965