- Güz çiçekleri tez solar

Adsense kodları


Güz çiçekleri tez solar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Tue 23 November 2010, 05:36 pm GMT +0200
Güz Çiçekleri Tez Solar…


Gün batmak üzereyken köyü görebildi. İlerlemiş yaşına rağmen hızlı adımlarla yürüyordu. Adımlarını biraz daha açtı. Yoksa yağmura yakalanacaktı. Ne zaman bir köye gelse, eski bir alışkanlıktan olsa gerek, kimsenin ortalarda olmadığı saatleri tercih eder, çoğu zaman da akşamı beklerdi. Ama bu defa yağmur, bulutlarını toplayarak, gökyüzünü karalara bulayarak geliyordu.

Havada hafif bir rüzgâr vardı. Ne zamandır yağmur görmemiş toprakların tozunu savurup duruyordu. Giderek hızlanan rüzgârla, terleyen bedeninin soğuduğunu fark etti. Garip bir ürpertiye kesilen bedeni, artık daha rahattı. “Keşke tüm havalar böyle olsa.” diye mırıldandı. Ne sıcak, ne soğuk… Çukurova’nın sıcağında, pamuk balyaları taşırken, kum tenekeleri çekerken, bahçelerde kanal eşerken az mı çekmişti. Kendisi neyse, ama Yusuf’un dayanacak hiç takati olmuyordu. Daha birinci haftada Çukurova sıcağına yenik düşerdi. Bu haline de şükretti. Bilmediği duaları etmek için ne zaman Allah’ı hatırlasa, başını göğe kaldırır, öylece bakar ve sonra mahcup bir edayla indirirdi. İçten içe Allah’a şükretti, ama her zamanki gibi bunu gene söyleyemedi. En zoru da buydu. Kendine dahi söyleyemediği şeyler vardı. Peşini bırakmayan korkuları, soruları vardı. Karşılara bakındı. Yağmur bulutları köyün üzerinden geçerek gökyüzünü sarıyordu.

Eski ayakkabısının kendisini yolda bırakacağına tereddüt ederek adımlarını biraz daha hızlandırdı. Omzuna çaprazlama astığı silahını eline aldı. Silahın dipçik kısmını koltuk alına alarak koluyla aynı hizada taşımaya başladı.

Avucunun içinde tuttuğu silahın kundağını sıkmaya başladı. Damarlarında coşkun atların koşusu vardı. Silahlı olduğu anlarda yaşadığı endişeli ruh halinin sıra dışı koşusuna başladığını, bakışlarındaki sertliğin gerginleştirdiği alın damarlarından hissetti. Sanki alnının ortasına bir sancı saplanmış, geçmişten geleceğe acılar toplanmıştı. Silahın kundağını biraz daha sıktı. Köyün altındaki küçük dereyi taşlara basarak bir çırpıda geçti. Su taşıyan kadınlara, sağa sola koşturan çocuklara bakmadan köyün altındaki çeşmeye vardı. Yolun kirinden, tozundan arınmalıydı. Elini yüzünü yıkadı.

Başındaki ağrı, suyun serinliğinde çözülürken, çok uzaklardan geldiği belli olan bir rüzgâr öylece dokunup geçiyordu. Sağına soluna bakınarak,  Battal Emminin evine doğru yürüdü. Hava neredeyse kararacaktı. Ocaklarda yanan ateş artık daha net görülüyordu. Kapıya yakın ocaklarda yemek yapan kadınların hareketlerindeki sadeliğin her zaman kendisine huzur verdiğini düşünürdü. Yaşlı anası da böyleydi…  Evin sağında solunda döner, kendi işiyle uğraşır dururdu. Yıllarca eve gelmeyen babasına rağmen evi çekip çevirmiş, çocuklarını kimseye muhtaç etmemişti.

Gün batmak üzere olduğu için etrafta pek kimse yoktu. Duvar dibinde oturmuş olan birkaç kişiye selam vererek devam etti. Önünden geçtiği evlerden yanmış yağ ve ekmek kokusu geliyordu. Yol telaşıyla açlığını da unutmuştu. Ağraçın düzünü nasılda hızlı geçmişti. İyice yorulmuştu, misafir olacağı bir kapı düşünüyordu, Battal Emminin misafirperverliğinden emindi.

Kapıdaki divanda oturan Battal Emmi yetmişinde vardı. Ne zaman bu köye gelse, ona misafir olurdu. Zaten uğramasa kızardı. Yaşlı adam ötelere doğru bakınıp duruyordu. Heykel gibi bir duruşu ve o kızıl suratının heybetli ifadesinde, bir türlü çözümleyemediği bir huzur ifadesi vardı. Kendinden o kadar emin görünüyordu ki, söze nasıl başlayacağına karar veremedi.

— Gel Ali’m gel. Baban ne mert adamdı. Mertlik ne parayla, ne de malla olur. İnsanın soyunda olmalı. Gel şöyle yanıma otur.

Babasının böyle anılmasından gurur duydu. Mertliğin de, yiğitliğin de kadir kıymetini Battal Emmi gibiler biliyordu. Fakir babasını yeniden düşündü. Fakirlik zor şeydi. 

Yaşlı adamın eline uzandı ve yavaşça yanına oturdu.

— Ali yavrum hoş geldin. Nereden gelir, nereye gidersin?

Cevap vermeden yaşlı adamın yüzüne bakındı.

Halden anlayan yaşlı adam, daha fazla üstelemeden:

— “Hadi içeri geçelim de yemek yiyelim, sen acıkmışsındır şimdi.” dedi

Gün batmıştı, kara bulutların kapadığı gökyüzünde tek bir yıldız dahi görünmez olmuştu. Odalardaki gaz lambalarının solgun aydınlığı pencerelerden zor belli oluyordu. Göz gözü görmez olmuştu. Kerpiç evlerin sesiz türküsü karanlığa gömülmüştü. Yaşlı adamın arkasından kapıya doğru yöneldi. Bu yaşta hala dinç olmasına hayret etti. Babası öldüğünde altmış bile yoktu. Şimşekler çakıyordu. Usul usul yağmaya başlayan yağmur giderek hızlandı. Arkasını dönüp geldiği yola doğru ümitsizce bakındı.

İçeri girdiğinde Battal Emmi akşam namazını kılıyordu.  Bir köşeye çekilip onu izledi. Kendi köylerinde namaz kılanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. “Ömrümde yalan söylemedim, kimsenin malını çalmadım, harama yaklaşmadım, haset birisi de değilim.” diye düşündü.

Her hareketini izledi. Daraldığını, yutkunamadığını hissetti. Çaresiz anlarının alışkanlığıyla başını önüne eğerek öylece bekledi. Birileri odaya girip çıkıyordu. Önünden geçen ayakları görüyordu, ama kim olduklarını fark edemedi. Sofrayı kuran gençlerin:

—Ali Amca, buyur, sofraya gel!” demesiyle kendine geldi.

Sofranın etrafında birkaç kişiydiler. Battal Emmi, besmelesiz başlamazdı yemeğe. Sofrada bulunanlara da hatırlatırmışçasına besmeleyi uzatarak ekmekten bir parça kopardı. Yaşlı adamın hareketlerinde namaz kılarken gösterdiği hassasiyetin bir başka hali vardı. Kaşığını ard arda pilava daldırdı. Yemek yerken çoğu zaman dalıp gittiğini fark ederdi. Kimileri yemek yerken nasıl da zevk alıyordu. Oysa kendisi, günlerini geçirdiğini düşünüyordu. Yavaş hareketlerle kaşığını pilava uzattı.

— Ali yavrum çekinme, karnını doyur.” diye konuşan yaşlı adamın yüzüne gülümseyerek baktı. Pilav ve ayranla karnını iyice doyurdu.

Sofrayı kuran gençler, aynı çeviklikle sofrayı kaldırırken,  duvara dayadığı silahını yaslandığı yastığının arkasını koydu. Birazdan köydeki herkesin geleceğini biliyordu. Sofrayı kaldıran gençlerden birisi duvara asılı olan gaz lambasının fitilini biraz daha kıstı. İçerisi daha da karanlık olmuştu. Pek çok defa geldiği bu odanın her köşesini ezberlemişti. Duvardaki fotoğraflar, köşedeki halılar, pencerenin önünde duran ayna ve her zaman öyle solgun duran çiçek yine yerli yerinde duruyordu. Hiçbir şey değişmemişti sanki. Zaman durmuş gibiydi. Her şey aynıydı. Renkler, kokular, çizgiler, hareketler birbirinin tekrarıydı. Gece gündüze, sabah akşama dönüyordu. Günler birbirini kovalıyor, ömür tükeniyordu.

Yaşlı adam ağır hareketlerle yeleğinin cebinden tabakasını çıkardı. İki parmağının arasında tuttuğu tabakasından bir sigara sardı. Diğer cebinden çıkardığı çakmağıyla sigarasını yaktı. Her nefeste aydınlanan suratına dağılan dumanla biraz daha yaşlanıyor gibiydi. Derin bir nefes daha aldı. Neredeyse sigarasını yarıladı. İçeriye girip çıkanlardan habersiz, bir nefes daha aldı. Başını pencereye doğru çevirmiş sadece sigarasını içiyordu.

Sigarayı sevmemişti. Ne zaman sigara dumanını solusa, boğulduğunu hissederdi. Birkaç defa öksürdü. Bunu gören gençlerden birisi pencereleri açtı. Yaşlı adamın olan bitenden hala haberi yoktu. O sadece sigarasını içiyordu.

Köy yerinde misafirin geldiği evi ziyaret etmek adettendi. Köyün belli kişileri bir bir gelmeye başlamıştı. Yarım saat içinde neredeyse odada oturacak yer kalmamıştı. İçeri giren herkesle bir bir selamlaştı. Her gelen babasından ve anasından söz ediyordu. Köyden bir şeyler sorup duruyorlardı. Hepsine de benzer cümlelerle cevap verdi. Sonra içeridekiler kendi aralarında konuşmaya başladılar. Kendisi de ara sıra katılıyordu, ama pek fazla konuşmak istemedi. Kimisi kuzuları ucuza sattığını, kimisi tüccardan parasını alamadığını, kimisi de ekinlerinden bahsediyordu. Söyleyecek bir tek sözü dahi yoktu. Ne koyunu, ne tüccarda parası, ne de arazisi vardı. Yazları Adana’ya da gitmese, ailece aç kalacaklardı. Hasta abisinin ne çalışmaya, ne de iş yapmaya takati vardı. Yastığın arkasındaki silahını hatırladı. Bir tek sermayem diye düşündü. Odada bulunanların gözlerine bir bir baktı. Hepsinin de gözlerinde biriktirdiklerinin korkusu ve endişesi vardı. Babasından kalan tek şey beş koyun bir de keçiydi. Birini dahi almadı. Çukurova sıcağında kaç yaz çalışmıştı. Kaç senesini Çukurova da harcamıştı. Hatırlayamadı.

İçeride bulunanların sustuğunu, odayı kaplayan sigara dumanının açık olan pencereden çekilişini izlerken fark etti.

Battal Emmi etrafını derin derin süzdükten sonra tabakasından bir sigara daha sardı. Ağır hareketlerinden kimsenin sıkıldığı yoktu. Sigarasını yaktı ve bir nefes aldı. ‘Bir zamanlar’ diyerek söze başladı. Eski bir olay anlatacaktı. Herkes susmuş ve yaşlı adamın söylediklerine kulak kesilmişti. Solgun ışığın matem havasına bürüdüğü odada, kimisi arkasına yaslanmış sigarasını içiyor, kimisi yaşlı adamın hareketlerini izliyor, kimisi de başını önüne eğmiş öylece dinliyordu. Çocukluğundan itibaren bu hikâyeleri dinlemişti. Battal Emmi görmüş geçirmiş birisiydi. Sohbetin uzayacağı belliydi. Bir ara dışarıya çıkmayı düşündü; ama ayıp olur diye bu düşüncesinden vazgeçti.

“Aşiretler çok uzaklardan buradaki yaylalara gelirlermiş. Altı ayda gelir, altı ayda dönerlermiş. Bir gün, aralarından birisi ‘Her yıl böyle gelip gitmek zor iş’ demiş. Ben bu kış bu dağlarda kalırım. Eğer yaşarsam, artık burada kalır, bir daha da gitmeyiz demiş. Ve kendine bir ev yapmış. Yakacağını, yiyeceğini ve lazım olan her şeyi de bir bir gidermiş. Sonra güz olmuş, havalar soğumuş, çiçekler solmuş, otlar sararmış ve kar yağmış. O yaylaların karı da, rüzgârı da pek sert olur. Bu adam bir ay kalmış, iki ay kalmış, üç ay kalmış… Ve en sonunda ölmüş. Sonra bahar gelmiş, karlar erimiş, havalar ısınmış, çiçekler açmış, dağlar yeşillenmiş… Aşiretler yeniden yaylara çıkmışlar. Bu adamın yanına vardıklarında, bakmışlar ki adam ölmüş. Ama adam bir taşa şöyle yazmış. “Ne açlıktan öldüm ne susuzluktan… Öldüm bu dağların uğultusundan” Yalnızlık Allaha mahsusmuş. Rabbim bizleri yalnızlıktan, bir başına kalmaktan korusun”

Herkesin dudağından âminler dökülüyordu. Yaşlı adam ardı sıra birkaç olay daha anlattı. Sohbet giderek uzuyordu. Ya birisi bir şey soruyor veya anlattığı meseleyi bir başkasına bağlıyordu. Yağmur da şiddetini artırdıkça sohbette uzuyordu. Bir aralık yavaşlayan yağmurdan fırsat bulanlar yavaş yavaş kalkmaya başladılar. Yalnızlık hissinin korkusuyla odanın karanlığına daha fazla dayanamayanlar bir bir dışarıya çıkıyordu. Birkaç saattir devam eden yağmur hafifte olsa yağmaya devam ediyordu. Pencereye doğru yaklaşıp dışarıyı izlemeye koyuldu. Pencereye yaklaşıp temiz havayı iyice soludu. Yağmurun durmaya niyeti yok gibiydi.

— Ali yavrum. Bu gece kal. Bu yağmurda dönemezsin. Yolun da uzak. Sabah erkenden gidersin.

Kendinden emin bir ses tonuyla

— Allah razı olsun Battal Emmi, sen yapacağını yaptın zaten. Ben en iyisi mi yavaş yavaş gideyim.

Yaşlı adamın bir sözü iki kere söylemek gibi bir âdeti yoktu.

— O zaman yağmurun durmasını bekle biraz.

Pencereden yağmuru izledi. Durmaya niyeti yok gibiydi. Bir şey demeden öylece izlemeye devam etti. Yaşlı adam gençlerden birisine:

—Ali’ye bir yamçı getirin de yola çıksın” diye seslendi.

 

Batak haline gelmiş toprakta bata çıka ilerliyordu. Eskice ayakkabısı çoktan çamura bulanmıştı. Köyün karşısındaki dik yamacı güç bela tırmandı. Daha fazla ilerleyemedi. Bir su birikintisinde çamura bulanan ellerini yıkadı. Ayakkabılarını ve çoraplarını çıkararak paçalarını katladı. Yağmur, durmak bir yana, giderek hızlanıyordu. Ayağına batan, taşlara aldırmadan yalın ayak yürüyordu. Batak haline gelen tarlalarda ilerlemenin başka yolu da yoktu. Geriye dönüp baktı. Köyün ışıkları neredeyse kaybolmuştu. Yönünü kaybetmekten korkarak çıplak adımlarla yürümeye devam etti. Battal Emmi düşünceli adamdı. Bu yağmurda ıslanmış olsaydı ne yapardı. Üzerindeki yamçıya biraz daha sarındı. Ama toprak giderek batak haline geliyordu. Daha fazla ilerleyemedi. Göz gözü görmüyordu. Yavaş hareketlerle etrafına bakındı. En sonunda tarlaların ortasında bir başına kalmış bir kayaya çıkarak çömeldi.

Önü sıra devam eden vadinin, karşılara uzanan boşluğunu, dağların heybetli karanlığı dolduruyordu. Saatlerdir uyumamıştı. Giderek ağırlaşan bedeninin her yerinde sızılar vardı. Dizlerinin taşıyamadığı bedeni bir taş kadar ağırlaşmıştı. Başını iyice kapadı. Üzerine düşen yağmur damlaları, yamçının sağından solunda toprağa akıyordu. Kendini bir odadaymış gibi hissetti. Ama üşüyordu. Taşın soğuğu çıplak ayaklarından tüm vücuduna yayılıyordu. 

Bir saat kadar hareket etmeden öylece bekledi. Saatlerdir yağan yağmur giderek azalmış, hava açılmaya başlamıştı. Yavaş yavaş dağılan bulutların arasından göz kırpan ayın gri aydınlığı, kara bulutları delerek etrafı aydınlatırken, soğuk bir yel esmeye başlamıştı. Ayaklarından tüm vücuduna yayılan titreme hissine bir türlü engel olamadı. Ayak parmaklarını neredeyse hissetmiyordu. Ayakkabılarını yeniden çıkardı ve ayaklarının altına koydu. Önü sıra uzanan tarlaları aşabilseydi gerisi kolay olacaktı. Ağır hareketlerle doğrulmaya çalıştı, ama yorgun bedenini bir türlü doğrultamadı.

O anda duyduğu bir sesle irkildi. Doğrulmaya çalıştı ama ne yapacağına karar veremediğinden bir türlü yerinden kalkamadı. Saatlerdir yağmurun sesine ve rüzgârın uğultusuna o kadar alışmıştı ki, farklı bir ses duymayı beklemiyordu. Sanki birisi nefes alıp veriyordu. Saatlerdir sudan korumaya çalıştığı silahını yokladı. Silahın mekanizmasını çekerek mermilerden birini namluya sürdü. Elini tetiğe yerleştirip yamçının başlığını yavaş hareketlerle açtı. Mekir hikâyelerini anımsamadan edemedi. Hele de o sürüden ayırdıkları koyunların yanında gördüklerinden sonra, anlatılanlara iyiden iyiye inanır olmuştu. Silahın kabzasını iyice sıktı. Mavzer kurşunuydu ağzındaki. Bu çan sesleri o melanet keçinin sesi olmalıydı. İçini kemiren korku iliklerine kadar işlemişti.

  Karşısında karanlığın ortasında bir fener gibi yanan bir çift göz vardı. Tam karışsında duruyor ve hiçbir hareket yapmadan kendisine doğru bakıyordu. Ani bir hareket yapsa tetiğe dokunacaktı; ama yerinden oynadığı yoktu. Çan sesleri giderek yaklaşıyordu. Anlam veremedi. Yerinden doğruldu. Önünde duran kızıl bir köpekti. Duranın köpeği. Kendisini tanıdığından hareket etmeden beklemişti. Elini köpeğe uzatarak ıslık çaldı. Yanına yaklaşan köpeğin tokundan tutup başını okşadı. Çan sesleri köyün sürüsünden geliyordu.

Taşın yanında biriken suda ayaklarını yıkadı ve ayakkabılarını giydi. Çobanlar sürüyü karşı yamaçlar boyunca köye doğru götürüyor olmalıydılar. Daha fazla uzaklaşmadan onlar yetişmeliydi. Köpek hala bekliyordu. Köpek önde, kendisi arkada yürüdüler. Batak haline gelen tarlaları bir bir geçtiler. Usulca arkasına döndü. Alabildiğine uzanan boşlukta sadece karanlık vardı. Her yer karanlık, her şey karanlıktı.

 

Mustafa Doğan