- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Mon 2 July 2012, 03:02 pm GMT +0200
Gündemden
Handan ÖZ • 88. Sayı / GÜNDEMDEN


Türkiye tarihinde bir ilk: Katılımcı Anayasa
Türkiye tarihinde bir ilke imza atan Meclis, katılımcı yeni Anayasa’yı kaleme almaya başladı. 10 Mayıs günü yazımına başlanan yeni metnin içeriği konusunda halka, sivil toplum örgütlerine ve tüzel kuruluşlara fikirleri soruluyor. İleri teknolojiden yararlanan Anayasa Hazırlık Komisyonu, SMS yoluyla halkı bu ilke ortak ederek fikir alış-verişinde bulunuyor. Doğrusu üzerinde anlaşma sağlanan maddelerden çok, uzlaşmaya varılamayan maddeler konusunda kaydedilecek ilerleme merakla bekleniyor. Zira dananın kuyruğu asıl o zaman kopacak gibi duruyor. Çünkü partilerin talepleri birbirinden farklı. İktidar partisi temel haklar ve özgürlükler çerçevesinde geniş, kapsamlı ve kucaklayıcı bir içerik üzerinde yoğunlaşıyor. CHP laiklik konusunda yaşadığı kaygılara odaklanıyor. MHP’nin tedirginliği Türkçe eğitim konusunda ortaya çıkarken, BDP’nin talepleri ise kültürel kimlik ile adil yargılama konularında kendini gösteriyor. Mevcut durumda her kafadan bir ses çıkıyor gibi görünse de en büyük ses halkın sesi. Ve siyasiler bu sese öncelik tanımak durumundalar. Halk ise bu dört farklı sesin uzlaşısından yana. Hâsılı, aklıselim ve sağduyuya en çok bu süreçte ihtiyaç duyulacak. “Başlamak bitirmenin yarısıdır” derler. Müreffeh bir Türkiye için zorun başarılmasından başka bir seçeneğimiz yok.

Avrupa’nın Türk Dış Politikası Algısı
Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) Avrupalı entelektüeller arasında 32 derinlikli mülâkatla gerçekleştirdiği “Avrupa’nın Türk Dış Politikası Algısı” başlıklı çalışmada, değişen dünya düzeninde kendine ileri uçlarda yer arayan Türk diplomasinin geçirdiği evrim masaya yatırılmış. Talip Küçükcan ve Müjge Küçükkeleş imzalı rapora göre Avrupalılar dış politikamızı rasyonel buluyor. Ancak soru işaretleri de yok değil. Ve bu algının en önemli ayrıntısı kültürel ve ideolojik perspektiften rasyonel ve objektif perspektife kaymış olması. Örneğin, içeride birtakım gruplar Türkiye’nin Ortadoğu politikasını yandaşlık şeklinde algılarken Avrupalı elit “demokratik modern ülke” imajının bölgeye katkı sağlayacağına inanıyor. Öte taraftan rapordan anlıyoruz ki, bugüne kadar Türkiye hakkında Avrupa’da yerleşmiş algıların bir çırpıda silinmesi oldukça zor. Eski İsveç Dış İşleri Bakanı Carl Bildt bu noktayı “Bazıları için Türkiye’nin pasif bir ortaklıktan şimdi oynamakta olduğu daha aktif role geçişini hazmetmek zor oluyor” şeklinde yorumluyor. Ve bir analist Yeni Osmanlıcılık konusunun en fazla Balkanlar’da tartışılmasıyla ilgili olarak: “Türkiye’nin tarihsel açıdan var olduğu bir yerle ilişki kurmak istemesi daha önce hiç var olmadığı başka bir yerle duygusal, kültürel ve iş bağları kurmak istemesinden hem daha kolay hem daha mantıklı” yorumunu getiriyor. Bununla birlikte ilk şaşkınlık anı sonrasında Avrupalı elit Türkiye’nin üstlendiği yapıcı yumuşak güç rolünden hayli memnun görünüyor. Üstelik çoğu Türkiye’nin birçok bölgede var olma çabaları ve yükselen küresel vizyonunun Avrupa için bir değer olduğunu düşünüyor. Ama Avrupalı politika yapıcılar bu konuda biraz daha az iyimser ve Türkiye’nin ortaya koyduğu özgüveni tedirginlikle karşılıyor, ülkeyi potansiyel rakip olarak görüyor. Popülistler ve sağ kesim ise göç ve İslam sıkıntısını yaşıyor. Öte yandan, kimsenin kolay kolay inkâr edemeyeceği bir gerçek de şu: Avrupa Birliği önümüzdeki on yılda ekonomiye daha fazla odaklanmak zorunda ve hâliyle dış politikanın önemi azalacak. Ama eğer Türkiye bugünkü ekonomik başarısını sürdürürse –ki sürdüreceği kuvvetle muhtemel- ve Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’daki dış politika etkisinin genişletmeye devam edebilirse, AB giderek kaybetmekte olduğu nüfuzu bu şekilde telâfi edebilir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye dönüp dolaşıp yine Avrupa’nın en önemli dış politika ortağı olarak karşımıza çıkıyor.

Askerlik Kanunu’yla gelen köklü değişim
Türkiye mevcut bütün cephelerde değişen ve gelişen dünyaya ayak uydurmak için çalışıyor. Ülkenin öne çıkan toplumsal, siyasî, hukukî ve ekonomik başlıca konularının yanı sıra alt başlıkların ele alınması da gayet yerinde bir adım. Ne de olsa artık bugün “küresel köyümüzde” insanlar daha çok eğitim ve daha çok iş, daha nitelikli uzmanlık noktalarında sınırları zorluyor. Bununla bağlantılı olarak eskinin yenilenmesi, şartların dünya hızına uygun hâle getirilmesi kaçınılmaz oluyor. Ve bundan ister istemez askerî kurumlar da nasibini alıyor. Son derece belirgin ve kritik kuralları olan askerlik konusunda da zaman zaman yenilikler yapılması gerekiyor. İyi de oluyor. Zira kurallarla insanın hareket serbestisinin “aşırı” kısıtlanması yerine, hareket alanı çerçevesine kuralların oturtulması askerlik gibi katı ve kuralcı bir disipline ruhundan kaybetmeksizin esneklik getiriyor. Bu bağlamda ilk ve son yoklamalar kaldırılıyor, yoklamanın niteliği değiştiriliyor, yükseköğrenimde yaş sınırı yukarı çekiliyor. Askerlik Kanunu’nda yapılan değişiklikler ilerleyen süreçte TSK ile ilgili toplumsal algının büyük ölçüde değişmesine vesile olacak.

Ulusal Gençlik ve Spor Politika Belgesi’ne doğru…

Türkiye’de sürekli dile getirilen “Gençlerimiz Geleceğimizdir” sloganını bilmeyen yoktur. Ancak geleceğin teminatı olarak ifade edilen gençlerle ilgili yıllardır herhangi bir somut adım atılmadı ya da atılamadı. Şimdiki gençler, büyükleri tarafından sürekli eleştirilere maruz kalan, devlet hafızasında 80’li yılların olumsuz çağrışımı ile sanki biraz da potansiyel tehlike olarak görülen bir kesim olarak algılanıyordu. Gençler üzerindeki bu algı değişip bir politika belirlemek ve gençliğin potansiyelini kullanmak ihtiyacı nihayet son seçimlerden sonra “Gençlik ve Spor Bakanlığı” ismiyle meyvesini verdi. En önemli görevi “Ulusal Gençlik ve Spor Politika Belgesi”ni hazırlamak olan bakanlık, kendisine iki seçenekli bir yol haritası çıkardı. Bu yol haritasının ilki, Ankara ve diğer büyükşehirlerden temsilciler, aydınlar ve akademisyenlerle bir araya gelip bir politika belgesi hazırlamak. İkincisi ise Türkiye ve yurtdışındaki bütün Türk gençlerini çeşitli çalıştaylarda buluşturarak, gençliğe yönelik her çalışmayı gençlerin kendisiyle hazırlamak. Bu amaçla, bugüne değin bakanlık öncülüğünde biri KKTC, diğeri Almanya’da ve on dördü Türkiye’de olmak üzere toplam on altı bölgesel çalıştay düzenlenerek, bütün illerdeki üniversite, STK ve kamu kurumlarından genç temsilcilerle neler yapılabileceği konuşuldu. Bu çalıştaylarda gençliğin önemli sorunları, çözüm önerileri, çözümlerin paydaşları gençlerin bizzat kendisi tarafından ortaya kondu. Bunun yanı sıra, ilki 1988 yılında Hasan Celal Güzel’in Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı zamanında yapılan Gençlik Şûrası’nın ikincisi yirmi dört yıl aradan sonra Başbakan Erdoğan’ın katılımıyla yeniden gerçekleşti. Böylece siyaset kurumu gençliğin sorunlarına daha yakından tanık olurken, Türkiye tarihinde ilk defa hazırlanacak “Ulusal Gençlik ve Spor Politika Belgesi”ne bir adım daha yaklaşıldı. Ümidimiz o ki, yayınlanan belge tozlu raflarda kalmak yerine uygulamaya geçer ve kültürel değerlerimizin gücü ile gençliğin enerjisini buluşturmayı başarır.

Trafikte hedef tam güvenlik
Sürücü hatalarının kazaya dönüşme ihtimali azaltılabilir mi? Evet. Şayet, iyi bir trafik sisteminiz varsa makinenin insan ile uyumlu hâle getirilmesiyle bu iş başarılabilir. Nitekim İç İşleri Bakanı İdris Naim Şahin yeni “Karayolu Güvenlik Eylem Planı” ile bunu başarmak istediklerini açıkladı. Yeni program ile Türkiye’nin trafik çehresi değiştirilecek. Durum onu gösteriyor ki, on yıllardır dilimize pelesenk olan “trafik canavarı” kavramını çöpe atma zamanı geldi. Bu bağlamda yol ve güzergâh ile ilgili teknik sorunlar giderilecek, sürücü eğitimiyle hata eğilimi törpülenecek, kazaların minimize edilmesi için gerekli tedbirler alınacak. Tabii acil ve ilk yardımın daha etkin hâle getirilmesi de şart. Çünkü bireysel hatalardan kaynaklı ölümler ülkemizde ilk sırada yer alıyor. Yılda 1,3 milyon kişi kazalarda hayatını kaybediyor. Hataların aşırı sürat, alkol ve uyuşturucu kullanımı kaynaklı olması, alınacak bütün dış tedbirlere rağmen eğitimin ve bireysel disiplinin ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor. Kaldı ki, yaralanmalar ve sakatlıklar nedeniyle trafik sorunu birden bire ekonomik, sosyal ve toplumsal soruna dönüşüyor. Tabii iyi şeyler de olmuyor değil. Örneğin, kazalardaki artışa rağmen ölüm oranlarının son birkaç yıl içerisinde düşmeye başlaması yüreğe su serpecek cinsten ve bu, eylem planı çerçevesinde doğru adımlar atılmış olmasının sonucu. Ölüm oranlarını yüzde 20 azaltmayı başaran bakanlık, hedefin %50 olduğunu açıkladı. Olurdu, olmazdı tartışmalarına hiç girmeyelim. Zira başarmaktan başka seçeneğimiz yok.

Sporda Fanatizm: “Cehennem donana kadar…” bir takımı tutmak!
Son sözü ilk önce söylemek gerekiyor bazen: Futbol bir spordur, eğlencedir; savaş unsuru, aracı değildir. Fenerbahçe-Galatasaray şampiyonluk maçının bitiminde sahaya ve sokağa taşan olaylar bu cümleyi kendimize sık sık hatırlatmamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Futbol, son yıllarda pazarlama harikası bir stratejiyle dev bir endüstri hâline getirilirken, stadyumlar taraftarlar için adeta dev tapınaklara dönüştürüldü, burada büyüyüp kök salan fanatizm ise taraftarların duygusal nemalanmasını da beraberinde getirir oldu. Yani bir noktada aşırılık bir hakmış gibi sunulur, algılanır oldu. Ekonomik ve sosyal tatminsizlik, buna bağlı kişisel düş kırıklıkları adeta akacak yol arayan zehir gibi tribünlere, stadyumlara taşındı. Sloganlar bu aşırılığın en bariz ispatı: “Elhamdülillah Beşiktaşlıyız”, “Cehennem donana kadar Fenerbahçeliyiz” veya “El Fatiha’dan sonra Galatasaray Marşı okunacaksa, öyle ölüm hoş gelmiş, sefa gelmiş” gibi… Vaktiyle İspanyol diktatör Franco, kitleleri uyuttuğunu belirttiği “üç F” yani “Fiesta, Food, Football” deyimiyle insanı adeta hedonizme sürükleyen fanatizme mükemmel bir şekilde dikkat çekmişti. Sonuç olarak, aşırılıkla uyuşturulan beyinler ve köreltilen mantığın kendi kendini arındırması gerekiyor. Taşıma suyla değirmen dönmez. İç disiplin şart; sahada, tribünde, akılda, kalpte…


Görüş:

Davut Çakır: Devlet elini taşın altına koydu, sıra vatandaşta…

Bu zamana kadar hep deprem sonrası için hazırlık yapıldı. Şimdi durum değişmiş görünüyor. Devlet, “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesine Dair Kanun”un TBMM’de kabulüyle birlikte ilk defa elini taşın altına koydu. Vatandaşın depreme dayanıksız binalarını artık devlet yıkıp yapacak.

İSTANBUL’DA UZUNCA BİR SÜREDİR deprem olacağı konuşuluyor. Bu zamana kadar hep afetten sonrası için hazırlık yapıldı. Şimdi durum değişmiş görünüyor. Riskli alanların tespiti yapılacak. Vatandaş da bunu istiyor. Vatandaş yapmazsa belediyeler veya idare yapacak. Sonrasında ise bakanlık devreye giriyor. İyileştirme, tasfiye ve yenileme faaliyetleri yürütülecek.

“KİMLER BU İŞİ YAPACAK?” sorusunun cevabı olarak karşımıza Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ, Büyükşehir Belediyesi, ilçe belediyeleri ve İl Özel İdareleri çıkıyor. Yani yerel yönetimlerin tamamı bu işin içinde olacak.  

BU TİP KONULARDA arazi stoku gündeme geliyordu. Bu da yeni düzenlemeyle aşılıyor. Askerî alanlar dâhil devlete ait alanlar TOKİ’ye, ilgili Bakanlık’a ya da idareye afete hazırlık için devredilebilecek. Özellikle İstanbul gibi arsa stokunun sıkıntılı olduğu yerlerde bu düzenleme önemli.

BU YASA CUMHURİYET TARİHİ’NDE ilk defa hazırlandı. O yüzden eksiklikleri de var, olacak da. Kaldı ki, TOKİ pratiğinde de bunu gördük. Yapımı hedeflenen 500 bin konuta sürekli mevzuatlar güncellenerek ulaşılmıştı. Bu yasa da böyle olacak. TOKİ Başkanlığı’ndan gelen Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın deneyimi bize ivme kazandıracak.

KANUN, İYİ NİYETLİ BİR KANUN. Bize düşen kısmı -özellikle bu işle uğraşan insanlar açısından söylüyorum- yasanın eksiklerini tamamlamak. Eleştirmeye kalktığımızda illa ki açık kapı bulabiliriz, bulacağız da.

DEVLET İLK DEFA BU İŞE büyük bütçe ayırarak elini taşın altına koyuyor. Ama burada daha da önemlisi vatandaşın elini de taşın altına koyması. Devletin bu yapılanmaya mutlaka teşvik, kredi vermesi lazım. Ama bunun yanında, vatandaşların da maddî gücü nispetlerinde yapılan işin değerini artırarak sürdürmeleri lazım.


RANT, VATANDAŞA YARAYACAK. Devlete değil. Vatandaş için rant olmazsa, dönüşüm de olmaz. Böylece vatandaşın yapıları kıymetli olacak, yapılarının değer artışını getirecek bu.


DEĞER ARTIŞINDA devletin rant elde etmesi söz konusu değil. Değerli, rantı yüksek olan yerlerde dönüşümün daha çabuk olacağı kestirilebiliyor. Ama daha düşük olan yerlerde siz ne kadar değerli yapı yapsanız da değeri yüksek olan yerler gibi olmayacağı için, devletin burada elini cebine daha fazla atması gerekiyor.

* İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Danışmanı, İBB İmar Dairesi Eski Başkanı