- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 1 July 2012, 08:41 am GMT +0200
Gündemden
Selçuk Uygur • 61. Sayı / GÜNDEMDEN


1000 YILIN SONU
EMASYA kalktı, 28 Şubat tarih oldu


Ocak ayında Taraf gazetesinin ortaya çıkardığı ve ülke gündemini adeta sarsan “Balyoz darbe planı” iddiası, bu planların hazırlanmasına zemin oluşturan 28 Şubat’taki post-modern darbe ve askerî vesayetin ürünü EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) protokolünü tekrar tartışmaya açmıştı. Dönemin Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Doğan ile İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan tarafından Temmuz 1997’de imzalanan ve “gizli” ibaresini taşıyan bu protokolde, “toplumsal hareketler” karşısında yerel mülki idare amirinin çağrısı ve kararını beklemeden askerî birliklerin harekete geçmesi öngörülüyordu. Protokol gereği EMASYA kapsamındaki birliklere, valilik talep etmese de toplumsal olaylar karşısında harekete geçme ve olaylara el koyma izni verilmişti. Bu durum ise askerî otoriteyi mülki otoritenin yönlendiricisi haline getiren anti-demokratik bir zemin oluşturmaktaydı. Aynı zamanda bu tarz “toplumsal olayların” engellenmesi için yapılacak istihbarat çalışmalarının da askerî güçler tarafından yapılmasına izin verilmesi, geniş çaplı “fişleme”lerin yapıldığını da ortaya koymuştu. Fakat protokolün 11 noktada kanunlara aykırı olduğu 57. hükümet döneminde 2002 Nisan’ında yapılan Mülki İdare Şurası’nda ortaya kondu. Protokolün en çarpıcı maddesi, 5442 sayılı kanun ile valiyi genel ve özel bütün kolluk kuvvetlerinin amiri yapan yasanın açıkça çiğnenmesi, yani hukuka ve kanuna aykırılığıydı. “Balyoz” iddiasından sonra uzun süren tartışmaların ardından Genelkurmay Başkanlığı Harekât Dairesi Başkanı Korgeneral Mehmet Eröz ile İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş’in imzalarıyla birlikte protokol yürürlükten kaldırıldı. Bu gelişme 28 Şubat sürecinin dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “gerekirse bin yıl sürecek” sözlerinin aksine 13. yılında miadını doldurduğunu gösterirken, Türkiye’de 27 Mayıs darbesinden beri yaşanagelen darbe ve muhtıralar silsilesiyle oluşan askerî vesayet sistemine de büyük bir darbe vurdu. Bu protokolün kaldırılmasının demokratikleşme yolunda önemli bir adım olduğu açık. Fakat Türkiye’de askerî yargının kaldırılması, sivil bir anayasanın yapılması gibi birçok önemli reforma ihtiyaç duyulduğu da ortada. Kısaca, Türkiye’nin sivilleşme yolundaki adımlarını aynı kararlılıkla atmasını gerektiren çok uzun ve zor bir yol bulunuyor, EMASYA’nın kaldırılması sadece bir başlangıç.

YİNE GRİZU PATLAMASI
13 işçi hayatını kaybetti


Türkiye, geçtiğimiz Aralık ayında Bursa’nın Kemalpaşa ilçesindeki Bükköy maden ocağında meydana gelen patlamada hayatını kaybeden 19 maden işçisinin haberiyle sarsılmıştı. O kaza belleklerimizdeki tazeliğini henüz yitirmeden, bu kez de geçtiğimiz ay Balıkesir’den gelen bir patlama haberiyle sarsıldık. 23 Şubat akşamı ajanslara düşen habere göre, Balıkesir’in Dursunbeyli ilçesinde özel sektöre ait bir maden ocağında medyana gelen patlama sonucu ilk belirlemelere göre 13 işçi hayatını kaybederken, 18 işçi de yaralandı. Olay sonrası gelen ilk bilgiler arasında, aynı maden ocağında 1 Haziran 2006’da da bir patlama gerçekleştiği ve 17 işçinin hayatını kaybetmesiydi. 2006’da gerçekleşen patlamadan bir gün sonra bilirkişinin düzenlediği raporda “maden ocağında yeterli havanın olmadığı”na dair görüş yer alırken, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası da, “madendeki ocaklarda açık ve kapalı usülde üretim yapılmadığı, kuralsızlık ve denetimsizliğin hüküm sürdüğü, işçi sağlığı ve güvenliği konusunda yeterli önlemlerin alınmadığı, yeni kaza risklerinin yüksek olduğu” yönünde görüş belirtmişti. Bu patlamayla birlikte 1955’ten bu yana maden ocaklarında gerçekleşen kazalarda ölen işçi sayısı 2687’ye yükselirken, yaralananların sayısı ise 326.321 olarak istatistiklere yansıdı. Zonguldak Kozlu üretim bölgesinde 1992’de 263 madencinin hayatını kaybettiği grizu faciası ise, Türkiye’de en fazla can kaybı yaşanan iş kazası olarak tarihe geçti. – Sadık Şanlı

SUİKASTİ DE İYİ BİLİRLER
İsrail, Mahmud El Mahbub’u katletti


Suriye’de sürgünde yaşayan İzzeddin El Kassam Tugayları’nın kurucusu ve Hamas komutanlarından Mahmud El Mahbub, geçtiğimiz ay Dubai’ye gidişinden 5 saat sonra ikamet ettiği “Al Bustan Rotana” otelinde öldürülmüştü. Başlangıçta adli tıp raporu El Mahbub’un aşırı sıcaktan öldüğünü gösterse de, Dubai polisinin yürüttüğü soruşturma sonrası olayın bir suikast olduğu ve 11 kişilik bir ekip tarafından icra edildiği açıklandı. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra şüphelilerin pasaportlarının çeşitli Avrupa ülkelerinin vatandaşları adına düzenlenmiş sahte pasaportlar olduğu belirtildi. Bu pasaportlardan yedisinin ise İsrail ile çifte vatandaşlığı bulunan İngiliz vatandaşlarına ait olduğu ifade edildi. İngiliz Independent Gazetesi, El Mahbub’a boğularak öldürülmesinden önce elektrik verildiğini ve işkence yapıldığını yazarken, bir diğer İngiliz gazetesi Guardian İsrail’in Londra büyükelçisinin dış işlerine çağrılarak kendisine, “zaten soğuk olan ilişkilerin böylece derin dondurucuya girmiş olduğunun” ifade edildiğini duyurdu. Sunday Times ise “İsrail Başbakanı Netanyahu, Mahbub’un ölüm emrini kendi eliyle imzalayarak yetkisini verdi” açıklamasında bulundu. Birleşik Arap Emirlikleri’ne bağlı Dubai’nin emniyet müdürü Dahi Halfan Tamim ise suikastla ilgili yeni kanıtlar elde edildiğini açıklayarak, Mossad’ın söz konusu suikast olayına karışma olasılığının “yüzde 99” olduğunu ifade etti. Bu gelişmeler üzerine açıklamalarda bulunan Hamas’ın hükümet sözcüsü Tahir El-Nounou, “İsrail geçmişte Hamas liderleri ve Filistinli liderlere birçok suikast düzenledi ve görüldüğü gibi bu suikastlar İsrail’in politikasıdır. Bizim çatışmaları yüzeye çıkarmak gibi bir politikamız bulunmamaktadır. Fakat görüldüğü üzere İsrail’in isteği budur.” sözleriyle tepkisini dile getirdi. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman ise olayı inkâr etse de, Tahir El-Nounou’nun ifade ettiği gibi, 1997 yılında Mossad’ın, Hamas’ın siyasi lideri Halit Meşal’e Lübnan’daki başarısız suikast girişimi, 2004 yılında Hamas’ın kurucusu Ahmed Yasin’in Gazze’de şehit edilmesi ve daha birçok suikast olayı İsrail’in, Hamas’ın liderlerinin “yok edilmesini” doktrin olarak bellediğini ve gelecekte de bu tarz girişimlerini sürdüreceğini ortaya koyuyor. Bu konularda sicili pek de temiz olmayan İsrail’in yöneticileri kendilerine yöneltilen suçlamaları yalanlayadursun, tüm dünya Mahmud El Mahbub’un katilleri biliyor ve tepkisini ortaya koyuyor. Bu tepkiler ise, İsrail’in fütursuzca işlediği suçları artık gizleyemeyeceğini anlatmaya da yetiyor. Şu sıralar Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi bünyesindeki hazırlanan Goldstone Komisyonu Raporu’yla uluslararası alanda zor günler yaşayan İsrail artık iyice kapana sıkışıyor. Ve dünya kamuoyu vicdanı artık İsrail’den hesap sorulacak günleri bekliyor.

BAŞBAKAN DAHO’DAN SESLENDİ
“Ey insanlık neredesin?”


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Katar’ın başkenti Doha’da düzenlenen “ABD-İslam Dünyası Forumu”nda yaptığı konuşmada Gazze dramı ve İslamofobiden yakındı. 11 Eylül sonrasında İslam ile terörizmin birbirine karıştırılmaya başlandığını ve birtakım terör eylemlerinin ardından 1,5 milyarı aşkın nüfusa sahip İslam dünyasının hedef gösterilerek rencide edilmekte olduğunu ifade eden Başbakan, Batı kültürünün çok ciddi bir İslamofobi hastalığına tutulduğunu dile getirdi. Bu tarz hastalıkların medeniyetleri ve kültürleri karşı karşıya getirebilecek vahim anlayışlar olduğunun altını çizen Erdoğan, Gazze’de savaş sonrası yaşanan trajediyle ilgili olarak, “Ey insanlık neredesin? Ey yöneticiler neredesiniz? Buraya niçin inşaat malzemeleri giremez, niçin inşaatlar yapılamaz?” sözleriyle tepkisini dile getirmesinin ardından, fok balıklarının avlanması karşısında ayağa kalkan insanlığın, fosfor bombalarıyla öldürülen çocukları vicdanını rahatlatmak amacıyla terörle mücadelenin yan hasarı olarak görürse, tüm insanlığın adalet duygusunun çökeceğini söyleyerek konuşmasını sürdürdü. Erdoğan’ın her ne kadar İsrail’i hedef alırken ABD’nin Afganistan’daki benzer eylemlerine örnek vermemesi eleştirilebilecek olsa da, artık sivil kayıpların “terörle mücadelenin yan hasarı” haline geldiği kısa süre sonra yeniden anlaşıldı. 14 Şubat’ta Batı sevgililer gününü kutlarken, Afganistan’ın güneyindeki Helmand eyaletinde NATO uçaklarının yine yanlışlıkla(!) sivillerin bulunduğu bir evi roketle vurması sonucunda, 10’u aynı aileden olmak üzere toplam 12 kişi hayatını kaybetti. NATO Komutanı General McChrystal olayı kuru bir özürle geçiştirirken, hayatını kaybeden bu masum insanlar da kendilerinden önceki binlerce masum sivil arasındaki yerlerini aldılar. Hiç şüphesiz dünya kamuoyu ve Türkiye’nin artık elini vicdanına koyup, katledilen masum insanlar için üzgün görünmeye çalışan bir surat ifadesiyle konuşan katillerin bu rahat tavırlarını devam ettirememesi ve insanlığın ve onu temsil eden her şeyin “terörle mücadele terörü”nde yok edilmemesi için çok daha sert bir tavır sergilemesi gerekiyor.

ABD’NİN 4 YILLIK STRATEJİSİ
“Batı cephesinde yeni bir şey yok”


ABD Savunma Bakanlığı tarafından dört yılda bir hazırlanarak Kongre’ye sunulan “Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporu” (Quadrennial Defense Review Report), geçtiğimiz ay Kongre’ye sunuldu. Bu, aynı zamanda Barack Obama yönetiminin ilk “Savunma Gözden Geçirme Raporu” olma özelliğini taşıyor. Adı geçen rapor, Pentagon’un doktrini, kuvvet yapısı ve bütçesini Kongre onayına sunan bir içeriğe sahip. 2010 yılının raporuna göre, ABD ordusunun öncelikli amacı Afganistan’da El-Kaide ve Taliban’ı yenilgiye uğratmak. Bu kapsamda ABD’nin El-Kaide ve müttefiklerine karşı her koldan sert bir küresel savaş sürdürmesi öngörülürken, ordunun kilit bölgelerde “güvenliğin sağlanması” gibi hedeflere hazır olacağı da belirtiliyor. Stratejik ve kilit noktalara müdahaleyi engelleyebilecek ülkeleri caydırmayı, kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesini ve elektronik ortamda etkin bir şekilde aktif olunabilecek bir kuvvet yapısı meydana getirmeyi de amaçlayan rapor, sivil ölümlerin en büyük sebeplerinden biri olan insansız uçakların iki katına çıkarılması talebinde de bulunuyor. Raporda Pentagon’un bu faaliyetleri nedeniyle 2011 yılında askerî harcamalar için 708 milyar dolar talep ettiği belirtiliyor. Bu rakamlara göre ABD’nin bütçede savunmaya ayırdığı oran yüzde 7 oranında artış gösterecek. Bu da demek oluyor ki, önümüzdeki dört yılda yine bolca savaş, kan, gözyaşı göreceğiz. Obama’nın değişim sloganıyla ABD’nin başına geçtiğini bilmeyenimiz yok. Ayrıca sözde “sert güç” yerine “yumuşak güç” kullanılacağı konusunda ABD başkanı dünyaya birçok nutuk çekmişti. Afganistan’a gönderilen 30.000 yeni asker, Yemen’de üçüncü cephenin açılması, hız kesmeden devam edilen sivil katliamı, arttırılan askerî bütçe ve ordunun yeni müdahalelere hazır olması söylemleri akla Erich Maria Remarque’nün 1929 tarihli ünlü romanı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u getiriyor. Birisi Obama’ya bir daha “değişim” nutku attığında ayakkabı yerine bu kitaptan fırlatırsa hiçbirimiz şaşırmayalım.

BATI’NIN YENİ HEDEFİ
İşgal ve IMF kıskacındaki Yemen


Geçtiğimiz yıl 24 Aralık’ta ABD Başkanı Barack Obama’nın içinde bulunduğu Amsterdam-Detroit seferini yapan uçağa saldırı girişiminden Yemen’deki El-Kaide örgütünün sorumlu tutulması, Yemen’de yaşanmakta olan kaosun dünyanın gündemine tekrar gelmesine neden oldu. Olayın ardından Afganistan ve Yemen’in ele alındığı ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu`nun Türkiye’yi temsil ettiği Londra Konferansı’nda Yemen’in içinde bulunduğu zor şartlar ve terörle mücadele konuları masaya yatırıldı. Çeşitli ülkelerde baskı gören El-Kaide militanlarının tercih ettiği ilk ülkenin Yemen olması ve ülkede El-Kaide’nin giderek kuvvetlenmesi, Batılı ülkelerin aksine Yemen hükümetinin karşı karşıya olduğu tek problem değil. Ülkeyi 1990’daki birleşme öncesi duruma döndürmek isteyen güneydeki ayrılıkçı güçler ve kuzeydeki Şii aşiretler aynı zamanda El-Kaide’ye de destek vererek hükümetle son yıllarda çok sert bir mücadele yürütüyorlar. Ayrıca ülke, Usame Bin Ladin’in babasının doğduğu ülke olmasından ötürü Ladin’in de önem verdiği bir bölge olma özelliği taşıyor. Bu arada, El-Kaide’nin ilk uluslararası eylemlerini gerçekleştirdiği ülkenin Yemen olduğunun altını çizmekte de yarar var. Bunun yanı sıra, ülkedeki işsizlik oranı yüzde 40 civarında, halkın yarısından fazlasının geliri günde 2 doların altında ve okuma-yazma oranı yüzde 30 oranında seyrediyor. Obama, son gelişmeler sonrası ABD’nin petrol sömürgesi konumundaki Yemen hükümetine destek vereceğini ve Yemenli güvenlik güçlerinin eğitilmesi ve silahlanmasına katkı sağlayacağının altını çizerken, İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband Yemen’in IMF ile görüşmesinin yerinde olacağını belirtti. Şubat ayında, ABD Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanan “Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporu”na göre ABD tarafından, El-Kaide ve müttefiklerine karşı son derece kapsamlı bir küresel savaş yürütüleceği belirtilirken, aynı zamanda Pentagon’un askerî harcamaları için 708 milyar dolar talep edildi. Birçok uzman değerlendirmesinde, adı geçen raporla birlikte ABD’nin üçüncü cephesinin Yemen’de gizlilikle açılmış olduğunun altını çiziyor.

Görüş
Önder Aytaç*: "Yaşanan gelişmeler demokrasi adına umut verici"

“Balyoz Harekat Planı’nın yayınlanmasının ardından gerçekleştirilen gözaltılar, demokratik düzeni tehdit eden her unsurun demokrasiye er geç hesap vereceğini gösterdi.”

SON TUTUKLAMALAR ZİNCİRİN BİR HALKASI.
Türkiye’de demokrasi geleneğinin oluşmamış olmasının sancıları. 60 Darbesi ve ardından Talat Aydemir ile ilgili darbe, 71 muhtırası, 80 İhtilâli, 28 Şubat post-modern darbesi, 27 Nisan e-muhtırası şeklinde devam eden bir çizgi var Türkiye’de. Askerî literatürde sivil, “başıbozuk” demek. Ülkeyi “başıbozukların idare etmesi”nden doğacak sıkıntıdan dolayı bir kısmı iyi niyetli, bir kısmı da kötü niyetli “Türkiye bizim vesayetimiz altında olmalı” düşüncesinin tezahürü bu darbe zinciri. Türkiye AB ile bütünleşecekse, Ortadoğu’ya model olacaksa, bunun dışında da Türk dünyasında bir misyonu olacaksa darbeler defterini artık kapatmış olması lazım.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİNDE, hatta biraz daha geriye gidersek Osmanlı’nın son döneminde, yargılanmış bir hâkim ya da savcı bilmiyoruz. Bir asker, paşa da yok yargılanan. Voltaire’in anlatılarında geçen eşek arılarının ve yırtıcı kuşların delip geçtiği, zavallı bal arılarının da takılıp kalmış olduğu bir örümcek ağı gibi çalışmış kanunlar. Bu kanunlar yalnızca yurttaşa değil herkese uygulanmaya kalkılınca iddianamede ifade edildiği şekliyle Ergenekon ve onunla irtibatlı olan bütün yapılar çökertilmiş oluyor. Bence bu hukukun üstünlüğünün gerçekleştiği Türkiye’nin doğum sancısı.

“ÖZDEN ÖRNEK neden daha önce gözaltına alınmadı?” gibi bir soru akıllara gelebilir. Bazen bir insanı önce teknik takibe alıp sonra serbest bırakmış olmak, o kişinin bütünüyle tutuklanmayacağı saikiyle daha önceden irtibatlı olduğu kişilerle daha sonradan irtibata geçmesini sağlar ki bu da teknik takip sürecinin daha net bir şekilde işlemesine katkıda bulunacaktır. Mesela Bedrettin Dalan yurtdışında olduğu süreç içerisinde acaba Türkiye’deki kaç hâkimle, savcıyla Yargıtay üyesiyle görüştü? Böyle düşündüğümüzde Dalan’ın yurtdışından İnterpol tarafından yakalanıp getirilmesindense dışarıdan birileriyle irtibata geçmesi sayesinde zaten elde bulunan delillerle isnat edilen suçların daha da netleşmesi iyidir.

MEHMET ALİ BİRAND’IN Emret Komutanım kitabında geçen ilginç bir ifade var. Diyor ki “Kara Harp Okulu öğrencileri için 5. yıldız Cumhurbaşkanlığı makamıdır.” Dolayısıyla harp okullarındaki, polis akademilerindeki, polis kolejlerindeki müfredatın yeniden gözden geçirilmesi ve bu çocukları “siz vatan kurtarıyorsunuz” psikolojisinden çıkarmak gerekiyor.

EMASYA PROTOKOLÜ’NÜN KALDIRILDIĞI GÜN
Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye’deki bütün valiler ve kaymakamlardan görüş alarak EMASYA’dan daha büyük yükümlülükler içeren farklı bir protokolü yürürlüğe koydu.

HANİ DİYORUZ YA “cumhuriyeti koruma ve kollama maddesi”ni kaldıralım diye, ona gelinceye kadar TSK Kanunu’nda, Jandarma Kanunu’nda, MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nda bulunan kimlik güvenlik soruşturması ile ilgili yönetmelikte demokratik değişiklikler yaparsak demokrasi çıtasını daha da yükseltmiş bir Türkiye görebiliriz. Burada da siyasilere önemli bir görev düşüyor.

Doç. Dr., Polis Akademisi Öğretim Üyesi ve Taraf gazetesi yazarı