- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 8 June 2012, 03:29 pm GMT +0200
Gündemden
A. Bilge BAŞARAN • 53. Sayı / GÜNDEMDEN


İran’da Kaos
Seçimlerin Sonucu Sivil İtaatsizlik


İran yeni Cumhurbaşkanı’nı seçti. Fakat seçimin neticesi hiç de istenildiği gibi olmadı. Seçimi onca spekülasyona rağmen yeniden Mahmud Ahmedinejad kazandı. Sonuçlara itiraz eden “ılımlı muhafazakâr” aday Musavi’nin destekçileri İran sokaklarını birbirine kattı. Güvenlik güçleri ile protestocular arasında yaşanan çatışmalarda onlarca kişi yaralandı, hayatını kaybetti. İddialara göre İran halkı ülkede bulunan despotik sistemden bunalmış durumda. Yaşananları sisteme tepki olarak yorumlamak gerekiyor belki de. Muhafazakâr aday Ahmedinejad’ın karşısına reformist söylemlerle çıkan Musavi’ye verilen desteği de bu yönde okumak gerekiyor. Ahmedinejad’ı destekleyen Hamaney ile Musavi’yi destekleyen Rafsancani İran’daki mevcut sistemin yetiştirdiği isimler. Musavi özgürlükleri, ılımlı olmayı savunuyor. Fakat kime ne kadar özgürlük getireceği, özgürlük kavramını kimin lehine işleteceği de ayrı bir muamma. Kendisini destekleyen Rafsancani’ye zamanında “Karun ve firavun kadar zenginsiniz. Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sorulduğunda, “Bir tarla satın aldım, içinden İran çıktı” şeklinde cevap vermesi Musavi’nin söylemleri ile ilgili de akıllarda soru işareti bırakıyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı kim olursa olsun sistem yine olduğu şekliyle işlemeye devam edecekti. Uygulama farkı belirgin bir şekilde kendini hissettirecekti ama netice itibariyle İran yine bildik İran olacaktı. Bu cümleler kaleme alınırken, kaos henüz bitmiş değil. Olaylarda özgürlük isteyenler de var, Batıya zorluk çıkarmayacak bir hükümet isteyenler de. Mevcut tablo ise karmaşık güç ilişkileri ve stratejik planlara işaret ediyor.

Başörtüsü Meclis’te
Ama Belçika’da


Belçika, Türkiye’de uzun süredir tartışılan başörtüsü meselesine ilişkin önemli bir adım attı. Türk asıllı Mahinur Özdemir, başörtüsü ile parlamentoya girdi. Özdemir’in meclise başörtüsü ile girip giremeyeceği tartışıldı, “liberal” eğilimli Valon Partisi’nin buna engel olacağı konuşuldu. Ancak hiç de iddia edildiği gibi olmadı ve Mahinur Özdemir başörtüsü ile meclise girerek yemin etti. Haber Türkiye’de değişik medya organlarınca ilginç başlıklarla verildi. Özdemir’in meclise girişinin engelleneceği ve parlamento önünde eylem yapılacağı yazıldı. Türkiye’de 1999 yılında yaşanan Merve Kavakçı hadisesine değinildi. Yazılanlara bakılırsa bazı medya organları Türkiye’de gerçekleşmesi bir yana Avrupa’da dahi böyle bir gelişmenin yaşanmasını hazmedemiyor. Oysa 26 yaşında bir Türk’ün Belçika parlamentosuna girmesi başörtüsüne indirgenmeden önemli bir gelişme olarak ajanslara düşmeliydi. Mesele o kadar abartılmış olacak ki, Özdemir’le birlikte parlamentoya giren diğer iki Türk’ten, Emir Kır ve Emin Özkara’dan neredeyse hiç bahsedilmedi. Konu gündeme geldiğinde sürekli bir kıyaslamaya maruz kalan Merve Kavakçı’nın açıklamaları ise birilerine ders verecek nitelikte. Mahinur Özdemir’i gözyaşları içerisinde izlediğini söyleyen Kavakçı’nın “Türkiye ne zaman Belçika olacak merak ediyorum” şeklindeki sözleri, AB yolunda emin adımlarla ilerleyen Türkiye’nin hâlâ özgürlükleri tam olarak sindiremediğini ifade ediyor. Belçika Türkiye’ye önemli bir ders verdi. Tabii önemli olan Türkiye’nin bu dersten kendine bir şeyler çıkarabilmesi.

Aile içi şiddet
AİHM: Türkiye suçlu


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, aile içi şiddet nedeniyle Türkiye aleyhine açılan ilk davayı sonuçlandırdı. Karara göre Türkiye, Nahide Opuz isimli vatandaşa 36 bin 500 avro tazminat ödemeye mahkum oldu. 1995 yılında hayatını Hüseyin Opuz ile birleştiren Nahide Opuz, yıllarca eşinden şiddet görmüştü. Karakol, hastane ve mahkemelerin kapısını yıllar boyunca aşındıran vatandaş hukuken bir sonuç alamamış, 2001’de ise eşi tarafından yaralanmış ve annesini de kocasının işlediği cinayete kurban vermişti. Devletin kendisini korumada yetersiz kalmasından hareketle 2002 yılında AİHM’de Türkiye aleyhine dava açan Nahide Opuz’un davasını inceleyen mahkeme heyeti, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkını garanti altına alan ikinci, işkence ve kötü muameleyi yasaklayan üçüncü ve ayrımcılığı yasaklayan on dördüncü maddeyi ihlal ettiğine oybirliğiyle karar vererek, Türkiye’yi mahkum etti. Kararı, Türkiye’nin kadına yönelik şiddete karşı mücadele amacıyla kurulan ilk örgütü olan Mor Çatı Derneği gönüllüsü Zelal Yalçın’a sorduk.

Zelal Yalçın: “Sorun yasalarla değil, yasaların uygulanmasıyla ilgili”
Türkiye’de aile içi şiddet ile ilgili yapılmış iki önemli ve genel araştırma var. Bu araştırmalardan biri Prof. Dr. Yeşim Arat ve Yrd. Doç. Dr. Ayşe Gül Altınay tarafından yapılmış olan “Türkiye’de Aile İçi Şiddet” araştırmasıdır. Bu araştırmayla Türkiye’de her üç kadından birinin fiziksel şiddete maruz kaldığını ortaya çıkmıştı. Çıktılarından biri bu. Yapılmış olan ikinci bir ciddi araştırma ise, Hacettepe Üniversitesi tarafından gerçekleştirildi. Bu araştırma Türkiye’de 10 kadından 4’ünün fiziksel şiddete maruz kaldığını belirtiyor. Ülkemizde kadına karşı aile içi şiddet ciddi boyutlarda. Dolayısıyla bu emsal niteliğindeki kararın hem Türkiye, hem de AİHM kararlarının bağlayıcı olduğu bütün ülkelerin kadınları açısından olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin önlenmesi için mevcut yasalar yetersiz değil. Hatta Türkiye’deki yasalar birçok dünya ülkesinin çok ilerisindeki yasalar. Bu yasalar değiştirilirken Türkiye’de “TCK Kadın Platformu” olarak adlandırılan, kadın örgütlerinin de içinde bulunduğu bir platform bu yasaların değiştirilmesiyle ilgili müdahil oldular. Süreç içerisinde lobi faaliyetleri yürüttüler. Ve bunların sonuçları da alındı. Ancak sorun yasalarla değil, yasaların uygulanmasıyla ilgilidir. Uygulamada çok ciddi sıkıntılar yaşanıyor. –Sadık Şanlı

Görüş
Emre Aköz (Sabah Gazetesi Yazarı)


Bu tarz planlar bu ülkede yapılıyor, onu biliyoruz. Daha önce çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla ilgili yapıldı, Lahika-1 adıyla yapıldı, 28 Şubat’ta hem yapıldı hem de net bir şekilde uygulandı, yani bu tip şer planlar, kara planlar, kara belgeler maalesef var.

“Bu plan var mı yok mu?” sorusu soruluyor sürekli. Bir kısım medya organları, siyasetçiler de bunun gerçek olmadığını, uydurma olduğunu, bir provokasyon, bir tezgah belgesi olduğunu, düşünüyor. Bir kısmı da gerçektir diye düşünerek ona göre konuşuyor ve yazıyor. Ancak artık bu planın uydurma olduğu iddiaları ortadan kalktı. Bundan sonra bu plan sahtedir denemez. Niye denemez? Çünkü planla ilgili olan, hazırlayan kişi savcılar tarafından sorguya çekilecekti. Fakat sonra Ankara’dan askeri savcılar geldi, İstanbul’da konuştular ve bu sorguya çekilme süreci durdu. O andan itibaren bu iş bitmiştir.

Değil mi ki o süreç durduruldu, değil mi ki netice olarak askerî yargı diyoruz. Askerî yargı emir komuta yargısıdır netice itibariyle. Objektif, bağımsız ve tarafsız bir yargı olarak gözükmez. İçinde çok değerli hâkimler ve savcılar vardır. Kişisel bazda askerî yargıyı, yargıçları, savcıları suçlamıyorum. Muhakkak çok değerli insanlar vardır. Ancak böylesi bir davanın sivil mahkemede görülmesi gerekirdi.

İlker Başbuğ’un istifa edeceği konuşuluyor. İrtica Eylem Planı’nı eğer kendisi emir verip hazırlattıysa –ben sanmıyorum öyle bir şey yapacağını– o zaman olabilir. Ama genellikle bu tip şeylerin üstü örtülüyor. Ergenekon şebekesi diye bir şebeke var, ben şebeke diyorum ona, bu şebekenin amacı Türkiye’de iktidarı ele geçirip uzun süre kalmak ve Türkiye’yi çeşitli konularda yeniden dizayn etmek, tasarlamak. Hem siyasi hem toplumsal mühendislik çabası olarak gerçekleştirmeye çalışıyor bunu.

Hem Hilmi Özkök, hem Yaşar Büyükanıt, hem de İlker Başbuğ bu şebekenin ortaya çıkartılmasını ve yargılanmasını istiyorlar. Neden istiyorlar? Neticede bu Genelkurmay başkanları o şebekeyi tasfiye etmek isteyen insanlar. Bugün silahlı kuvvetler üst yönetimi ile hükümet arasında bir uyum var. Bu uyum kurulur bozulur, kurulur bozulur Türkiye’de. Değişkendir, Türkiye’nin siyasi yapısı böyle. İki başlı bir yönetim var Türkiye’de. Şu durumda İlker Başbuğ istifa ederse, aslında bu Ergenekon’un galibiyeti olacaktır. Hükümet de istemez onun istifa etmesini. Eğer ederse, bu bir yenilgi olarak görülecektir.

İrticayla Mücadele Eylem Planı
Belge, Darbe, Sobe


Taraf Gazetesi yayınlandığı günden bu yana Türkiye’de gündemi sarsacak önemli belgeler yayınlıyor. Son olarak yayınlanan “İrtica Eylem Planı” belgesi de bunlardan biri. Genelkurmay Harekât Başkanlığı 3. Bilgi Destek Şube Müdürlüğü’nde hazırlandığı iddia edilen “İrticayla Mücadele Eylem Planı”, Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek imzasını taşıyor. Belgenin ortaya çıkması iktidar, muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarınca aşırı bir tepkiyle karşılandı. Gelen tepkiler üzerine harekete geçen Askeri Savcılık olay hakkında soruşturma başlatırken, hükümet kanadı ise konuyu sivil yargıya intikal ettirerek belgede adı geçen albay ve diğer sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu. Türkiye’de son bir buçuk yılda darbelere ilişkin gündeme getirilen olaylar, perde arkasından ülkenin kâğıt üzerinde defalarca kez yıkılıp yeniden kurulduğunu gösteriyor. Darbeleri içselleştirmiş bizim gibi ülkelerde bu planlar biraz da sıradanlaştı. 1960’ta tanıştığımız askeri darbeler, 1971, 1980, 1998 ve son olarak (bu kez sanal ortamda) 2004’te değişik şekillerde ortaya çıkmıştı. “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı” şeklinde yayınlanan son darbe belgesinin uydurma olduğu, gerçeği yansıtmadığı konuşuldu. Ancak davanın Askeri Yargı’ya intikal ettirilmesi meselenin örtbas edilmesi ihtimalini düşündürüyor. Çünkü Askeri Yargı’da darbe girişimi davasının görülmesi, üstlerinin bu davayı inceleyen hâkimlere müdahale riskini doğuracak. Bu ve benzeri belgelerin gün yüzüne çıkarılması Türkiye’de kapalı kapılar ardında dönen tezgâhların boşa çıkacağına işaret ediyor.

Kredi Kartı Affı
Mağdurlara Müjde


Kapitalizmin tüketim toplumu inşa etmesinin neticeleri oldukça sancılı oldu. Alışkanlıklarımız değişti, yaşam biçimimiz değişti. Bu değişikliklerle beraber başka ağır neticeler de ortaya çıktı. Daha kolay tüketmek düşüncesiyle bugün artık hemen herkesin cebinde kredi kartı var. Hem de bir değil birkaç tane. Harcarken nasıl harcadığımızı, nereye harcadığımızı düşünmüyoruz. Sıra ödemeye geldiğinde ise büyük bir sürprizle karşılaşıyoruz. Bugün ülkemizde kredi kartı borcunu ödeyemediği için icralık olan yüz binlerce insan var. “Kredi kartı mağdurları” kavramı şimdiden literatürde kendine sağlam bir yer etmiş durumda. Konu birçok kez gündeme getirildi, iktidardan mağdurların lehine bir şeyler yapması beklendi. Uzun soluklu bir bekleyişin ardından sonunda hükümet kredi mağdurları için yürek ferahlatacak bir gelişmeye imza attı. Yapılan düzenlemeye göre asgari ödeme tutarını yüzde 30’a kadar artırmaya ve yüzde 10’a kadar azaltmaya BDDK yetkili olacak. Borç 30 gün içinde ödenirse faizde artış olmayacak. Taksitli ödemede altı ay için 1.4, 12 ay için 1.8 faiz sözkonusu. Eski sisteme göre 1000 liralık borç, faiziyle 1300 lira oluyordu; düzenlemeyle birlikte 1080 lira olacak. Ayrıca borç değişik seçeneklerle taksitlendirilebiliyor. Hükümetin kredi kartı mağdurları için attığı adım önemli. Ancak asıl soru şu: Suçlu kim? Kredi kartlarını ekmek peynir gibi pazarlamaya çalışan bankalar mı, yoksa cebinde en az üç kredi kartı bulundurup fütursuzca harcama yapan bizler mi? Banka faizleri, ödeme seçenekleri, yapılan anlaşmalar düşünüldüğünde bankaların hepten kabahatsiz olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak kredi kartını cüzdanımıza koyduğumuzda dünyaları satın alabileceği düşüncesiyle harcama yapan, ödeme günü geldiğinde de kara kara düşünen bizler de en az bankalar kadar kabahatliyiz. Artık bilinçli bir tüketici olmanın zamanı geldi de geçiyor galiba.

Tersine Göç Başladı
Neden geldim İstanbul’a?


MHP Adana Milletvekili Yılmaz Tankut’un, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın cevaplaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na verdiği soru önergesine yanıt geldi. Beşir Atalay’ın yanıtladığı soru önergesi sonucu, 2008 yılında 2 bin 345 aile ve 17 bin 489 kişinin İstanbul’dan göç ettiği ortaya çıktı. Verilen bilgiye göre, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu aile ve kişilere toplam 2 trilyon 725 bin 812 TL yol parası ödedi. Bu rakamlar gösteriyor ki, bir zamanlar taşı toprağı altın olarak değerlendirilen, milyonlarca insanının iyi bir iş, daha iyi bir hayat sahibi olmak umuduyla göç ettiği İstanbul, artık bir umut kapısı olmaktan çıktı. Ekonomik gerekçelerle İstanbul’dan başka şehirlere göç eden aile ve kişi sayısı bir önceki yıla oranla yüzde 100 artarken, İstanbul dışında Kocaeli, Kayseri, Samsun ve Yalova da tersine göçten nasibini alan iller oldu. Bu şehirlerden ayrılanların oranı ise, bir önceki yıla göre yüzde 200 oranında gerçekleşti. Cumhuriyet dönemine 691.727 kişiden oluşan bir nüfusla giren İstanbul, İstanbullu Rumların mübadeleye katılıp gitmeleri, yabancı uyrukluların şehirden ayrılmaları ve nüfusun bir bölümünün Ankara’ya taşınması sonucu yarım milyonluk bir rakama gerilemişti. Bu tarihten sonra yaşanan nüfus azalması, 1950’den itibaren özellikle ithal ikameci iktisat politikalarına geçişin ardından artmaya başlamış, fakat İstanbul’un kaderine etki eden asıl artış 1980 sonrası gerçekleşmişti. 1950-80 arası yaklaşık yüzde 400’lük bir artışla 4.741.890’ı bulan İstanbul nüfusu 1990 yılında 7.195.773’e yükselirken 2000 yılında ise 10.018.735 olarak belirlendi. 2007 yılında yapılan son nüfus sayımında ise bu rakam 12.573.836 olarak tespit edildi. Tersine göçün en büyük sebepleri şüphesiz ekonomik kriz ile birlikte kalıcı iş ve konut sorununun çözülememesi. Bu durum ise, mevcut haliyle İstanbul’un göçe doyduğunu gösteriyor. İstanbul’dan göç eden insanlar ya memleketlerine ya da umut kapısı olarak gördükleri başka şehirlere göç ediyorlar. Fakat bu sorunun kalıcı çözümünün göçten değil, insanların iş ve konut ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik politikalar üretmekten geçtiği önemli bir gerçek. Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın geçtiğimiz ay açıkladığı “Teşvik ve İstihdam Paketi”nin bu sorunları gidermeye yönelik bir adım olduğu belirtiliyor. Uzmanlar, bu paketin istikrarlı bir şekilde uygulanmasını ve bu tür adımların bu paketle sınırlı kalmayıp, işsizlik ve konut ihtiyacını gidermeye yönelik daha kapsamlı politikaların üretilmesi gerektiğini belirtiyorlar. –Sadık Şanlı

“Hay Allah”
Faruk Yücel’i Kaybettik


Gerçek Hayat Dergisi’nin 26 yaşındaki genç yazı işleri müdürü Ömer Faruk Yücel, bir süredir tedavi gördüğü kansere yenilerek 8 Haziran günü Marmara Üniversitesi Hastanesi’nde vefat etti. Kartal İmam-Hatip Lisesi mezunu olan Yücel, arkadaşlarıyla berber çıkardığı Bu Yaka isimli gazetede adını duyurdu. Ardından 8sutun.com, Bugün Gazetesi gibi medya kuruluşlarında ve bir ara da İSKİ’de çalışan Yücel’in, Yedi İklim ve Mostar dergilerinde de yazıları yayımlandı. 1 yıldır Gerçek Hayat Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü sürdüren Yücel ayrıca resimle ve ebruyla ilgileniyordu. Faruk Yücel, güzel yaşadı, güzel insanların omuzlarında Çengelköy Kabristanlığı’na defnedildi. Genç yaşta hayata gözlerini yuman Yücel, arkasında koca bir ömre sığacak yüzlerce anı bırakıp gitti. –Salih Demirhan

Türkiye’nin Mayınlı İmtihanı

Türkiye’nin Suriye sınırında bulunan mayınların temizlenmesi meselesi gündemi meşgul eden en önemli gelişmelerden biriydi. Yoğun tartışmalar sonrasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yasayı onayladı. Bölgedeki mayınların temizlenmesinin zorunluluğu, iktidarıyla muhalefetiyle herkesin kabul ettiği bir husus. Ancak asıl mesele bunun nasıl ve kim tarafından yapılacağı konusu. Bu sorunun çözümüne ilişkin daha önceki hükümetler döneminde çeşitli girişimlerde bulunulmuştu. Asıl mesele bölgenin kim tarafından temizleneceği meselesi. Bölgenin temizlenmesiyle beraber adeta kullanılabilir arazi sınırları genişletilmiş olacak. Fakat bunu yaparken ekonomik kaygılarla bahsi geçen bölgeyi başkalarına emanet etmek gerekmiyor. Yoksa hiç kimse mayınlar temizlenmesin demiyor. Bu tartışmalar 1 Mart 2003’te meclisten geçirilmeye çalışılan tezkere tartışmalarını akıllara getiriyor. İktidar partisi o zaman da konunun abartıldığı kadar hassas bir konu olmadığı üzerinde duruyordu. ABD 2003 yılında başka topraklardan girdiği Irak Cehennemi’nden henüz çıkamadı. ABD’nin Irak fiyaskosunu düşündüğümüzde “İyi ki tezkereyi geçirmemişiz” diyoruz kendi kendimize. Hükümet bu sefer istediğini meclisten geçirdi. Ancak her zamankinden çok daha fazla dikkatli olması gerekiyor. Çünkü bölgede yapılacak herhangi bir hatanın maalesef telafisi yok.