- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 7 June 2012, 02:17 pm GMT +0200
Gündemden
A. Bilge BAŞARAN • 54. Sayı / GÜNDEMDEN


Batı'nın Adaleti
140 Müslüman yaktılar, 30 yıl ceza aldılar


Srebrenitsa Katliamı’nın üzerinden tam 14 yıl geçti. 1995 yılının Temmuz ayında 8.300 Müslüman Boşnak, Sırbistan Genelkurmay Başkanı Ratko Mladiç komutasındaki birlikler tarafından katledilmişti. Boşnak Müslümanlar aynı acıyı bu olayın yıldönümünde her yıl bir kez daha hissediyorlar. Bosna-Hersek’te uygulanan vahşetin ardından türlü davalar açılmış, bu davalarda ilginç cezalar verilmişti. “Bebek yüzlü Sırp kasabı” Miloseviç savaş suçu gibi onlarca suçtan yargılanırken hapishanede ölmüştü. Yine Bosna-Hersek’teki savaşla ilgili yargılanan Milan ve Sredoje Lukiç adlı iki Sırp komutanın yargılanmasında da ilginç bir karara varıldı. Lahey'deki eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi 140 kişinin diri diri yakılarak öldürülmesi suçuyla yargılanan iki komutandan, çete lideri ve olayların tertipçisi olan Milan Lukiç'e müebbet, katliama katılan Sredoje Lukiç'e ise 30 yıl hapis cezası verdi. Avrupa’nın ortasında bir avuç insana karşı gerçekleştirilen bu zulme verilecek ceza bu olmamalıydı elbette. Davadan böyle bir neticenin çıktığını düşünüldüğünde “Acaba tersi bir durum olsaydı nasıl bir netice ortaya çıkardı?” gibi bir soru takılıyor akıllara. Bu sorunun cevabını kestirmek güç değil.

Merve Şerbini Cinayeti
İslamofobi Almanya’da


Nilüfer Göle İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa kitabında “Bir iç içe geçme süreci, bedende bellekte ve mekânda kendini gösteren bir kavga süreci söz konusu. İki taraf artık iyice belirgin bir hale gelmiş anakronizmalara katlanmaksızın, tartışmaksızın veya arada uyumsuzluk olduğunu kabul etmeksizin birbirleriyle çağdaş olamayacaklar, birbirlerine yakın hissedemeyecekler” cümleleriyle Müslümanlar’ın ve Avrupalılar’ın birbirleriyle aynı mekânı, zemini paylaşma eğiliminde olduklarını ifade ediyordu. Ona göre Avrupa toplumunun ve Müslümanların aynı ortamda belli saplantılardan vazgeçerek yaşamaları gerekiyor. Göle, her ne kadar yeni bir sürecin başlangıcından bahsetse de Batı’da yaşananlara bakarak durumun tam da böyle olmadığını söylemeliyiz. Almanya’nın Dresaden kentinde yaşayan Mısır asıllı göçmen Merve Şerbini’nin Alman Mahkemesi’nde hâkimlerin gözleri önünde 18 bıçak darbesiyle öldürülmesi, Batı’da varolduğu iddia edilen zihniyet değişiminin ne boyutlarda olduğunu açıkça gösterdi. Parka çocuklarını gezdirmeye geldiğinde oğlu için salıncakta yer isteyen bir annenin, Rus göçmeni bir Alman tarafından hakaretlere maruz kalmasını, ardından da dava ettiği mahkemenin önünde hunharca öldürülmesini hiçbir iyi düşünce ile izah etmek mümkün değil. Bu olay belki de yutulan ama sindirilemeyen kötü duyguların ortaya çıkmasının resmiydi. Batı kendileriyle bir arada yaşamak zorunda hissettiği Müslümanlara karşı kin duygusundan vazgeçemiyor. Olayın medya organlarına yansıması da ilginç. Cinayeti basit bir husumetten kaynaklanmış gibi yansıtmaya çalışan Alman medyası, her nedense bu cinayetin İslamofobi merkezli bir cinayet olduğuna değinmedi. Batı’da İslam karşıtlığı ne söylenirse söylensin devam ediyor.

Görüş
Mazhar Bağlı (Doç. Dr., Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi)


Ayşe Arman, her ne kadar Hürriyet Gazetesi’nin değerli ve duyarlı okuyucuları için büyük bir fedakârlık yapıp herkesin açıldığı bir mevsimde birkaç günlüğüne de olsa kapanarak karşı mahalledeki kadınların toplumsal hayatta karşılaştıkları dışlamaları ve zulmü deneyimlemek istediğini söylese de, yazdıklarının gidişatı ve içerdiği gizli-açık mesajları başka bir konudan bahsediyor.

Arman'ın varmak istediği nokta şu: Aslında başı açık olan bizler acayip hoşgörülüyüz. Nitekim o mahallede büyüyüp bu mahallede yaşamayı tercih eden meslektaşlarımız da bu durumu belirtiyorlar. Karşı taraf ise acayip hoşgörüsüz. Dünyadan habersizler ve genel olarak da zevksizler. Şu birkaç günlük kısacık tecrübeler de gösterdi ki; türbanlı olan şu sıkma başlı “yaratıklar” ve onların mahalleleri inanılmaz “bağnazlar”, kendi aralarında kendi kendilerine bile zulmün her çeşidini uyguluyorlar. Sakın zulme uğruyorlarmış gibi bir hisse kapılmayın. Bakın ben bizzat yaşayarak gördüm; türban takmanın toplumsal baskılardan önce bizzat kendisi başlı başına bir zulümdür! Dahası bunlardan gelen mahalle baskısı bizi bunaltmakta ama biz yine de hoşgörülü davranma erdeminden vazgeçmemekteyiz. Bakın, bizim mahallede başımı örttüm ve hiçbir baskı görmedim, ama mini etek giyip İsmail Ağa’ya gittiğim de bir de ne göreyim, bu güzelim ülke önce İran olacaktı olmadı, sonra Malezya olacaktı o da olmadı, sonunda en kötü senaryo gerçekleşmiş, ülke Afganistan olmuş!

Ayşe Arman'ın yaptıklarının akademik bir karşılığı yok elbette – kendisi de böyle bir iddiada bulunmuyor zaten. Bence de üzerinde fazla durulmayı hak eden bir yazı ve içerik değil, fakat sessiz kalındığında da kendisini doğru yolda ve haklı bir pozisyonda görme durumu da ortaya çıkabilir. Bir fantezi peşinde koşmuş ve tabii fantezisine uygun olay ve olgular bulması da zor olmamış. Çünkü hoşgörü, inanç, toplumsal değer ve birlikte yaşama gibi olguları ancak ve ancak tutumlara yönelik sorgulamalarla ölçebilirsiniz ki, sosyoloji ve sosyal psikolojideki en zor ölçekler de bunlardır.

Arman'a şunu söyleyebilirim: Ayşe Hanım, siz Dubai’de güneşlenirken, karşı mahallede toplumun nabzını en ufak sismik kıpırdamalarda bile yüreğinde hissedebilecek bir duyarlılık gelişti. Toplum da bu duyarlılığa cevap verdi. İyisi mi siz bu tezlerinizi değerli yayın yönetmeninizle Boğaz’da kadeh tokuştururken birbirinize anlatın; hatta bu esnada o meşhur yapmacık şaşkınlıklarınızı da gizlemeyin, “Yaa öyle mi? Ne kadar ilginç bir durum, bakın bunu ilk fark eden siz oldunuz!” gibi cümlelerle de birbirinizi taltif edin. Artık ne toplumda, ne de karşı mahallede buna itibar edecek kimse yok. Olanlar da sizin mahallenize geçtiler. Hiç boşuna bu yazın ortasında başınızı örtüp, kendinizi bir kumaş topunu çevirmeyin veya haşema falan giyip eziyet etmeyin. Özetle, bu toplum karşı mahalleyi de biliyor, bu mahalleyi de; bilmedikleri bir şey kalmadı. Bu durumu bilmeyen sizsiniz galiba!..

Askere adli yargı yolu açıldı

Türkiye’de üç yargı sisteminden biri olan Askerî Yargı hakkında bugüne kadar pek bir şey söyleyen çıkmamıştı. Ancak son dönemde Türkiye’de yaşananlar Askerî Yargı’nın ne kadar bağımsız olduğu ile ilgili soruları akıllara getiriyordu. TBMM’den çıkan kanun metni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı. Artık askerler de Adli Yargı’da yargılanabilecek. Bu kanun, tıpkı sıkıntılarını en çok çektiğini iddia eden grubun iptal davası için Anayasa Mahkemesi’ne başvurması gibi ilginçliklere sebep olsa da tarihe geçti.

Çin’in Doğu Türkistan katliamı


Çin Halk Cumhuriyetinin Sincan bölgesi büyük bir katliama şahitlik ediyor. Yıllardır Çin zulmü altında ezilen Doğu Türkistanlı Müslümanlar bu sefer dünya kamuoyunun da tepki gösterdiği bir zulümle karşı karşıya kaldı. Olayların başlaması en az bu zulüm kadar gayr-ı ahlâkî bir hadiseyle gerçekleşti. Çin kaynaklarına göre ölü sayısı 200 civarında. Ancak asıl rakam bunun çok üzerinde. Çin Halk Cumhuriyeti bu yaptıklarına bakılırsa Mao döneminin geri geldiğini söylemek pek de abartı olmaz.

Nabucco Projesi imzalandı

“Oldu, olacak” derken sonunda Nabucco Boru Hattı Projesi imzalandı. Proje ile ilgili çok şey söylendi. Ancak bugün herkes ne kadar gerekli olduğunu kabul ediyor. Bu proje ile birlikte Türkiye hem diplomatik olarak, hem ekonomik olarak, hem de stratejik olarak ciddi kazanımlar elde edecek. Ayrıca sıkça dile getirilen enerji ihtiyacı da bu proje ile bir nebze de olsa karşılanmış olacak. Türkiye’de bir iktidar döneminde yapılan bir anlaşmanın başka iktidarlar döneminde üzerinde durulmaması gibi bir gelenek var. Umarız Nabucco için de aynı gelenek geçerli olmaz.

Pop’un Kralı artık yok

Pop’un efsanevi kralı Michael Jackson evinde geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti. 9 çocuklu bir ailede dünyaya gelen Jackson “The Jackson Brothers” adında bir grup kurarak, müzik yapmaya başladı. Yaptığı müzikler kadar hayatının sonunda adını karıştırdığı sansasyonel olaylar da Jackson’ın adını gündemden düşürmedi. Mikail oldu mu bilinmez ama, Jackson dünyanın her yerinde dinlenen onlarca eser bırakarak hayata veda etti.

TÜSİAD Yasta
YÖK eşitsizliği son verdi


YÖK Genel Kurulu, geçtiğimiz ay aldığı bir kararla, meslek liselerine yönelik katsayı eşitsizliği uygulamasına son verdi. YÖK Genel Kurulu toplantısının ardından yapılan açıklamaya göre meslek lisesi çıkışlı öğrenciler, üniversite sınavında 2010’dan itibaren puan kaybı yaşamayacak. YÖK'ün yeni aldığı karara göre, üniversite sınavına girecek bütün adayların katsayıları 0.15'le çarpılacak. Böylece, meslek lisesi mezunları alanları dışında tercihte bulunabilecek, alan dışı tercihte bulunmaları durumunda ise herhangi bir puan kaybı olmayacak. 1998 yılından bu yana uygulanan eski mevzuata göre meslek lisesi mezunları kendi alanlarından başka bölümleri tercih ettiklerinde katsayıları 0.3'le çarpılıyordu. Diğer liselerde okuyanların katsayıları ise 0.8'le çarpılıyordu. YÖK’ün aldığı yeni karar eğitimde yıllardır süre gelen bir eşitsizliğe son vermekle birlikte, Eğitim-Sen’in yurt genelindeki birçok şubesi başta olmak üzere, birçok Sivil Toplum Kuruluşu ve meslek lisesi öğrencileri tarafından sevinçle karşılandı. Kamuoyunun aksine, karardan rahatsız olanlar da var. Patronlar Kulübü olarak bilinen Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) yayınladığı bir açıklamayla YÖK’ün almış olduğu kararın yanlışlığına vurguda bulundu. “Yükseköğretime girişte katsayı ile ilgili değişiklik mesleki eğitimin sorunlarını çözmeyecek, istihdamın gelişmesine ve işsizlikle mücadeleye de hizmet etmeyecektir” sözlerine yer verilen açıklamada, ayrıca imam-hatip liseleriyle ilgili "Ülkenin imam-hatip ihtiyacını karşılamaya yetecek sayıda imam hatip lisesinin eğitime devam etmesi ve mezunların arzu ettikleri takdirde kendi alanlarında yüksek öğrenime devam etmeleri sağlanmalıdır. Geriye kalan imam hatip liselerinin meslek lisesi statüsü kaldırılmalı ve gerekli müfredat uyumu yapılarak genel liseye dönüştürülmelidir” şeklinde bir açıklama yapıldı.

TÜSİAD’ın açıklamasından anlaşılan şu; imam-hatip lisesi çıkışlı öğrenciler eğitimlerine devam etmek istiyorlarsa, 1998-2009 yılları arasında olduğu gibi ilahiyat fakültelerinden başka bir okula gidemesinler. TÜSİAD’ın geçmişte de benzerlerini sıkça duyduğumuz bu açıklamasında güdülen amacın aslında tutarlı, inandırıcı bir yanı olmadığı 1998 yılından bu yana uygulanmakta olan sistemle ortaya çıkmıştı. Meslek liselerine yönelik uygulanan katsayı eşitsizliği sonucu meslek liselerini tercih eden öğrenci sayısında hızlı bir düşüş yaşanmış, birçok meslek lisesi öğrencisiz kalarak, işlevini yerine getiremez olmuştu.

Ortada böyle bir vakıa olmasına ve YÖK Genel Kurulu bu eşitsizliği gideren kararı almasına rağmen TÜSİAD’ın bildik tavrını korumaktaki ısrarcılığını da sorgulamak gerekiyor. Bu sorunun cevabı basit aslında: TÜSİAD, statükonun korunmasını, 28 Şubat süreciyle şekillenen yapısının bozulmamasını istiyor. Şurası gerçek: Bu ülkenin yakın tarihine baktığımızda devlet eliyle zengin edilmiş, devleti patronu olarak gören bir grup doğdu. Bu grup, bir parçası olduğu statükonun korunması adına, fırsat buldukça da misyonunu yerine getirerek sisteme ahde vefa gösteriyor; bu kapsamda yaptığı açıklamalarla kamuoyunu, muhalefet ve mevcut hükümeti yönlendirmeye çalışıyor. Fakat Türkiye eski Türkiye değil. Ülkede yaşanan gelişmeler üstüne açıklama yapan TÜSİAD da olsa, halk aklına yatmayan açıklamaya yüz vermiyor. -Sadık Şanlı-

Gül'nden Adli Tıp Emri
Adli Tıp Mercek Altında


Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, son dönemde skandal haberlerle gündeme gelen Adli Tıp Kurumu’nun denetlenmesi için Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirdi.

Adli Tıp Kurumu, son dönemde kamuoyunda oldukça tartışılan çeşitli uygulamalarıyla gündeme gelmişti. Münevver Karabulut ve Hüseyin Üzmez olayları Adli Tıp Kurumu’nun kamuoyunda tartışılmasına sebep olmuştu.

Köşk’ün Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmesi üzerine kararı yorumlayan Türk Tabipler Birliği Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy, çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla ortak düzenlediği basın toplasında, Türkiye’nin adli tıp alanındaki en büyük bilirkişilik kurumu durumundaki Adli Tıp Kurumu’nun, bilirkişiliğin en öncelikli koşulu olan güvenilirliğini bütün toplum nezdinde kaybettiğini dile getirdi. Adli Tıp Kurumu’nun, Adli Bilimlerin olmazsa olmaz kaynağı olan üniversiteler, bilim insanları ve bilimsel incelemelerden destek almaksızın raporlar düzenlediğini ve bu raporların bilimsel ve hukuksal olarak kabul edilemez olduğunu ifade etti. Gürsoy,  mevcut haliyle Adli Tıp Kurumu’nun bilirkişilik yapmaya devam etmesinin adalete olan güveni de derinden sarsacağını, dolayısıyla bu durumun sürdürülebilir olmadığını ve Türkiye’deki adli tıp organizasyonunun hızla gözden geçirilip, bilimsel veriler doğrultusunda yeniden yapılandırılarak özerk ve bağımsız bir yapıya kavuşturulmasının gerekliliğini vurguladı.

Taliban’ın eli güçleniyor

Orta Asya tarihin en sıkıntılı bölgelerinden biri. Moğollar gibi birkaç istisnayı bir kenara bırakırsak, büyük güçlerin Orta Asya ile ilgili her daim planları olduğunu görüyoruz. Orta Asya Türk Devletleri uzun yıllar SSCB esaretinde yaşadılar. Afganistan, Pakistan gibi ülkeler de İngiliz egemenliği altında yıllarca ezildiler. Şimdi ise ABD, Orta Asya Türk Devletleri üzerinde tahakküm kuramasa da Afganistan ve Pakistan üzerinde hükümranlığını sürdürüyor. Pakistan’da yaşanan iktidar kavgaları, suikastlar ve kaosta ABD parmağı olduğu biliniyor. Ardına ABD desteğini alan, Pakistan’da iktidar koltuğuna güvenli bir şekilde oturuyor. Afganistan’da da, Taliban ile ABD’nin desteği ile iktidara gelen hükümet arasında hep bir mücadele yaşanıyor. ABD’nin Afganistan’da böyle bir mücadele çıkarmasının türlü sebepleri var. El-Kaide örgütüne destek olunduğu, anti demokratik uygulamalara kapı aralandığı gibi bahanelerle Afganistan’a eski Başkan George Bush döneminde giren ABD, sonrasında bölgeyi NATO’ya emanet ederek Irak’a sıçramıştı. El-Kaide’yi Müslümanlara saldırmak için bahane olarak kullanan ABD’nin bu örgütü ve Afganistan’daki Taliban rejimini niçin bitirmediğinin cevabı da burada aranmalı. Afganistan işgalini Irak’a saldırmak amacıyla bir geçiş bölgesi olarak kullanmak isteyen ABD, görünen o ki ne Irak’tan beklediğini alabildi ne de Afganistan üzerindeki planlarında muvaffak olabildi. Elini güçlendiren Taliban ile Afganistan, bölgeyi ABD’den devralan NATO’nun tam anlamıyla başına bela oldu. Gittikçe alevlenen savaş da hem ABD’yi hem de NATO’yu iyice zora sokacak. NATO ve ABD bölgedeki son kozlarını oynuyorlar. Eğer netice başarısızlık olursa müttefikler altından kalkılmaz bir yükümlülüğe girecekler.