- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Tue 5 June 2012, 10:41 am GMT +0200
Gündemden
A. Bilge BAŞARAN • 56. Sayı / GÜNDEMDEN


Gönüllerin Eylemcisi
Muntazar El Zeydi serbest


Geçen yıl aralık ayında Amerika eski devlet başkanı George W. Bush Irak’a gerçekleştirdiği son ziyaret sırasında Bağdat’ta bir basın toplantısı düzenlemiş, toplantı sırasında Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi kendisine ayakkabısını fırlatarak tepkisini göstermişti. Cezaevinde 9 ay tutuklu kalan El Zeydi geçtiğimiz ay tahliye oldu. El Zeydi bu eylemiyle bir anda dünya genelindeki Bush karşıtlarının kahramanı olurken, Bush’u teğet geçen ayakkabılar nedeniyle yine bu kitleyi üzmüştü. Eylemi sırasında El Bağdadiye kanalında muhabir olarak çalışan El Zeydi, herhangi bir Batı ülkesinde belki birkaç saatlik bir gözaltıyla kurtulabileceği bir olay sebebiyle Irak’ta “başka bir ülkenin başkanına saldırıda bulunduğu” gerekçesiyle suçlanarak 3 yıl hapse mahkûm edilmişti. Fakat El Zeydi cezasının 9. ayında serbest bırakıldı. Ardından, çalıştığı El Bağdadiye televizyonunun merkezinde bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda, Saddam Hüseyin’in devrildiği işgalin üzerinden 6.5 yıl geçmiş olmasına rağmen Irak’taki ABD mevcudiyetinin devam etmesine dikkat çeken El Zeydi, “Ben bugün özgürüm. Ancak ülkem halen esir” sözleriyle ülkesinin içerisinde bulunduğu durum nedeniyle üzüntüsünü dile getirdi. Eylem sonrası gözaltına alınışının ilk günlerinde dayak ve elektrik şoku gibi işkencelere maruz kaldığını ifade eden El Zeydi’nin dişlerinden birinin eksik olduğu da dikkatlerden kaçmadı. Kendisine işkence yapanların kimliklerini daha sonra açıklayacağını belirten El Zeydi, Başbakan Nuri El Maliki’nin de kendisinden özür dilemesini beklediğini söyledi. Iraklı gazetecinin ağabeyi Uday ise, İngiliz Times Gazetesi’nde yer alan açıklamalarında, cezaevinde kardeşinin kulaklarının arkasında sigara söndürüldüğünü, burnunun ve kaburgalarının kırıldığını ve doktorların ne olduğunu açıklamadıkları bazı enjeksiyonlar yaptıklarını ifade etti. Muntazar El Zeydi’nin serbest bırakılması dünya genelinde sevinçle karşılanırken, Irak Müslüman Âlimler Heyeti (HEYET) Kültür ve Medya Departmanı da Zeydi'nin serbest bırakılması dolayısıyla Muntazar el Zeydi ve Bağdadiye Kanalı için bir tebrik mesajı yayımladı.

Dere Yatağında Yaşamak
İstanbul’da sel felaketi


Küresel ısınma nedeniyle iklimlerin birbirine karıştığı konusu sürekli tartışılıyor. Eskiden yaz mevsimleri yaz gibi, kış mevsimleri de kış gibi yaşanırdı. Ancak neredeyse son 10 yıldır hangi mevsimin ne zaman, nasıl yaşanacağını meteoroloji uzmanları dahi kestiremiyor. Yazın ortasında sıcaklıklar bazen 40 dereceyi buluyor, sonbaharda yağması gereken yağmurlar adeta bardaktan boşanırcasına yeryüzüne iniyor. Böyle baktığımızda, İstanbul’da yaşanan sel felaketini küresel ısınmaya bağlayabiliriz. Meydana gelen felakette yaşanan acı tablo, mevzuyu bu kadar dar bir çerçeveyle açıklamanın sağlıklı olmayacağını salık veriyor. 30 kişinin hayatını kaybettiği, onlarca insanın yaralandığı ve milyonlarca lira hasarın yaşandığı felaket elbette yalnızca küresel ısınma sonucu meydana gelen yoğun yağışa bağlanamaz. İstanbul’un belki de en büyük sorunlarından biri olan kentleşme sorunu bu felaketin baş aktörlerinden biriydi. Dere yataklarına kurulan yerleşim yerleri problemi, yıllardan beri göz ardı edilen, ihmal edilen alt yapı problemi felaketin bu noktaya gelmesinin başlıca nedenleriydi. Felaketin muhataplarının zararının nasıl karşılanacağı sorusu uzak bir yerde dururken, felaket iktidar ile muhalefet arasında yeni bir tartışmaya da sebep oldu. Böylesi bir yağışın İstanbul gibi geliştiği iddia edilen bir kenti çamura bulamasında iktidarıyla muhalefetiyle herkesin sorumluluğu olduğunu unutmamak gerekiyor. Sel sonrasında televizyon ekranlarına yansıyan görüntüler ise bu durumun yalnızca fiziksel bir felaket olmadığını, toplumsal olarak da ciddi bir felaketle karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor. Zira benzerine 1999 yılında yaşadığımız deprem sonrasında şahit olduğumuz yağma felaketini bir benzerini canlı yayınlarda hep birlikte seyrettik. Fırsattan vazife çıkaran yağmacıların serbest bırakılması da cabası.

Yargıtay'dan Tartışmalı Karar
Taş atanı vurmak serbest!


Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 2005 yılında Siirt il merkezinde yapılan basın açıklaması sırasında yaklaşık 200 kişilik grubun üstüne tam otomatik silahla ateş açan ve 14 yaşında bir çocuğun ölümüne neden olan uzman çavuş G.Y. hakkındaki kararını açıkladı. “Bölgenin özellikleri” gerekçesiyle beraat kararı veren mahkeme, tartışmalı bir karara daha imza attı. Siirt Ağır Ceza Mahkemesi, G.Y. aleyhine açılan davada yaklaşık 5 ay önce beraat kararı vermiş, karara itiraz eden Abdullah Aydan’ın ailesinin temyizi üzerine karar Yargıtay’a gitmişti. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı adına tebliğname hazırlayan YARSAV Başkanı ve Yargıtay Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu, olayda hayatını kaybeden maktulün gösterici grup arasında yer almadığını, G.Y.’nin ayaklara ya da havaya doğru değil, öldürücü biçimde ateş ettiğini kanıtladığını, bu sebeple G.Y.’ye “taksirle ölüme sebebiyet vermek” suçundan hapis cezası verilmesini istemişti. Eminağaoğlu’nun tebliğnamesini yerinde bulmayan Yargıtay 1. Ceza Dairesi ise beraat kararını onamıştı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, bu karara da itiraz edince, konu bu kez Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda görüşüldü. İtirazı değerlendiren kurul, Siirt’te gerçekleşen olaylar nedeniyle uzman çavuşa ceza verilemeyeceğine hükmetti. Yargıtay’ın içtihat niteliğindeki bu kararına göre, kalabalığın silah ya da bıçağa sahip olmadığı, taşlı saldırıda bulunduğu olaylarda, benzer bir korku ve telaş yaşayan güvenlik görevlisinin açtığı öldürücü ateş, ceza nedeni sayılmayacak. Karar sonrası maktulün avukatı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracaklarını açıklarken, konunun görüşüleceği AİHM’nin bu karar nedeniyle Türkiye’yi mahkûm etmesine kesin gözüyle bakılıyor. Yargıtay benzeri konularda da daha önce tartışmalı kararlara imza atmıştı. Demokratik sistemlerde sağlıklı bir yönetimin yasama ve yürütmenin ardından üçüncü sacayağı olan yargının bağımsızlığı konusu hep vurgulanır. Ancak bu bağımsızlığın kimin lehine olduğu sorusunun cevabı maalesef hep bir muamma olarak kalıyor. Demokrasi kavramının “halkın yönetimi” anlamına geldiğini düşündüğümüzde bu sistemlerin halk haklıyken halkın lehine işlemesi gerekiyor. Aksi bir durumda ise yanlış karar hep AİHM’den dönüyor.

Görüş
Ali Şahin (Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı)


İslamofobi rapor taslak önerisi, Rus parlamenterler tarafından Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi’nin gündemine getirilmiş bir konu. Konuya yönelik bir rapor hazırlanması yönünde Rus parlamenterlerin verdiği öneri parlamentoya geldi. Bu öneri parlamentoda görev yapan 12 Türk parlamenter tarafından da yoğun bir ilgiyle karşılandı. Konu hassas olduğu için atanacak raportörün kişiliği, siyasi görüşü, hangi ülkeden olması çok önemliydi. İslam dünyası aleyhine bir rapor çıkmaması adına bunlara oldukça dikkat edilmesi gerekiyordu.

Oylamada maalesef rapor hazırlanmak üzere Danimarkalı raportöre verildi. Komisyon toplantıları genelde komisyona üye parlamenterlerin daveti üzerine kendi ülkelerinde gerçekleşebiliyor. Danimarkalı parlamenter Mogens Jensen’in daveti üzerine toplantının da, taslak raporun görüşülme toplantısının da yine Danimarka’da yapılacak olması kaygıları daha da artırdı açıkçası.

Fakat beklenen olmadı. Raportörün hazırlamış olduğu “taslak rapor” komisyon üyelerine dağıtıldı. Raporun özet kısmında Jensen, İslam’ın ve Müslümanların Avrupa’nın medeniyetler kültüründe artık vazgeçilmez bir unsuru haline geldiğini, Avrupa’nın içlerindeki Müslümanların ve İslam’ın artık kesinlikle yok farz edilemeyeceğini, doğal bir kültür olarak var olduğunu, İslam ile İslamcılığın birbirinden mutlak surette ayrılması gerektiğini, hatta bir ideoloji olarak İslamcılığın bile her anlamda potansiyel bir tehdit unsuru olarak her zaman görülemeyeceğini ifade etmişti. Daha çok ilgimi çeken ifadeler ise, Avrupa’da kimi çevreler tarafından islamofobinin İslam’ı tamamen reddetmek, yok saymak adına, İslam’ı Avrupa’dan söküp atmak adına düşüncelerinin üstünü örtmek için İslam’ın ve Müslümanların bir battaniye, bir örtü olarak kullanıldığını ifade eden cümleleriydi.

Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi toplantılarına düzenli olarak katılan ve bütün bu toplantılar süresince Avrupa’daki Müslüman varlığını, Türk varlığını da izlemeye çalışan birisi olarak, orada çok farklı fırkalara, gruplara bölünmüş bir yapıda bulunan Müslüman topluluklarının, Avrupalıların kafasında net bir İslam tanımı yapılmasının önüne geçmiş olduğunu üzülerek söylemeliyim. Çünkü bir Avrupalı, grupla karşılaştığında farklı bir İslam görüyor, bir başka grupla karşılaştığında çok daha farklı bir İslam anlayışı görüyor.

Bu şekilde belki her gün farklı farklı Müslüman tanımlarıyla karşılaşıyor. Bu ciddi anlamda kafaları karıştırıyor. Avrupalılar net bir İslam anlayışıyla maalesef ki karşı karşıya kalamıyorlar. Bu noktada benim önerim şu olurdu: Avrupalıların İslam’ı anlama noktasında mutlaka birtakım adımların atılması, önyargılardan kurtulmaları için birtakım çalışmaların yapılması.

Diyanet işlerinin Avrupa’da bulunan ve diğer İslam ülkelerinden gelmiş olan göçmen Müslümanları bir arada toparlayabilecek, onları bir organizasyon çerçevesinde bir araya getirebilecek çalışmaları olabilir. Çünkü Türkiye, gerek sahip olduğu konum, tarih ve 600 yıl boyunca İslam’a vermiş olduğu hizmetlerle Avrupalı Müslümanlar ve diğer ülkelerden gelmiş göçmenler nazarında da çok hassas bir konuma sahip.

Gazze konusunda izlenen politikalardan ve şu an izlenmekte olan Ortadoğu politikalarından dolayı gerek Arap kamuoyunda gerekse diğer İslam ülkeleri nezdinde oldukça saygın bir konuma erişmiş durumda.

Bu konunun İslam Konferansı Örgütü’nün de önemli gündem maddelerinden birisi haline gelmesi lazım. Bizim, İslam Konferansı Örgütü’nü çok aktif, İslam ülkeleri üstü bir yapı haline dönüştürmemiz gerekiyor. Çünkü İslam Konferansı Örgütü, Avrupa’da Müslümanların bir araya gelmesi veya ortak bir tanım sunabilmelerini önerdiğim noktada bu rolü üstlenebilir diye düşünüyorum.

Avrupa'nın Tahammülü Yok
Fransa göçmen kampını yıktı


Geçtiğimiz aylarda Avrupa’da yaşanan yabancı düşmanlığına dikkat çekmiştik. Avrupalı liderlerin çoğu bu durumu açıktan dillendirmeseler de söylemler ve icraatlar yabancı düşmanlığı olgusunu açıkça ortaya koyuyor. Bu iddiayı doğrulayan son hadise Fransa’daki göçmen kampının yıkılması oldu. Çoğunluğunu Afgan erkeklerin oluşturduğu yaklaşık 1500 mülteci yaşananlardan hiç hoşnut değil. Çünkü mültecilere göre Fransa hükümeti, içerisinde evlerinin ve camilerinin bulunduğu mülteci kampını acımasızca yerle bir etti. Fransa hükümeti ise kaçak göçmen kampının halinin içler acısı olduğunu, hijyen koşullarına uymadığını ve insan kaçakçılarının, çetelerin merkezi haline geldiğini iddia ediyor. İngiltere hükümeti de kamp baskınından memnun. Çünkü İngiltere hükümetine göre kamp, Fransa’dan İngiltere’ye yapılan göçlerin sıçrama tahtası işlevini görüyor. Fransa hükümeti, gözaltına aldıkları 278 göçmene iltica hakkı tanıyacağını, isteyenlerin de ülkelerine geri gönderilebileceklerini açıkladı. Ancak ülkelerinden 10 bin avro ödeyerek Fransa’ya kaçak giriş yapan göçmenlerin bu açıklamaya itimadı yok. Fransa’nın da ötekini kabul edecek samimiyeti…

Sevil Atasoy'dan Ordu'ya Rapor:
‘Adli Tıp’a gereğini yapın!’


Ergenekon davası dosyasına giren ek klasörlerde yer alan bir askerî istihbarat raporu geçtiğimiz ay ülke gündemini alt üst etti. 1. Ordu Komutanlığı’nda görevli Tümgeneral Uğur Uzal imzalı rapor, Ergenekon’un yöneticilerinden olduğu iddiasıyla yargılanan Kemal Alemdaroğlu’nun İstanbul Üniversitesi rektörlüğü görevinden alınmasından sonra yerine atanan Mesut Parlak dönemini mercek altına alıyor. Raporda Parlak’ın da içinde bulunduğu çok sayıda akademisyen siyasi görüşlerine göre fişleniyor. Türkiye’nin yakın tarihine askerlerin yaptığı bu tür fişleme vakalarına defalarca kez tanıklık ettik. Özellikle 28 Şubat süreciyle birlikte bu tür raporlar birçok kere gündeme gelmiş, toplumun birçok farklı kesiminin fişlendiği ortaya çıkmıştı. Fakat son raporda fişleme operasyonuna sivil bir profesörün karışması, durumun hangi noktalara geldiğini gösteriyor. Söz konusu raporun oluşturulmasında adı geçen kişi aynı zamanda Hürriyet gazetesi yazarı olan İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü kurucusu ve eski müdürü Prof. Dr. Sevil Atasoy. Aynı kurumun 1987-2005 yılları arasında 18 yıl müdürlüğünü yapan Prof. Atasoy’un Ergenekon davası müdahillerinden Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın aralarında bulunduğu birçok adli tıp uzmanına yönelik fişleme raporunu hazırlayıp, 1. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği ifade ediliyor. Raporda, Kemal Alemdaroğlu’nun görevden alınması ile birlikte ortaya çıkan süreçte İstanbul Üniversitesi’nde Kürtçü yapılanmaya gidildiği, ileride başörtüsü ve kara çarşafın İÜ’de serbest olacağının Parlak tarafından alınan duyum olduğu, kampüste başörtülülerin görülmeye başlandığı kaydediliyor. Raporda ayrıca “Acilen Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğüne karşı faaliyet gösteren İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak Cumhurbaşkanı tarafından görevinden alınmalıdır, adı geçen kişiler ise YÖK tarafından haklarında soruşturma açılmak üzere açığa alınmalı, tüm görevlerine son verilmelidir” ifadesine de yer veriliyor.

Sınırlarımız Genişliyor
Türkiye-Suriye arasındaki vize kaldırıldı


Üç kıtaya yayılmış büyük bir imparatorluk olan Osmanlı’dan miras kalan topraklarda bugün hâlâ tarihî ve kültürel ortak paydada buluştuğumuz insanlar yaşıyor. Suriye de böyle bir kıymete sahip. Türkiye’nin Suriye sınırında her yıl yaşanan bayramlaşma merasimi bunun en bariz göstergesi. Manzara hep aynıdır: Sınırın diğer tarafında bulunan akrabalarının evlerine gidemeyen vatandaşlar Türkiye-Suriye sınırında buluşup tel örgüler arkasında bulunan akrabalarının bayramlarını kutlar, onlara tel örgüler arasından hediyeler sunarlar. Bu manzara artık mazide kalıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Dolmabahçe Sarayı’ndaki görüşmelerinin ardından basın toplantısı yapan iki ülke Dışişleri Bakanları’nın açıklamalarına göre iki ülke arasında artık vize uygulanmayacak. Artık İstanbul’dan Ankara’ya gider gibi İstanbul’dan Suriye’ye, Şam’a gidilebilecek. Bunun yanı sıra yine iki ülke arasında imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması da yine iki ülke arasında farklı açılımlara kapı aralıyor. Anlaşma gereği kurulan konseyde her iki ülke başbakanlarının eşbaşkanlığında ortak kabine toplantıları düzenlenecek. En az bir kere de bakanlar konseyi toplanacak. Konseyde dışişleri, enerji, ticaret, bayındırlık, su, içişleri bakanları bulunarak, ortak eylem planı hazırlayacaklar. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıklamalarına göre benzeri bir protokol İran ile de imzalanabilir. Suriye ile vizenin kaldırılmasına yönelik anlaşma, en çok Güneydoğu’da yaşayan ve yıllardır Suriye’deki akrabalarını göremeyen vatandaşlarımızın işine yarayacak. Bölge insanının Suriye’ye geçmek için geçmişte yaşadığı sıkıntılar düşünüldüğünde bu anlaşma bir devrim niteliği taşıyor. Türkiye’nin yakın komşularıyla son dönemde geliştirdiği ılımlı diyaloglar gelecek dönemde de benzeri anlaşmaların imzalanacağının sinyallerini veriyor. 

Son şehzade vefat etti

Osmanlı Devleti’nin dağılmasının ardından çıkarılan bir kararla Osmanlı hanedanına mensup herkes sınır dışı edilmişti. Hanedan üyeleri hayatları boyunca ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Son Osmanlı imparatoru Sultan Vahdettin’in hayatının son demlerindeki içler acısı durumu ve izin çıkarılamadığı için cenazesinin Suriye topraklarına gömülmesi hâlâ hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. Avrupa’nın değişik ülkelerine yerleşen Osmanlı hanedanı mensupları uzun yıllar vatan hasreti çektiler. Yoğun tartışmaların neticesinde hanedan üyelerinin Türkiye topraklarına girmelerine izin verildi. Hanedanın son Şehzadesi Ertuğrul Osmanoğlu 70 yıl ayrı kaldığı ülkesine döndüğü günü “hayatımın en mutlu günü” sözleriyle ifade etmişti. Hakkında “eğer yıkılmasaydı Osmanlı tahtının varisi olurdu” şeklinde yorum yapılan Ertuğrul Osmanoğlu 97 yaşında çok sevdiği vatan topraklarında hayata gözlerini yumdu. II. Abdülhamit'in oğlu şehzade Burhaneddin Efendi'nin oğlu olan Osman Ertuğrul Osmanoğlu, 18 Ağustos 1912 tarihinde Yıldız Sarayı’nda doğdu. Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının bütün fertlerinin Türkiye’den sürgün edilmesi nedeniyle babası ve kardeşiyle birlikte Viyana’ya yerleşen Osmanoğlu, 1933 yılında babasıyla birlikte ABD’ye gitti. Babasının 1949 yılında vefatından sonra 1952 yılında Kanada merkezli bir madencilik şirketi kuran Osmanoğlu, 1991 yılında Zeynep Tarzi ile evlendi. Osmanoğlu, 2004 yılı içinde de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını aldı. Daha ziyade New York Manhattan’da yaşamını sürdüren Osmanoğlu, “Osmanlı Hanedanının Reisi” ve “Son Osmanlı” olarak anılıyordu. Osmanoğlu’nun cenazesi dedesi Sultan II. Abdülhamit Han’ın türbesine defnedildi. İmparatorluk kültürünü dünya gözüyle gören son şehzadenin vefatıyla birlikte Osmanlı’nın son canlı emaneti de sessiz sedasız aramızdan ayrıldı.