- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Tue 29 May 2012, 11:11 am GMT +0200
Gündemden
A. Bilge BAŞARAN • 57. Sayı / GÜNDEMDEN


DOMUZ GRİBİ
Türkiye’de yayılıyor


Dünya kamuoyu, domuz gribine sebep olan Influenza A (HRN1) adlı virüsün varlığından, Nisan ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) bu virüsten endişe duyduğunu açıklamasıyla haberdar olmuştu. Meksika’da 68 kişinin ölümüne sebep olan domuz gribinin salgın potansiyeli olduğunun da bu açıklamada yer alması, başta Avrupa ve Amerika olmak üzere birçok yerde kırmızı alarm verilmesine sebep olmuştu. O tarihten bu yana yayılmasını hızla sürdüren, dünya genelinde milyonlarca insana bulaşan ve binlerce insanın ölümüne sebep olan hastalık, ülkemizde alınan çeşitli önlemler sebebiyle yayılma imkanı bulamamış ve gündemimizden çıkmıştı. Geçtiğimiz ay Ankara ve İstanbul’dan gelen bazı haberler domuz gribinin ülkemiz için halen bir tehdit oluşturmaya devam ettiğini gözler önüne serdi. Bu illerdeki bazı okullarda yapılan kontrollerde öğretmen, öğrenci ve öğrenci velilerinde domuz gribi virüsüne rastlanması toplumsal bir paniğe neden oldu.

Sağlık Bakanlığı’nın 21 Ekim’de internet sitesi üzerinden kamuoyuna yaptığı açıklamaya göre, ülkemizde domuz gribi virüsü taşıyan bilinen hasta sayısı 669. Aynı açıklamada, şu ana kadar saptanan bu hastaların kliniğinin hafif veya orta şiddette seyrettiği, istirahat ve destek tedavisi ile iyileştikleri bilgisi veriliyor. Bu olumlu habere rağmen, uzmanlar grip virüsünün yayılmasının kış aylarında arttığını belirtiyorlar. Mevcut hasta sayısı ve virüsü taşıdığından habersiz olanları hesaba katınca, temkinli olmakta fayda var.

Uzmanlar, hastalıktan korunmak için alınması gereken önlemleri ise şu şekilde sıralıyorlar: Ellerin sık sık su ve sabunla yıkanması, öksürük veya hapşırık esnasında ağız ve burnun tek kullanımlık kağıt mendil ile kapatılması ve mendilin çöp kutusuna atılması, evler ve diğer kapalı mekanların sık sık havalandırılması, özellikle sık dokunulan eşyalar ve yüzeylerin temizlenmesi, bol vitamin (meyve ve sebze) tüketilmesi. Tüm bu önlemlere rağmen ateş, öksürük, boğaz ağrısı, yaygın vücut ağrısı, baş ağrısı, üşüme, yorgunluk ve bazı vakalarda görüldüğü şekliyle kusma ve ishal gibi domuz gribinin belirtisi olan rahatsızlıklar gözlenirse, en yakın hastane, poliklinik ya da sağlık ocağına gidilmesi de yapılan uyarılar arasında. Önlemlerin arasında domuz gribi aşısı da var. Fakat aşının insan genlerine zarar verdiği ve çeşitli yan etkileri olduğu tartışmaları tüm dünyada sürüyor. – Sadık Şanlı

İSLAMOFOBİ
İsviçre minareye “hayır” dedi


Avrupa’nın İslam düşmanlığı, her ay düzenli olarak gerçekleştirdiği faaliyetlerle açığa çıkıyor. Geçtiğimiz aylarda bu tavır önce ima ile sonra da gerek toplumsal gerek siyasal güç merkezlerince dillendirilerek doğrudan ortaya konmuştu. Bu ay da Avrupa artık kronikleşmiş İslam düşmanlığı hastalığının belirtilerinden biri ile karşımıza çıktı. İsviçre’de sağcı politikacılar İslami tehdit olarak gördükleri minareler için ortalığı ayağa kaldırdılar. Minarelerin ortadan kaldırılması ile İslamcı çevrelerin “şeriata dayalı hukuk sistemi empoze etme çabaları”nı boşa çıkaracaklarını iddia eden sağcı partiler, adeta haçlı mantığı ile hareket ediyorlar. Kimi sağcı liderler minareleri cihad fenerleri olarak nitelerken kimileri de “emperyalist çağrışımları olan İslami binalar” olarak nitelendiriyor. Minare karalama kampanyasının başarıya ulaşması içinse en az 100 bin imza toplamaları gerekiyor. Minarelerin toplumsal simge olmaktan öte politik güç göstergeleri olduğun iddia eden sağcı politikalar sorunun minarelerin kaldırılması ile çözüleceğini iddia ediyorlar. Minarelerin simge oldukları doğru. Anlaşılmayan, Avrupa’nın kendi içinde barındırdığı farklı dinleri, kültürleri ve özellikle İslam’ı ötekileştirerek onun aleyhine bu kadar yoğun bir propaganda faaliyetine girmesi.

Dış politikada açılımlar sürüyor

Türkiye, dış politikada Cumhuriyet tarihinde görülen en dinamik adımlarını atıyo. 2002 yılından beri 4 dışişleri bakanı görev yaptı. Bu adımların her birinde tıpkı onlardan önce görev yapan bakanların olduğu kadar onların da payı var kuşkusuz. Ancak uzmanlar sözkonusu dönem içinde gerçekleştirilen diplomatik gelişmelerin hepsinin arkasında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olduğunu vurguluyorlar. Türkiye, bölgesinde artık söz söyleyebilen, kilit bir ülke konumunda. Bunun en önemli belirleyeni, sık sık dile getirilen “komşularla sıfır problem” ilkesi. Suriye ile vizenin kaldırılmış olması, Ermenistan ile imzalanan protokol, Irak ile gerçekleştirilen Yüksek İşbirliği Konseyi bu politikanın getirileri olarak gösteriliyor. Bu adımlar beraberinde bir takım dolaylı sonuçlar da ortaya çıkarıyor. Ermenistan ile imzalanan protokol neticesinde Karabağ nedeniyle sorun yaşadığı kardeş ülke Azerbaycan ile ortaya çıkan ayrışmalar da yine diplomatik bir dil geliştirilerek ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Irak ile yapılan anlaşmanın neticesinde Kuzey Irak’ta kurulan Kürt Federasyonu’nun Türkiye politikalarını yeniden gözden geçirilmesi sağlanıyor. PKK’lı militanların bu süreçte teslim olmalarında Irak’la kurulan ilişkilerin etkisi büyük. Davutoğlu’nun Bosna ziyareti de basit bir ziyaret gibi görünse de derin manalar içeriyor. Bosna ile ilgili durumu AB ve ABD ile konuştuğunu belirten Davutoğlu, Bosna’da muhalefet ve iktidar liderleriyle görüşürken hami bir ülkenin Dışişleri Bakanı görüntüsü veriyordu. Muhalif sabık dışişleri bakanlarının tamamının övgüsüne mazhar olan Davutoğlu’nun vizyonu umut vaat ediyor.

TÜRKİYE-İSRAİL GERİLİMİ
Türkiye tavır koyuyor


Bir devlet düşünün ki, ortalama tüm politikalarını ırkçılık ve şiddet üzerine bina etsin. Bu politikalarını da “ulusal güvenlik, milli menfaatler, terörle mücadele” gibi süslü ifadelerle kamufle ederek, uluslararası hukuku hiçe sayarak uygulasın. Tüm dünyanın gözü önünde bir halkın topraklarına adım adım el koysun; o halka çocuk, kadın, yaşlı ayırmaksızın on yıllar boyunca teknolojinin son ürünü silahlarla saldırsın. İsrail on yıllardır dünyanın gözü önünde Filistin halkına karşı bu dehşet senaryosunu uyguluyor. Bugüne kadar İsrail’in Filistin halkına karşı bu düşmanca tutumuna karşı çıkanlar yok değildi. Fakat İsrail bu tepkileri her seferinde “anti-semitist saldırılar” olarak nitelendirip savuşturma yoluna gitti. Batı ülkelerinde güçlü bir şekilde örgütlenmiş Yahudi lobilerinin de etkisiyle İsrail’in bu haksız savunması bugüne kadar görmezden gelindi, dillendirilmedi. Fakat Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in şahsında İsrail’in bu ikiyüzlü politikalarını sert bir şekilde dile getirmesi, İsrail’e karşı tepkili ama sesi çıkmayan dünya kamuoyunun vicdanın yansıması oldu adeta. Geçen ay yaşanan bazı gelişmeler, dünyanın artık İsrail’in uzun yıllardır sürdürdüğü bu haksız politikalarına karşı sessiz kalmayacağını gösterir nitelikteydi.

Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz ay Türkiye, her yıl uluslararası ölçekli gerçekleştirilen Anadolu Kartalı tatbikatından, İsrail’in Türkiye ile yaptığı bazı askerî anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmediğini gerekçe göstererek İsrail’i çıkarmıştı. İki ülke arasında tansiyonu yükselten bu gelişmenin tartışmaları sürerken, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun (BMGK) aldığı bir karar, İsrail’i bölgede ve dünyada daha da yalnızlaştırdı. BMGK, İsrail’in Şubat ayında Gazze’ye yönelik 21 gün süren ve çoğunluğunu çocuk ve kadınların oluşturduğu yaklaşık 1500 Filistinlinin ölmesine sebep olan dengesiz güç kullanarak yapılan saldırıları “savaş suçu” kabul ederek, İsrail’i suçlu bulduğunu ilan etti. Gelişmeler bununla da sınırlı kalmadı. İsrail’in kablolu yayınında da yer alan TRT’nin, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarını da konu alan “Ayrılık” dizisini yayınlaması, İsrail’e soğuk duş etkisi yaşattı. Bundan olsa gerek ABD’deki etkin Yahudi kuruluşu “İftira ve İnkara Karşı Mücadele Birliği”nin (ADL) başkanı Abraham Foxman, tüm olan biteni “Türkiye’den tokat üstüne tokat yiyoruz” sözüyle özetledi.

Fakat İsrail’e tepki veren sadece Türkiye ya da İslam dünyası değil. İsrail’in Filistin halkına yönelik sert politikaları halen vicdanını kaybetmemiş birçok Yahudi tarafından da eleştiriliyor. Birleşmiş Milletler Filistin Gözlemcisi Prof. Dr. Richard Falk ve ünlü Amerikalı akademisyen Prof. Norman Finkelstein gibi birçok isim İsrail’in Filistin’e karşı soykırım yaptığını, savaş suçu işlediğini her fırsatta dile getiriyor. Son olarak ABD’de bir hafta içinde ardı ardına yaşanan iki olay, İsrail’in şiddet politikalarından artık Yahudilerin de bıkıp usandığını gösterir nitelikteydi. Gazze saldırılarının baş sorumlusu olan İsrail eski Başbakanı Ehud Olmert, önce Chicago Üniversitesi’nde, ardından da San Fransisco’da bir otelde yaptığı konuşma esnasında protesto edildi. Protestoculardan biri Olmert’i "Sen bir savaş suçlususun. San Francisco, burada bir savaş suçlusu bulunmasından utanmalıdır" sözleriyle protesto ederken, Yahudi olduğu belirtilen bir genç kadın ise "Benim adıma daha fazla soykırıma hayır" diye bağırdı. Türkiye’de ve dünyada siyasi konjonktür değişiyor. İnsanlar artık daha fazla şiddet, kan ve ölüm görmek istemiyor. Dünya devletleri ve halkları bir yandan barışa koşarken, bir yandan da eski defterleri aralayıp, tarihe kara leke düşenlerden hesap sormayı da ihmal etmiyor. Tüm bu olan bitenler, bu durumun en somut göstergesi. Ne de olsa takke düştü bir kez ve kel göründü.  – Sadık Şanlı

Çin dünyayı kandırıyor

Yakın geçmişte Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı zulüm kamuoyunda infiale neden olmuştu. Bir grup Çinli içerlerinde yıllardan beri büyüttüğü Doğu Türkistan kinini açığa çıkarmış, olaylar yüzlerce insanın hayatına mal olmuştu. Ortaya konan resme baktığımızda meselenin, birkaç Çinlinin yaptığı adi bir olaya verilen tepkinin neticesinde ortaya çıkmadığını, tarihî ve sosyolojik bir mesele olduğunu görmüştük. Yaşananlar, Doğu Türkistan halkına yıllardan beri yapılan Çin zulmünün somutlaşmasıydı. Olaylar sırasında Çin hükümetinin yetkilileri meselenin abartıldığını, ölü sayısının söylendiği kadar olmadığını açıkladığında hepimiz bu açıklamaların yalan olduğunu televizyonlarda parçalanmış ceset görüntülerini gördükten sonra anlamıştık. Herkes bu kadar zamandır Çinli yetkililerin sorumluların yargılanmasına ilişkin bir adım atmalarını bekliyordu. Çin hükümeti yine kendine yakışanı yaptı ve olayların faturasını Uygur Türkleri’ne çıkardı. Çin kaynaklarına göre 9 Uygur Türkü ve yalnızca 1 Çinli idam edildi. Konu ile ilgili olarak görüştüğümüz Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği Genel Başkan Yardımcısı Ebubekir Türksoy, “Temmuz ayında Doğu Türkistan’da yaşananları bütün dünya biliyor,” diyor:

“ Bir anda gelişen olaylara ilişkin birilerini suçlu kabul etmek doğru bir yaklaşım değil. Çin yaklaşık 60 yıldır 21. yüzyılın en büyük zulümlerinden birini gerçekleştiriyor. Bu idamlar yalnızca bugün değil 60 yıldan beri devam ettiriliyor. 11 Eylül saldırıları Çin’in Doğu Türkistan’a saldırması için iyi bir bahane olmuştu. Yaşananların ardından Çin zaten Doğu Türkistanlılardan bazı kişilerin idam edileceğini de açıklamış ve yargısız infazın sinyallerini o zaman vermişti. Olaylar sırasında yaralı oldukları halde cezaevlerinde öldürülen insanlar var. Bir gün iki gün arayla ‘6 kişi idama mahkûm edildi’ şeklinde bir açıklama yapılıyor. Ancak her gün 6 kişi idam ediliyor. Bugüne kadar birçok kişi bu şekilde idama mahkûm edildi. Birçoğunun da infazı gerçekleşti. Temmuz olaylarında ellerinde silahlarla olay çıkaranlar Çinlilerdi. Olayları izlemek için orada bulunan ve silahsız olan Doğu Türkistan halkının üzerine ateş açıldı. Olaylara karıştığı gerekçesiyle idama mahkûm edilen Çinli sayısı sadece bir. Bu da uluslararası kamuoyunun gözünü boyamak için yapılıyor. Zaten o kişinin idamı da ertelendi.”

Bu açıklamalar Çin Hükümeti’nin Doğu Türkistan meselesine katliamın ardından nasıl baktığını bir kez daha ortaya koyuyor. Çin Halk Cumhuriyeti bu kararla uluslararası kamuoyunun gözünü boyamaya çalışıyor. Uluslararası kamuoyunun Doğu Türkistan sorununa ne kadar duyarlı olduğu ise ayrı bir tartışma konusu. Yaşananlar tek bir gerçeğin altını çiziyor: Çin, haritasından Doğu Türkistan’ı silmiş. Ancak uluslararası hukuk buna müsaade etmediğinden ve Çin Uygur Türkleri’ni potasında eritmeyi başaramadığından bunu baskı ile gerçekleştirmeye çalışıyor. Aslında yıllardan beri süregelen sorunun temelinde yatan neden bu. Gelecek günler, Doğu Türkistan halkı için başka sürprizlerin yaşandığı günler olacak. Türkiye’ye düşense ortak bir kültürel mirası paylaştığı bu millete meşru bir zeminde sahip çıkmak.

ABD’nin su arayışı Aya'a taştı

Küresel ısınma her türlü ihtiyacımızı karşılayabileceğimiz şekilde yaratılmış olan dünyadaki dengeleri tehdit eder oldu. Dörtte üçü suyla çevrili olan dünyada su sıkıntısı baş gösteriyor. Yaz mevsimlerinin olduğundan sıcak geçtiği, kış mevsiminde de yeterli yağışın yağmadığı günümüzde su sıkıntısı ortaya çıkması olağan. Küresel ısınma ile birlikte bilinçsiz su tüketimi de su sıkıntısının temel sebeplerinden biri. Hal böyle olunca küresel ısınmanın sebeplerini araştırmak ve buna ilişkin önlemler almak bir yana bazı devletler de su sorununa kendince geçici çözümler bulmaya çabalıyorlar. Bilim adamları ve devlet yetkilileri de dünyanın tamamını etkileyecek böylesi bir tehdit için çözüm üretmeye çalışıyorlar. Yaptığı ilginç araştırmalarla dikkatleri üzerinde toplayan NASA, şimdi de su araştırmalarını dünyanın dışına taşıyarak ayda su aramaya koyuldu. Ay’ın güney kutbunu bombaladı ve su kaynaklarını tespit etmeye çalıştı. Ay’da su kaynakları olduğu biliniyor, ancak bu henüz kanıtlanmış değil. Kanıtlanabilmesi için de bu deneylerin ardından haftalar geçmesi gerektiği ifade ediliyor. Suyun varlığının ispatlanması halinde NASA tarafından Ay’da üs kurulacak. Bilim adamları su bulunsa dahi insan ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir su olup olmadığı hususunda tereddüt yaşıyorlar. NASA yetkilileri bu çalışmaların yalnızca su ihtiyacını karşılamaya yönelik çalışmalar olmadığını, aynı zamanda ileride uzayda yapılabilecek çalışmalara da ön hazırlık olacağını iddia ediyorlar. ABD’nin daha önce dünyanın değişik yerlerini bombaladığına hep birlikte şahit olmuştuk. Huzur ve demokrasi çağrılarını yineleyip önce Afganistan’ı, sonra da Irak’ı bombalayan ABD’nin şimdi de Ay’ı bombalaması “Dünyada başka bombalayacak yer kalmadı galiba” sorusunu akıllara getiriyor. Ya da “Acaba ABD Afganistan ve Irak’ta da su mu arıyordu?” sorusunu.

GÖRÜŞ
İhsan Dağı (Prof. Dr. , ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi)

PKK MİLİTANLARININ TÜRKİYE’YE GİRİŞ YAPMASI
demokratik açılım sürecinin çok önemli bir boyutuna işaret ediyor: PKK’nın silahsızlandırılması. Esasında bu, sorunun bütünüyle çözümü, içindeki şiddet unsurunun ortadan kaldırılması için hayati. Aksi halde özellikle 1999 sonrasında olduğu gibi demokratikleşme sürecinde mesafe alırız. Ama bu, Kürt kimliğinden hareketle şiddet siyaseti uygulayan grupları tümüyle ortadan kaldırmaya yetmez. Dolayısıyla PKK'nın silahsızlandırılmasını da içeren yeni bir yaklaşım şart. Dönüşler bu bakımdan önemli.

DÖNÜŞLERİN TAMAMLANMASI, PKK’nın da yenik pozisyona düşürülmemesine bağlı. Her ne kadar hem bölgede hem dünyada PKK yalnızlaşsa da şiddetten vazgeçme noktasında tamamen yenik ilan edilmek, “teslim oldu” görünmek istemeyecektir. Aslında bu, PKK’dan daha radikal başka silahlı örgütler çıkmaması için de gerekli bir pozisyon. Ancak bu pozisyon ve ihtiyaç ile Türkiye’nin genelinde hâkim olan psikoloji dengelenmeli.

BÖYLE BİR PSİKOLOJİ ile İLE “zafer” gösterileri yapmak sürecin diğer tarafı olan “Türkler”i rencide edecek, hükümetin açılım politikasını yürütmesini zorlaştıracak. Türkler arasında büyük tepkilere neden olan gösterilerden kaçınılmazsa PKK’nın ve de DTP’nin çözümden yana olmadığı tescillenmiş olacak. DTP süreci kolaylaştırıcı bir siyaset dili ve aklı geliştiremez, Türkiye’nin tümünü kazanmaya dönük bir yaklaşım ortaya koyamazsa Kürt sorununun çözümsüzlüğünün vebalini taşıyacaktır.

CHP ve MHP, BÜYÜK TARİHSEL FIRSATI sabote eden, milletin yükünü omuzlamaya yanaşmayan iki parti olarak tarihe geçecek. Siyasal köşe kapmaca oynamak yerine barışı kuracak bir gayret ve vicdan sergilemeleri gerekirdi. Yapmadılar, yapmayacaklar. Ama bu unutulmayacak. Sorun, AK Parti'nin değil, Türkiye’nin sorunu. Unuttukları gerçek bu.

HÜKÜMETİN GİRİŞİMİ CESURANE ve takdire şayan. Böylesine karmaşık bir soruna el atmak siyaseten riskli. Bunu herkes biliyor. Ama “maliyeti ne olursa olsun” diyerek sürece devam eden Başbakan büyük bir vizyon sergiliyor, hem kendisi için hem Türkiye için. Başaramazsa bu kendisinin değil, sürece gerekli katkıyı vermeyenlerin sorunu olacak.