- Gündemden

Adsense kodları


Gündemden

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 27 May 2012, 10:02 am GMT +0200
Gündemden
A. Bilge BAŞARAN • 58. Sayı / GÜNDEMDEN


KÜRT MESELESİ
Dersim lapsus’u ve CHP


Türkiye demokratikleşme serüvenini yeni yeni hızlandıran bir ülke. Uzun yıllar süren tek parti iktidarı, yaşanan darbe ve muhtıralar Türkiye’de demokrasinin olması gereken noktaya gelmesini geciktirdi. Kürt meselesi de bu gecikmenin neticelerinden. Türkiye’nin son 30 yılına, binlerce insanın hayatına malolan bu sorunun temelleri cumhuriyetin ilk yıllarında atılmıştı. Kürt Sorunu’nun çözümü için 1990’larda Cumhurbaşkanı Özal döneminde bugünkü yapılan çalışmalara benzer girişimlerde bulunulmuştu. Özal’ın vefatının ardından bu girişimler bir daha açılmamak üzere rafa kaldırıldı. Abdullah Öcalan’ın yakalanması kısa süreli bir ateşkese neden olsa da 2004 yılından itibaren PKK’nın eylemleri yeniden gündeme geldiğinde meseleye köklü ve kalıcı bir çözüm üretmek için düğmeye basıldı. Türkiye’nin en büyük yaralarından biri olan Kürt sorunu bugün demokratik açılım süreciyle çözülmeye çalışılıyor.

Açılım sürecindeki tartışmalara bakıldığında “roller mi değişiyor?” sorusu yeniden öne çıkıyor. Devrimci ve değişimin öncüsü sloganlarıyla siyaset yapan CHP’nin, muhafazakâr demokrat olduğunu ifade eden AK Parti karşısında takındığı tavır, kimin statükoyu savunduğunu ve kimin dönüşüm sürecini gerçekleştirmeye çalıştığını açık bir şekilde gösteriyor. “Artık analar ağlamasın” temennisine Onur Öymen’in “Dersim’de de analar ağladı” şeklindeki “samimi” karşılığı CHP’nin henüz iddia edildiği gibi bir zihniyet değişikliğine gitmediğini ortaya koyuyor. Aslında Deniz Baykal’ın Ergenekon’un avukatlığına soyunmasının ardından bu çıkış çok da garip karşılanmamalı. Dersim çıkışı CHP’nin probleminin yalnızca inançlarla ilgili olmadığını, büsbütün bir mevcut durum savunuculuğu olduğunu gözler önüne seriyor. CHP’nin önünde iki seçenek var: Ya dönüşüme ayak uyduracak ve olgun siyasetlerde görülen muhalefet partilerinin vazifesini yerine getirerek iktidarı dengeleyen bir politika güdecek ya da siyaset sahnesinden silinecek.

TELEKULAK SAVAŞI
Dinlemeler sürüyor


Türkiye’de telekulak skandalları sık sık gündeme geliyor. Birilerini fişleme derdinde olan herkes, o kişileri fişleyecek elle tutulur delilleri kolay elde edemeyeceği için yasa dışı dinleme yoluna başvuruyor çoğu zaman. Yasa dışı telefon dinleme olarak da isimlendirilen telekulağın failleri iktidarı elinde bulunduran güç veya onların yanında yer alan kişiler oluyor genellikle. Telekulağın en yoğun yaşandığı dönem kuşkusuz 28 Şubat süreciydi. Bugün Ergenekon Davası’nda yargılananlar, o günlerde yasa dışı telefon dinleme yoluyla binlerce kişiyi “fiş”lemişlerdi. 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte darbe hazırlığı içerisinde olanlar da özellikle bakanların ve üst düzey bürokrat ve diplomatların odalarına dinleme cihazı yerleştirerek onlar hakkında bilgi toplama girişiminde bulunmuşlardı. Bu eylemler kısmen başarılı olsa da devran döndü ve Ergenekon Davası’nın başlamasıyla birlikte 28 Şubat ve devamında yasa dışı dinleme yoluyla “fiş”leme yapanlar bugün yargı karşısında hesap veriyorlar. Ancak şimdi de iktidara yakın duran bazıları bugün adeta intikam alırcasına aynı eylemi gerçekleştiriyorlar. Yaklaşık 60 hâkim ve savcı telefonları dinlendiği gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Ergenekon zanlıları ile telefon görüşmesi yapıp yapmadıklarının tespiti için dinlendikleri iddia edilen hâkim ve savcılar bu durumdan oldukça rahatsızlar. Hâkimlerin ve savcılardan kimilerinin telefon görüşmeleri “tesadüfî delil” kapsamında değerlendirildi. Hükümet yasadışı dinlemelerin önüne geçmek amacıyla Meclis Genel Kurulu’na yasadışı dinleme yapanların bazı maddelerde 7 yıla kadar hapis cezasını öngören bir düzenleme getirdi. Demokratikleşme süreci oldukça yavaş olan Türkiye gibi ülkelerde bu gibi faaliyetlerin ortaya çıkması çok da yadırganmıyor. Ancak her kime uygulanırsa uygulansın kişisel özgürlüğe darbe vuran dinleme hadiselerinin önüne geçmek için daha fazla adım atmak gerekiyor.

BİR DOSTU DAHA KAYBETTİK
Ömer Lütfi Mete Hakk’a yürüdü


Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa isimli eserinde Tanzimat öncesi ve sonrası Türk aydınını şu sözlerle kıyaslar: “İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahrirat kâtibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimat’tan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, kendi insanından. Batı’nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın…” Meriç’in “Batı’nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın” sözleriyle dile getirdiği aydın tipi, ülkemizin son yüzyılına damgasını vurmuş aydın tipidir. Bunun yanında kendi köklerini inkâr etmeyen, hatta o kökten devşirdikleriyle var olmasını bilmiş aydınları da oldu bu ülkenin. Yaşantısıyla, ortaya koyduğu işlerle bu kategoride yer alan az sayıda aydından biriydi geçtiğimiz ay geçirdiği kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Ömer Lütfi Mete.

Yazar ve senarist Mete, 1950'de Rize'de doğmuş, ilk ve ortaöğreniminin ardından bir süre Kur'an kursunda eğitim almış ve eğitmenlik yapmıştı. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne giren Mete, fakülteden ayrılıp Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde eğitimini tamamlamış, bir dönem memleketi Rize'de öğretmenlik, sonrasında Türkiye, Yeni Binyıl, Sabah ve Bugün gibi gazetelerde yazarlık, editörlük ve yöneticilik görevlerinde bulunmuştu. Çağrışım, Türk Edebiyatı gibi dergilerde şiirleri ve makaleleri yayımlanan Mete Türkiye'de ilgiyle izlenen birçok dizinin ve sinema filminin senaryo yazarıydı. Kitaplarında, şiirlerinde ve makalelerinde hep doğruyu ve güzeli arama peşinde olan Mete’nin Mostar dergisinde de makaleleri yayımlanmıştı. Yaşantısı ve yaptıklarıyla gönüllerde ve zihinlerde hoş sadalar bırakan yazarımızı rahmetle anıyor, sevenlerine ve kederli ailesine Mostar dergisi olarak Allah’tan sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

AB'ye Türkiye karşıtı başkan

Avrupa Birliği liderleri Brüksel’de düzenlenen zirvede Lizbon Anlaşması dolayısıyla oluşturulan iki yeni ve önemli pozisyona oturacak isimler konusunda 19 Kasım’da anlaşmaya vardı. Bu pozisyonlardan Avrupa Birliği Dışişleri Bakanlığı koltuğuna AB Komisyonu’nun ticaretten sorumlu üyesi İngiliz Catherine Ashton otururken, Belçika Başbakanı Herman Van Rompuy ise Avrupa Birliği'nin ilk başkanı seçildi. Van Rompuy, Hıristiyan Demokrat Parti’ye mensup. Daha önce Maliye Bakanlığı ve Devlet Bakanlığı görevlerini üstlenmiş ve bilhassa Maliye Bakanlığı süresince önemli başarılara imza atmış bir isim. Fakat Van Rompuy 2004 yılında “AB’nin, Türkiye’yi de içine alarak genişlemesi geçmişteki genişlemelerle kıyaslanamaz. Avrupa’da aynı zamanda Hıristiyanlığın temel değerleri de olan mevcut evrensel değerler, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin girişiyle kuvvetini yitirir" şeklinde kayda geçen Türkiye karşıtı sözleriyle dikkatleri üzerine çekmişti. Von Rompuy’un seçilmesinin büyük ölçüde Fransa ve Almanya’nın desteği ile gerçekleşmesi, bir yandan bu iki ülkenin AB’deki gücünü belgelerken, diğer yandan da Avrupa'daki merkez-sağ iktidarının hegemonyasına ışık tutuyor. AK Parti Milletvekili ve TBMM Dış ilişkiler Komisyonu Sözcüsü Suat Kınıklıoğlu seçimin Türkiye’nin AB sürecini nasıl etkileyeceğini, “Kısa vadede doğrudan etkileyecek bir husus göremiyorum. Ama Rompuy’un neyi temsil ettiği önemli. Kısa vadede görüşlerini umarım düzeltir. Ancak ben iyimser olamıyorum. Avrupa’daki yaklaşım ve oradaki Türkiye algısı, Türkiye’nin büyüklüğünü temsil eder noktaya gelmedi. Umarım ben yanılırım.” sözleriyle yorumluyor. Seçim sonucunun Türkiye açısından pek arzu edildiği gibi olmadığı ortada. Buna rağmen, Avrupalı yorumcular Rompuy’un sözlerinin muhalefet sırasında oy kaygısıyla söylenmiş olduğu ve iktidarda dile getirilen sözlerin muhalefette edilmiş sözlerle genelde aynı paralelde ilerlemediğine dikkat çekiyorlar. Bununla birlikte, Avrupa Birliği Başkanlığı’nın şu an için çok organize bir gücü ve bütçesi olmadığı, aksine bütçesi ve organizasyonu daha kuvvetli olan Avrupa Birliği Dışişleri Bakanlığı'nın Türkiye ile ilişkilerde daha belirleyici bir rol oynadığı unutulmamalı. – Selçuk Uygur

İslamofobi tırmanışta

Batılı devletler bugüne kadar dünyaya hümanizm, demokrasi ve insan hakları gibi meselelerde ders vermeye çabalamaktan hiç geri durmadı. Ancak, “medeniyetler çatışması”na giden merdivenin basamakları, dünyadaki çatışmayı tırmandırıp siyasi ve ekonomik rant elde etmek isteyenler tarafından inşa edilmeye devam ediliyor. Batı medyasında son dönemde çıkan haberler bu iddiayı doğrular nitelikte. 5 Kasım günü dünya kamuoyu ABD’nin Teksas eyaletinden gelen bir habere odaklandı. Amerikan basınında “Amerika'nın yeni 11 Eylül’ü” olarak değerlendirilen olayda, ülkenin en büyük askerî üssü Fort Hood’da, Nidal Malik Hasan isimli Filistin asıllı Müslüman bir psikiyatrist binbaşı, Afganistan’a gönderileceği emrini öğrendikten kısa süre sonra, elindeki iki tabancayla etrafına ateş açtı ve 13 askerin ölümüne, 30’unun yaralanmasına neden oldu. Amerika’da daha önce William Kreutzer isimli bir askerin Fort Bragg’de etrafına ateş açarak bir subay ile 7 eri öldürmesi ve 11 Mayıs 2009’da Bağdat’taki Camp Liberty askerî üssünde John Russell’in 5 askeri katletmesi, askerlerin içinde bulundukları baskı ve şiddet ortamından kaynaklanan psikolojik sorunları sebebiyle sıra dışı bir durum olarak kabul edilmişti. Ancak yaşanan yeni gelişme, failin Müslüman olması nedeniyle, kendilerine yapılan her eylemi İslam’la ilişkilendiren Batı medyası tarafından yine İslam’a bağlandı. 11 Eylül kadar olmasa da, bu olay ABD’de Müslümanlara yönelik baskı ve operasyonların yeniden hız kazanmasına neden oluyor. Daily Telegraph'ta 12 Kasım’da yer alan bir habere göre, Amerikan Federal Mahkemesi, Amerika’daki İranlılara ait bir vakfın bir bankaya illegal şekilde para transferi yaptığını ve İran’ın nükleer programına destek olduğunu öne sürerek, vakfa 531 milyon dolarlık bir para cezası kesti. Ayrıca dört cami ile bir gökdelenine el konulması istemi ile dava açtı. Öte yandan İngiltere’de üç yıl önce başlatılan “Radikalizmin Önlenmesi” programı kapsamında ülkede herhangi bir suça karışmamış olan Müslümanların siyasi görüşlerinden cinsel hayatlarına kadar en mahrem bilgilerinin öğrenilmeye çalışıldığı ortaya çıktı. Bu gizli fişleme operasyonu, İngiltere’nin ciddi gazetelerinden The Guardian tarafından açığa çıkarıldı. İngiliz hükümeti bu program dolayısıyla istihbarat toplandığını ısrarla reddetse de, Londra’da faaliyet gösteren “Liberty” gibi düşünce kuruşları “radikalizmin önlenmesi” adı altında, kişilerin hareketlerinin değil inançlarının hedef alındığını dile getirerek, bu operasyonu bir anlamda sahiplenip, doğruladılar. Almanya Bielefeld Üniversitesi Disiplinlerarası Çatışma ve Şiddet Araştırmaları Enstitüsü’nün Avrupa’nın sekiz farklı üniversitesinde 8.000 kişi ile yaptığı bir anket aydınlatıcı veriler sunuyor. Ankete göre her iki Avrupalı’dan biri, ülkesinde çok fazla göçmen yaşadığını düşünüyor. Katılımcıların yüzde 54,4’üne göre ise İslam hoşgörüsüz bir din.

Yaşanan tüm bu gelişmelerden Batı’nın mevcut anlayışının, radikal grupların önünün kesilmesi için bütün Müslümanların potansiyel terörist olarak görülüp fişlenmesi üzerine kurulduğu söylenebilir. –Selçuk Uygur

İSRAİL’DEN DÜNYAYA REST
‘Kimseyi takmıyoruz!’


Kuruluşundan bu yana Filistin’e yönelik sert politikalar uygulayan ve dünyanın gözü önünde Filistinlileri yok etmeye devam eden İsrail, dünya kamuoyundan kendisine yönelen her türlü tepki ve kınamaya rağmen bildiğini okumaktan geri kalmıyor. İsrail’in bu vurdumduymaz tavrına son örneği geçtiğimiz ay yaşadık. Ajanslara yansıyan haberlere göre, İsrail, Filistin Yönetimi’nin barış görüşmeleri için Yahudi yerleşimlerinin durması talebini dikkate dahi almaksızın Doğu Kudüs’ün Gilo semtinde 900 yeni konut inşasına onay verdi. Bu kararı ABD, Fransa, Rusya ve Suudi Arabistan açık şekilde eleştirdi. Konu hakkında Fox News televizyonuna konuşan ABD Başkanı Obama, “Ortadoğu’da çok zor bir durum var. Daha önce defalarca söylediğimi tekrarlayacağım; İsrail’in güvenliği ABD’nin çıkarları açısından yaşamsal önemdedir. Onların güvenliğini garanti altına alacağız. Bence ilaveten yerleşim inşa etmek İsrail’in güvenliğine katkıda bulunmaz, komşularıyla barış yapmasını daha zorlaştırır. Sonuçları çok tehlikeli olabilecek şekilde Filistinlileri incitir.” derken, Beyaz Saray Temsilcisi Robert Gibbs “Tek taraflı olarak müzakerelerin içini boşaltacak ya da öyle bir izlenim yaratacak girişim ve eylemlerde bulunulmamalı. Barış görüşmelerini yeniden başlatmaya çalıştığımız bir dönemde böyle eylemler çabalarımızın başarıya ulaşmasını daha zorlaştırıyor” sözleriyle ‘kararın kendilerini korkuttuğunu’ belirtti. Tüm bu tepkilere rağmen İsrail İçişleri Bakanı Eli Yişai “Gilo’da yerleşimleri durdurmak Kudüs ile İsrail’in herhangi bir yerinde yerleşimleri durdurmak ile aynı şeydir. Kudüs’te inşaat duramaz ve Gilo da Kudüs’tedir” sözleriyle tepkilere cevap verirdi. Netanyahu’nun sözcüsü Marg Regev ise, “Kudüs İsrail’in başkentidir ve öyle kalacaktır” sözleriyle görüşlerini dile getirdi. Kısaca İsrail bu kez ABD’yi de takmayarak, ne kadar barışçıl ve uzlaşılır olduğunu gösterdi. –Sadık Şanlı

Görüş
Nazlı Ilıcak (Sabah Gazetesi Yazarı)


SABANCI ÜNİVERSİTESİ’NİN YAPTIĞI ARAŞTIRMAYA GÖRE bazı kamu kurumlarına başörtüsü ile girilsin diyenlerin oranları daha önce yapılan araştırmalara göre yükseldi. Öncelikle bu araştırma Türkiye’nin artık daha özgür düşündüğünü, düşüncelerini daha özgür bir şekilde ifade ettiğini ve bir anlamda hoşgörü çıtasının yükseldiğini gösteriyor. Bunu Türkiye’de İslamcılık yükselişe geçti şeklinde yorumlamak pek de doğru olmaz.
BEN EN BAŞINDAN BERİ hâkimlik mesleği dışında kadınların birçok alanda başörtüsü ile çalışabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela özellikle parlamentoda yer alması gerektiğini düşünüyorum.

TÜRKİYE’DE DİNDARLA LAİSİSTLER ARASINDA her zaman karşılıklı bir baskı söz konusu olabilir. Diyelim ki bir muhafazakâr Nişantaşı çevresinde yaşıyorsa ister istemez toplumsal bir baskıya muhatap olacaktır. Buna mukabil çok muhafazakâr bir çevrede mini etekli bir kız kendisini baskı altında hissedebilir. O bakımdan ben ülkemizde bu tür baskıların varid olduğunu düşünüyorum. Ancak daha kozmopolit bir yapıya gidildikçe bu baskıların çok daha azalacağı fikrindeyim.

PROF. DR. BİNNAZ TOPRAK daha önce yaptığı araştırmayı laisist bir çevrede yapmıştı. Onlardan Türkiye’de dindar olmayanların üzerinde bir baskı olduğu sonucunun çıkması kaçınılmazdı. Dindar olmayanların kendilerini baskı altında hissediyor olmaları da doğal. Ancak ilerleyen süreçte muhafazakârlar tarafından herhangi bir baskıya maruz kalmayacaklarını gördüklerinde bu korkuları zail olacak.

TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞME ADINA birçok adım atıldı. Başörtülü kızların başörtüleriyle üniversiteye girmeleri daha önce de büyük talep görüyordu. Ama artık sözümona yasak olmasına rağmen başörtülü kızlar birçok üniversiteye girebiliyorlar. 28 Şubat sürecinden önce de bu böyleydi. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararla kızların başörtüsüyle üniversiteye girmeleri yasaklanmıştı. Ama insanlar meseleye daha akl-ı selimle yaklaşarak buna müsaade ediyorlardı.

BUNUN YANI SIRA yine o dönemde başörtülüler kamuda da çalışsın diyenler olmuştu. Ancak şu an bile başörtülülerin kamu kurumlarından önce TBMM’ye ve belediyelere girmeleri gerektiğine inanıyorum. Çünkü buralar milletin temsil edildiği yerler.