- Gül kokan bir mektup

Adsense kodları


Gül kokan bir mektup

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Mon 6 September 2010, 09:32 pm GMT +0200
Gül kokan bir mektup


Çimlerin üzerine uzanmış yatıyordum. Açık, güneşli bir havada cıvıl cıvıl kuş sesleri, bir de mangalın üzerinde pişen etlerin kokusu mest ediyordu beni. Arıların başımın üstünde dolaşması bile keyfimi kaçırmamıştı. Çok mutluydum bugün. Çünkü ailenin bütün fertleriyle birlikte piknikteydik. Kahvaltıdan sonra epey vakit geçmişti.

O kadar acıkmıştım ki; annemi hiç üzmeden yemeğimi yiyeceğimden emindim. Ah şimdi bir de salıncak olacaktı, ne güzel sallanırdım. Kardeşimle bile seve seve paylaşırdım.

Az sonra kardeşim Tarık çığlık kopararak yanıma geldi: “Abla koş, haydi çabuk kalk! Bak sana ne göstereceğim.” “Ne oldu” diye sorarken ileride ağabeyimin bir salıncak yaptığını gördüm. “Yaşasın! Hani ip evde kalmıştı?” Şu ağabeyimin şakaları bazen insanı gerçekten şaşırtıyordu. “Canım ağabeyim!” diyerek sarıldık kardeşimle.

Ağabeyim İstanbul Marmara üniversitesinde okuyordu ve çok sık gelemiyordu eve. Şimdi o da bizimleydi. Ben ve kardeşim çok özlerdik O’nu. Bu yüzden herkes daha da neşeliydi bugün. Mangalın başında sürekli espriler yapan babam ise bizi güldürüyor ara sıra yanımıza gelip maça katılıyordu. Ben pek sevmiyordum bu oyunu. Başka oyun oynayalım diye ısrar etim.

Lakin üçe bir kalıyordum oylamada ve kabul gören oyun hep futbol oluyordu. Birazdan canım sıkıldı ve oyundan çıktım. Anneme sofrayı hazırlamak için yardım ederken bir kız kardeşim olmadığı için üzgündüm. Kız kardeşim olsaydı ben de onunla oynardım diye düşündüm. Yine de halime şükrettim. “Ne kadar şükredersen o kadar mutlu olurmuşsun.” Şikayet etmek yasaktı bizim evde. Bir kuraldı bu ve herkes uymaya çalışırdı.


Yarın pazartesiydi ve ödevlerim henüz bitmemişti. Kilimi annemlerin oturduğu yerden biraz uzağa çektim ve ders çalışmak için kendime sakin bir ortam hazırladım. Yeşilliklerin ortasında tabiatla baş başa olduğumuz bir ortamda daha zevkli yapılır düşüncesiyle getirdiğim ödevlerimi yapmaya koyulmuştum. Gerçekten de böyle bir ortamda çalışmak çok güzeldi. Kendimi dersime vermişken ağabeyimin sessizce gelip ellerini gözlerime kapatmasıyla irkildim.

“Sana bir mektup var” dedi. “Şimdi okuyacağım mektup gül kokan bir zarfa konulmuş ve sana gelmiş. Bak kokla gül kokuyor.” Başımla birlikte elerimi de uzattım, o nedir ellemek ve bilmek istiyordum. “Hayır!” dedi ağabeyim “Ellemek yok önce okuyacağım sonra görürsün. Okuyorum şimdi dinle!” Ağabeyim arkasına dönerek elindeki mektubu bana göstermeden okumaya başlamıştı işte:


“Merhaba Feyzacığım, Ben çok yüce ve gördüğün tüm güzelliklerden daha güzel olan bir padişahın sana gönderilmiş bir mektubuyum. Hem de öyle bir mektup ki okumayı bilene sayfalar dolusu mesajlarım var. Katından geldiğim padişah ise seni, çocukları, ihtiyar ve hastaları ve bütün insanları çok sever. Bizler hepimiz O’nun memurlarıyız. Daha beni görmedin.

Fakat görünce anlayacaksın benim çok güzel bir suretim vardır. Padişahımın bana verdiği görevle o kadar güzelleştim ki güzellik deyince akıllara ben gelirim adeta. Fakat benim çok üzüldüğüm bir şey var ki; o da bazı insanlar bende yazanları okuyamıyorlar. Ve sadece “sen ne kadar güzelsin” diyorlar. Üstüne üstlük bendeki güzelliği benden zannediyorlar. Halbuki benim vazifem taşıdığım güzellikle Padişahımı tanıtmaktır. O’nun dillere destan olan güzelliğini anlatmaktır.


Bana bakan gözler Padişahımın Cemil ismini bende görse o kadar mutlu olacağım ki! Yoksa benim O’nun verdiği güzellikten başka hiç bir meziyetim yoktur. Ve padişahım benden vazifemi alsa benim boynum bükülür, güzelliğim gider ve solarım.


Sevgili Feyzacığım; şimdilik kısa kesmek zorundayım. Yalnız senden unutmamanı istediğim tek bir şey var. Bundan sonra beni eline alınca, oku olur mu? Bir satır dahi olsa oku! Sakın unutma, ben bir mektubum ve senin okuman için padişahların padişahı tarafından gönderildim.”


“Mektup bitti” dedi ağabeyim. Ama ben de bitip tükenmiştim. O kadar meraklanmıştım ki artık yerimde duramıyordum. Ağabeyim önüne döndüğünde kırmızı bir gül vardı ellinde. Ve bana doğru uzattı. Gülleri çok sevdiğimi biliyordu. Ama bu gülün bir mektup olarak bana anlattıklarıyla değeri gözümde çok daha artmıştı artık.


Ağabeyim: “Bazen diyorum, bir çiçekten çok daha üstün yaratılmış insan da bir memurdur. Hem de en şuurlu ve en akıllı varlık. Neden memuriyet vazifesini anlamıyor, kainat mektubunu okumuyor? Sadece “ne güzel” diyerek yiyor içiyor ama Allah’ın isimlerini okumadan hatta ve hatta tüm güzelliklerden şükretmeden istifade ediyor! Oysa kainatın padişahını görebilecek bütün kabiliyetler vardır insanda.” O böyle konuşunca, ben de:


“Öyleyse şu anda elimde tuttuğum gül Allah’dan bana gelen bir fermandır, değil mi” dedim ağabeyime. Bir müddet güle bakıp düşündük ve birbirimize bakıp tebessüm ettik. Ağabeyime sarıldım ve gül için teşekkür ederken hem canım ağabeyimin yanağına hem de gül yaprağına bir öpücük kondurdum. Kardeşimin çağırmasıyla ağabeyim yanımdan ayrılmıştı. Ben ise peygamberimin kokusunu taşıyan mis kokulu gülü koklarken hem peygamberime salavat getiriyor hem de hala gülün bana söylediklerini dinliyordum..

“Ne kadar şükredersen o kadar mutlu olurmuşsun.
” Şikayet etmek yasaktı bizim evde.
Bir kuraldı bu ve herkes uymaya çalışırdı.



Ayşenur YİĞİTER