meryem
Mon 20 December 2010, 11:24 am GMT +0200
GENEL SONUÇ
İnsanlara müşahhas ödevlerini öğretmek!Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim'in tam olarak yerine getirdiği büyük iş.
Fakat bu, onun ahlâkî öğretiminin başlıca gayesi olmasına rağmen, tek mevzuu değildir. Bu pratik görevin yanında, o, nazarî diğer mühim bir ödevi de üzerine almıştır. O, ahlâkın manasını anlamaya uygun olan usûl hakkında bize tam bir fikir vermek için bütün gerekli unsurları sağlamıştır. Ahlâkî kaide nereden geliyor? O hangi şartlar içinde kendini kabul ettiriyor? Ona karşı tutumumuzun beraberinde sürüklediği neticeler nelerdir? Bizim tutumumuzu ilham etmesi gereken prensip nedir? Fazilet hangi yolla kazanılır?Yükümlülük, sorumluluk, yaptırım, niyet, gayret, işte kendinin bilincinde olan her ahlâkî doktrinin belli başlı temel direkleri bunlardır. Ve biz, Kur'an-ı Kerim içindeki bu araştırmamızla ilgili çalışmanın esasını, ahlâk teorisini oluşturan bu kısımların incelenmesine tahsis ettik.incelememizi toplu bir bakış içinde toplayarak şimdi nihayet bulan araştırmalarımızın sonuçlarına şöyle hızlı bir göz atalım; ortaya koymaya çalışacağımız bu ahlâkın, müteakip birkaç satırda, bazı karakteristik özelliklerinin karşımıza çıktığını göreceğiz.Önce hangi manada ve hangi noktaya kadar Kur'an ahlâkı, dini olarak nitelendirilebilir?Elbette, onun tesis ettiği kuralların yegâne veya temel mevzuu, insan ile Allah arasındaki münasebetlerin düzenlenmesi manasında değildir;çünkü beşerî faaliyetin hiç bir veçhesinin, bu ahlâk kanununun pençesinden kaçıp kurtulmadığını tesbit etmek kolaydır[189]. Bu açıdan daha tam başka bir ahlâk tanınmamaktadır. Hatta bu ahlâkta sırf dînî tatbikatların cüz'î bir yer işgal ettiği savunulabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse, burada iki farklı görüşü birbirinden ayırmak icâb eder: şümullü ve teksifi, dahilî ve haricî. Eğer müslümanm hayatî ve içtimaî iki alanda icra ettiği faaliyet, zahirî tezahürlerinde, genel olarak ibadetinde harcadığı alandan daha çok geniş bir alan işgal ediyorsa, buna mukabil onun bâti-nî hayatı daha yoğun bir şekilde dînîdir: O, Allah'ı her şeyin üstünde sevmek, herşeyi O'nun iradesine bağlamak, her yönden O'nun emir ve rızasından ilham almak zorundadır.Kur'an-ı Kerim ahlâkının, denetimi yalnız uhrevî ve müeyyidesi öldükten sonra olan bir dînî ahlâk manasında olduğunu da sanmamak gerekir; çünkü o, bu imtiyazları sadece ahlâkî vicdan ve kanunî iktidar gibi oldukça tesirli iki yönlü bir güce vermekle kalmaz; aynı zamanda topluluğun her üyesini, bütün meşru yollarla kötülüğün ve haksızlığın başarısını engellemekle de görevlendirir.Aynı şekilde o, kendini teşvik eden şeyi korku ve ümitte; delilini, aklın ve beşerî duygunun her isteğinden bağımsız olarak keyfî emirler veren yüce bir iradede bulan ve bu iradeye insanın tartışmasız ve anlamak-sızut itaat etmesi gerektiği manasında bir dînî ahlâk da değildir. Zira Kur'an-ı Kerim, açıkça emirlerini isbat etmek için bu insanî kavramlara ısrarla davet etmektedir. Bu bakımdan onun, ahlâkın bütün mertebelerinin işine yarayan öylesine tam öğretici bir sistemin ahlâkî öğretimini koyduğu söylenebilir. Mübtedî, namuslu insan, hakîm ve velî gibi herkes, orada aklî veya duygusal, mistik veya beşerî ikna olma ihtiyaçlarını tatmin edecek şeyi bulur. O derece ki, görünüşte tesisini haklı göstermek için muayyen bir sebep vermeksizin bize kendini sunan onun en kesin emri, ilâhî hikmetin genel kavramına veya bu kavramın hedef aldığı belirsiz bir hayra başvurmaktadır.Şüphesiz bu üçlü açıdan dinî unsur, ister düzenleyici bir kurala ihtiyacı olan beşerî hayatın bir tarafı olarak, ister kanunun uygulanmasında başarının daha büyük bir garantisi olarak, isterse bize karşı bizzat önemsiz görünebilen, yahut onu ne aklen keşfetmek için, ne de açıklamak için marifet nurlarımızın yetmediği şu veya bu tarifin doğrulanması olarak olsun, bir bakıma kanun koyucusunun mülâhazasına avdet etmektedir. Fakat bütün bu durumlarda, dinî unsur ile ahlakî unsur birbirine eklenme-mektedir ve biri diğerini tamamlayamaz.Teşrî'î mebdei açısından Kur'anî ahlâkı mülâhaza ederken hiç olmazsa bir taraftan bu birbiri üstüne konulabilirliği hasıl etmek mümkün değil midir? Kur'an-ı Kerim'e göre, ödevin bizim üzerimizde icra ettiği nüfuz, sırf dînî bir otoriteden ileri gelmemekte midir?Bunu eksiksiz ve kısıtlamasız kesin bir tarzda doğrulamakta kararsız kalmaktayız. Zira:
îlkin, bizzat Kur'an'a göre, vicdanın kanunu, var oluş yönünden müs-bet din kanunundan öncedir. Yaratılıştan beri, iyilik ve kötülük, hak ve haksızlık duygusu her beşerî ruha üflenmiştir. Gerçekten, ahlâkî hissin zuhurunu, temyiz yaşından itibaren çocuklarda ve devamını bütün yaşlarda ve hatta İnançsızlarda görmüyor muyuz? Sonra bizzat suçlular arasında, günahlardan kurtulmak cesaretine sahip olmadan, günahlarım itiraf eden ve pişmanlık duyan kimseler, en büyük sayıda olanlar değil mi?ikinci olarak, müsbet kanun, tabiî kanunu yürürlükten kaldırmak ve onu tesis etmiş olan derûnî otoriteyi azletmek için gelmemiştir. Eski kanunu geçerlikten kaldırmak şöyle dursun, onu tasdik etmekte, sürdürmekte ve açıklamaktadır. Vicdana gelince, yalnız onu önceden kabullenmemekte, aynı zamanda onu besledikten ve aydınlattıktan sonra da kendi nüfuzunu kurmak için yeniden ona müracaat etmektedir. Gerçekte, ne tabiî kanun, ne müsbet kanun, bizim muvafakatımızdan bağımsız olarak, bize kendini zorla kabul ettiren bir baskı değildir. Çünkü ilâhî emrin, bizim için ahlâkî bir yükümlülük haline gelebilmesi, ancak kendi rızamız iledir. Değişmez eşya düzeninde kurulmuş gibi dinî ödevini, zorunlu karakterine inanmadan edâ eden kimse, bu ödevine itaat etmiş olmaz. Birinci ödev, Ödeve imandır. Bu yüce emre itaat emrini ben, derûnî benimden almalıyım. İşte bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, mü'minlerden hâlis itaatlerini istemeden önce, onlara iman akdiyle olan genel taahhütlerini hatırlatmaktadır. Böylece Kur'anî buyruğun ilâhî vasfı, her zaman onun kendilerine başvurduğu beşerî iki duygu arasında mutavassıt bir andan başka birşey değildir. Tahlilî olarak, dinî unsur ile ahlâkî unsur, aralarında zarurî bağ olmayan müstakil iki kavramdır. Bu kavramlar birbirinden pek çok farklı iki çeşit ideali karşılamaktadır: Biri varlık ile ilgili; diğeri oluş ile ilgilidir. Birinci derecede ideal, bizatihi gerçek ve güzel, bilginin, temaşanın ve sevginin mevzuu olan mükemmel varlıktır; ikincisinde ideal, istek ve yaratmanın mevzuu olan fazilet adını verdiğimiz, mükemmel ameldir. Kant, bizim, Yaratıcı Allah'ı kanun koyucu bir hakîm ve onun buyruğunu ahlâkî bir emir kılarak, bu iki kavramı mantıkî bir rastlantı ve terkibi bir hükümle birbirine yaklaştırdığımızı söylüyordu. Bunu yapmak için biz, zarurî olarak mutavassıt bir üçüncü grup fikirlerden geçmek zorundayız. Biz, yalnızca Yaratıcıda adalet, hikmet, hayır gibi tamamen ahlâkî sıfatların bulunduğunu kabul etmiyoruz, aynı zamanda onun kanununu bizim kanunumuz kılıyor, onun emrine "bizim emrimiz" adını veriyoruz, aksi takdirde iki kavram bizim için ortadan kaldırılamaz olarak ayrı kalacaktır.Nihayet üçüncü olarak, yalnız ailevî ve içtimaî bir çok ödevler, müşterek vicdanın takdirine hasredilmek için kemmiyet bakımından belirsiz bırakılmamış, aynı zamanda bütün Kur'ânî yükümlülük, hem beşerî imkânı, hem de müşahhas realiteyi ve ödevler arasındaki ahengi hesaba katmak gerektiği mülâhazaların hepsini, uygulamasının şartı olarak koymuştur. Bizzat bu yolla o, her ferdî vicdana, her anın müşahhas ödevini formüle etmek için zarurî pay olan, teşriî faaliyetten bir pay vermektedir. Kur'an-ı Kerim, boyunduruğunun hoş ve yükünün yeğni olduğunu ilan ettiği zaman, bu mülâyemet hiç şüphesiz geniş ölçüde, beşerî vicdanın, Ödevin kabul ve kuruluşundaki bu üçlü müdahalesinden gelmektedir.Ve biz, bu müdahalenin onu öne geçirdiği, arkadaş kıldığı ve beşerî unsurlarla takip ettirdiği zaman, yalnız ne büyük ölçüde dinî âmili ihata etmek zorunda olduğunu değil, aynı zamanda onu tam ahlâkî bir âmil haline getirdiğini de görmekteyiz. Böylece mevzuat açısından, ne müeyyide, ne haklı çıkarma, ne de taliminin konusu olan madde açısından bu ahlâkın sırf dinî nitelikte olduğunu iddia edemeyiz; çünkü dinî taraf, her zaman ona, ancak çok geniş bir terkib içinde bir unsur olarak girmektedir.Bununla birlikte bir nokta vardır ki o, yalnız dinî veçhe üzerinde ortaya çıkmaz ve ağır basmaz; aynı zamanda o, vicdanın bütün alanını işgal etmekte ve böylece bu doktrinin adını mümkün, hatta zarurî dinî bir ahlâk kılmaktadır. İşte bu, niyetlilik noktasıdır. Gerçekten orada dinî mana tek ve rakipsiz olmaktadır. Ödevini edâ ederken mü'minin itaatkâr faaliyetinin kendine edinmek zorunda olduğu gaye, ne bu dünyanın nimetlerinde, ne öbür dünyanın sevinç ve şanında, ne kendi iyiliksever duygusunun tatmininde, ne de derûnî varlığının ikmâlinde bulunmaktadır; göz önüne alınması gereken bizzat Allah'tır. İnsanı hareket etmeye karar verdiren başka her gaye, bizatihi bir değersizliktir. Elbette biz, korkmak ve ümit etmek zorundayız; maddî ve ahlâkî huzurumuzu, itaat etmemizin karşılığından dolayı değil, bizzat kendisi için, veya bu ödevimiz, ya da hakkımız olduğu için arayabiliriz. Çünkü bu, kanuna saygısızlık etmek veya uymamak değilse bile, en azından Kur'an-ı Kerim'in bize talim ettiği şekliyle, ahlâka aykırı davranmak olacaktır.Eğer ahlâkî bir doktrinin belirgin niteliği, faaliyetinin gayesi olarak iradeye teklif ettiği prensipten geliyorsa, şimdi biz, Kur'anî ahlâkın hangi sınıfta yer alması gerektiğini görüyoruz. Bu ahlâk için, ne sevimililik, ne fayda, ne mutluluk, ne mükemmellik bizatihi bu prensibi oluşturamazlar. Bunların hepsi, kelimenin en kudsî, en hakikî ve en yüce anla-mıyle Ödev otoritesine bağlı olmalıdır.Fakat ahlâkî kanunlan, muhtevalarında hâkim olan unsura göre, ferdiyetçi veya cemiyetçi, tasavvufî veya insancıl, adalet veya merhamet kanunu vesaire gibi adlandırmak âdettir. Tek yanlı bu adlandırmalardan hiçbiri, burada bize uygun geliyor gibi görünmemektedir. Bu, adaleti ve merhameti birlikte emreden ve içinde ferdî, içtimaî, beşerî ve ilâhî unsurların sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu bir kanundur. Fakat bu sistemin alanı içinde, merkezî bir fikir oluşturursak, bütün emirlerin bu fikir içinde yoğunlaştığı ana faziletin, takva kavramında olduğunu buluruz. Oysa takva, kanun için en derin saygıdan başka nedir? Böylece biz, bu defa duygusal alan üzerinde iradeyi harekete getiren güç olarak ortaya çıkmış ödev fikrine ulaşıyoruz. Bu alanda hürmet bize, telif ettiği ve yumuşattığı iki aşırı duygunun arasında tam merkezde görünmektedir: sevgi ve korku. Bir nevi bu ikisinin birleşmesinden doğan hürmet, onların çift yönlü rolünü oynamakta, aynı zamanda hem hareket ettiricilik, hem frenleyici-lik görevini yapmaktadır. Bilhassa bu sonuncu veçhe altında, ona haya ismi verilir. Oysa Hz. Peygamber, bu ahlâkın ruhunu tam tamına bu duygu ile tarif etmiştir.Araştırma hangi yöne çevrilirse çevrilsin, en yüksek ideali hedef alarak bu ahlâkın, ahlâkî hayatın bütün güçlerini ve bütün şekillerini toplamaya ve onları dengeli noktalarına doğru yeniden getirmeye yöneldiği görülmektedir. Ferdin hürriyeti ile iradesinin disiplinini uzlaştırabildiği tarza özellikle işaret edelim. Bu uzlaştırmayı o, izini taşıdığı yarı yumuşak, yarı sert bu karakteri sayesinde elde etmiştir; ve bununla birlikte o, bu karakteriyle, arzularımızın kaprislerinin ve hissimizin çalkantılarının etkisiyle kendini gevşetmeden hayatın en çeşitli şartlarına kendini uydurmaya müsaittir. Gerçekte bu kanun, beşerî ruhun en derin temayülleri ile gelip geçici meşru veya gayr-ı meşru ihtiyaçların arasını açıkça ayırmaktadır; nitekim o, cihanşümul ve değişmez bir şartla uyulması zorunlu olduğu için dokunulmadan bırakılması gereken şey ile, karakterlerin ve şartların değişmesiyle değiştiği için bizden her birimizin hükmüne emanet edilmesi gerekli olan şey ve yabancı ve zararlı bir tabiatın yanlış bir katkısı olarak düzeltilmesi veya çıkarılması gerekli bulunan şey arasını da ayırmaktadır. İşte bu verileri hesaba katmış olduğu için o, farz, mubah ve haram üçlü prensibini kurmuştur.îşte Kur'anî hikmetin bu ince Ölçüsünden bir hürriyet ve disiplin ittifakı yapan birinci âmil budur.Diğer âmiller şunlardır:Böylece tesis edilen her kaidenin prensibi ve özü, her zaman değişmez ve cihanşümul olarak mukaddes kalması gerekir. Fakat onlar arasında bazılarının ifadesi, maddeten belirlenmemiş olduğundan, onların tarifi ve onların tatbik şekli, açıkça sağ duyuya tevdî edilmiştir; bunlar temyiz gücünün ve şahsî düşünce inceliğinin işleridir. Ödevleri-mizden belli bir sayıya nail olmuş olanlar bile, ona ancak uzaktan ve genel hatlarıyle nail olmuşlardır. Böylece onlar, faaliyetimizin icrasında sırf iki aşırı uçtan kaçınmak için iki uzak sınırlar arasına konmuştur: Faziletin gerektirdiğinden daha aşağısına düşmekten veya sebepsiz ve ölçüsüz dağılmaktan kaçınmak gibi. Bu ikisi arasında ferdî hürriyet, gittikçe yükselen, fakat daima ahlâkî hayatın çeşitli istekleri ile ahenk içinde olan dereceleri araştırıp bulmaya davet edilmiştir.Kur'an-ı Kerim'in bize ödev kuralını takdim ettiği bu tarz, ferdi basit bir alet haline getirme yerine, ne sadece yükümlülük boyunduruğunu hafifletmek ve şahsın değerini korumak lehinde, ne de ferdî iradenin birbirine zıt olan iki temayülüne, yani uygunluk ve teşebbüsten ibaret olan çift yönlü ihtiyacımıza tam ve makul bir tatmin vermiştir. Fakat o, sosyal alanda en yüksek ehemmiyete haizdir. Daha önce dediğimiz gibi, onun sayesindedir ki Kur'an, topluluğun bütün üyelerine ait müşterek bir ahlâkî ortamı oluşturmak için oldukça mütecanis, fakat aynı şekilde sinesinde çeşitli değer derecelerini kabul etmek için yeterince en ufak incelikleri belirtilmiş bir çerçeve yaratabilmiştir. Bu başarının en önemli âmili, bütün kuralların veya çoğunun çift yönlü bir emri ihtiva ettiği bu vakıadan ibaret olmaktadır: Bir ödevi edâ etmek ve bir hayn gerçekleştirmek,veya daha ziyade cevheri bir ödevi ve bir kemâle erme ödevini edâ etmek. Birinci nokta üzerinde Kur'an-ı Kerim, uzlaşmaz görünür ve hiç bir anlaşma kabul etmez, fakat ikinci nokta üzerinde emrinin sertliği, teşvik ve cesaret halini almaktadır.Böylece bütün sosyal müesseselerimiz, insanlann ve şartların kaprislerinden korunan, statik, muhafazakâr bir kısım ve bir de dinamik, gelişme sağlayabilen serbest bir kısım ihtiva etmek zorundadırlar. Bu şekilde istikrar ve değişme rüyalarımız, düzen ve ilerleme ihtiyaçlarımız gerçekleşebilir.Ayrıca müşterek ödevden, herkesin teşebbüs ve cesaretine teklif edilen kâmil ödeve giden yol üzerinde Kur'an-ı Kerim'in her merhaleyi liyâkat derecesiyle gösterdiğini ilave etmelisiniz. Böylece o, faziletin git gide ilerleyen çeşitli tatbikatını kerem ve ihsanı ile koruyarak, taraftarlarından hepsini daima yükselmeye, daima daha yükseğe çıkmağa çağırmaktadır.Bu şartlarda şu şekilde neticeye bağlayabiliriz :İnsanlığın ebediyyen devam edeceği ve hayat şartlaruu sonsuzca değiştireceği farz edilirse, Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde, onun faaliyetini ahlaken düzenlemek için bir kural, gayretini teşvik edecek bir vasıta, zayıflar için bir merhamet ve kuvvetliler için bir ideal bulacağını ummak mümkündür.En azmdan Kur'an ahlâkının kendi kendine mutlak olarak yettiği söylenebilir.Bu "kâmil bir ahlâk" tır.Bu inceleme boyunca açık, kesin ve objektif olmaya çalıştık.Hiç şüphesiz, güzelliği açıklığa, cazibeyi sağlamlığa katmak arzu edilen bir husustur. Düşüncenin meyvelerini ektikten sonra üslûbun çiçeklerine itina etmek daha da hoştur. Fakat, bu gösteriş, Fransızca olarak kaleme alma hususunda, alışılagelen üslûbumuza biraz yabancı olduğundan, parıltı ararken sağlam olanın itibarım düşürmekten ve sadece sun'î ve gülünç bir şey ortaya koymaktan çekindik. Bu durumda biz, fikirlerimizi ve ifadelerimizi aklımıza geldiği gibiyalın ve saf olarak takdim etmekle yetindik.Maamafih bizim bu esere koymaya çalıştığımız diğer niteliklerden bazıları kabul ve tasdik edilirse, gayretimiz büyük ölçüde mükâfatlandırılmış olacaktır.
[189] Daha sonra "Ameli Ahlâk" unvanı altında tasnif edeceğimiz Kur'an'dan seçmelere bakınız.