rabia
Sun 16 May 2010, 03:43 pm GMT +0200
Geçmiş Gelmeyecek
Günün ilk ışığı; sarı yapraklar! Ağaçlar üşümeye başladı ama maziye dayanan bu topraklarda; nasıl da titreyen bir ses vardı, mahur bir saz semaisi gibi... Doğduğum, ilkokul tahsilimi tamamladığım bu kasabaya gelmek için, uzun zamandan beri ilk defa eylülü seçiyordum. Belki de güzün melankolisiydi, saz semaisini bu kadar derinlerimde inleten... Oysa yollar aynı, kasaba aynıydı. Kanım duruluyordu güzü izlerken. Beynim günlerdir olmayacak bir matematik hesabıyla uğraşırken, dinginleşiyordu ve yine mahur çalınıyordu kulaklarımda. Ninem yineleniyordu gözümde; beyaz yazması, gri bakışları, salınarak çektiği tespihiyle...
Daha ne kalmıştı ki bana dair bu kasabada? Ninemle bağlıydı sanki kanım buraya. Ben bu topraklardan onun için kopamazdım; upuzak yerlere gitsem, onun sesi çağırırdı güzün iki aralığında, bir ufak tatil de olsa buralara... Onun gri bakışları söker getirirdi bu yolları, bu yaprakları, bu ağaçları, bu güzü. En hası beni buralara sabitleyen bir tek ninem vardı. O bir gün toplansa gitse uzaklara, kırkikindilere dayanamaz akar giderdi bu tablo. Sokulurdu güzle birlik yapraklar, bembeyaz bir boşluk kalırdı geriye, ben kalırdım; geçmişi kaybetmiş ben!
Yağmurla ıslanmış, yapraklarla sararmış patikanın sonunda; bal şansı armutların, mor üzüm salkımlarının sarktığı asmaların, demir santurların ardında, ne sevdiğimi bildiği; katmer kokuttuğu mutfağının camının gerisinde, gri bakışları beni bekliyordu. Koştum, koştum; ninemin ellerine sarılmak için. Islak, eskimiş çimleri döven pabuçlarım, pabuçlarımın altında vıcırdayan çamur, on ikinci yaşımın tahayyülleriyle birleşti. Naylon pabuçlarımın deliklerinden çamurlu sular sızarken koşardım nineme. O yine camdan bakardı ümitle, pabucumun metal ilikleri şıngırdayarak çarpardı birbirine...
Beni maziye salan güzden, eliyle koparıp çıkaran ninem oldu yine: "Guzum, hey boyuna-posuna gurban olduğum", "Ah anam, boyanam!" Sarıldık! Muhakkak tarihin derin bir noktasında, delikli naylon pabuçlanm gibi kayıtlı kalacaktı bu sahne; sofa başında, bu patikanın sonunda, güzün en derin ayında: Eylül.
Ninem daha beyazlaşmıştı sanki. Biraz daha grileşmiş bakışları, iyice bulutlara yakın bir hâl almıştı. On iki yaşındaki Mustafa'nın elini tutar gibi tuttu kırklık elimi, tahta kapıdan içeri çekti. Büyük bir zaman koridorundan geçer gibiydim evin geniş salonundan geçerken. Oturma odasına buyur etti ninem: "Ciğerim, yavrum otur hele yorgunsun!" Oturulmaktan iyice çökmüş somyaya geçtim oturdum. Ninemim evi her şeyiyle hep yıllar evvelini muhafaza ediyordu. Berde yastıkların değil örtüsü, sırası bile değişmeden, halılar aynı uçuk ve kopuk renkte, kapıların kolları yıllar evvelinin ama her yıl, yine bir yıl evvelinin eğiminden taviz vermeden.
Mutfaktan aynı tonda katmer kokusu, ninemin özlemi bıraktığım yerde, ninemin yürek tutuşkunluğu öylece ama öylece; yıllar evveli bıraktığım gibi nasıl dururdu. Zaman ve ninem demek ki hiç kıyamazlardı bu manzaraya, hiç dokunmazlardı yastıkların sırasına dahi...
Ve saatleri: guguklu, çıngıraklı, masa, duvar saatleri... Yerli yerinde beklerlerdi ninemle birlikte bu mekânı. Zaman; tüketmezdi insanı bu evde, çarklarına alıp yemezdi. Yalnız ninemim saçlarını eğirirdi, tarardı; daha bir ipek gibi olurdu, daha bir nurlu, gri bakışları içinde ninem. Hüseyin amcam keşfetmişti ninemim saatlere olan tutkunluğunu. Saat getirirdi İstanbul'dan her gelişinde. Sirkeci Asri İş Hanı'nın en güzel, en değişik saatlerini. Nineme tabiatı oğulları arasında en çok benzeyen o olduğu için ihtimal. Neyi seveceğini nasıl da bilirdi... En büyük mal varlığı gibi özenle yerleştirirdi ninem saatlerini, her bir odasına.
Ben hiç sevmedim saatleri. Çak çak başımı yararlardı sanki. Hele şu uykusuzluk hastalığına müptela olduğumdan beri geceleri, hiç mi hiç katlanamazdım. Uyuyamadıkça en küçük çarkın mekanik işleyişini duyardım beynimin içinde. Kaç kez nasıl dayandığını sordum, bunca saatin gürültüsüne! "Allah!" derdi, "Allah! nur Allah'ım, saatler adını bilmez mi?"
Uyuyamadığı zamanlar, teşbih ederlermiş sehere dek saatleriyle. "Allah Hu!" derlermiş birlikte! Nasıl bir ıssızlıktı ona saatleri dinlemeyi öğreten... Önceleri hoca dedemin o derin münzevi sükûnetine, sonra da onun boşalttığı odalara muhatap olmaktı belki. Belki de bayramdan bayrama aşina olunabilen torun çığlıkları. Hâsılı ben bozuyordum bu sükûneti; bitip tükenmeyen merakımla, birbirinden renkli öykülerine ninemin...
Önce, "Validem, valideciğim, sevgili büyük valideciğim!" hitabıyla şımartırdım onu. Bütün kızlarının, oğullarının, torunlarının ninesi, bu hitaba garip bir onurla, hatta eda ile güler, dayanamazdı. O; ağzı sıkı, her şeyin laf edildiği, en küçük ayrıntıların göze batıp, başa kakıldığı bu küçük kasabanın kızıydı hâlbuki. Şımarmak, gereksiz gülmek, hoca kızı 'Emine'ye yakışmazdı ama neylenir ki en ilk torunu Mustafaydım ben, onu her hâlükarda konuşturmayı beceren, neşelendiren... İsyan olur korkusuyla anlatılamayan acıların meraklı sorgucusu, yaşanmış öykülerinin baş dinleyicisi idim. Seven-sevilen ama büyükvalideye gelmeler için hep kısa tatil aralarını seçen ilk torun... Şen torun!
Evet, neşelendirmeliydim onu ve ihmalkârlıkların mı, yorgunlukların mı sebep olduğu bir tatil ayrıntısındaydım yine. Hüznünü bugünlük seyahatime kurban etmemeliydim. Cümle arasına gitmem gerektiğini sıkıştırmalıydım, sıkıştırmayıydım ki; vaktinin çoğunu bana mutfakta sevdiğim yemekleri hazırlamakla geçirmesin.
Ninem başlamıştı bile, bal sarısı armutları ellerimle toplamam tahayyülüne. Yarma ve sonraki günlere ait hamur işi mönüsünü sıralıyordu. "Ocak bükmesi, öbürsü gün de beysemed, hemi guzum?"
Belki o da hissetmişti gideceğimi de, iştahımı kabartıp kalmamı sağlamaya çalışıyordu. Hasretiyle pişirdiği katmerleri koydu önüme. "Top top yağ olsun, şifa olsun!" dualarıyla yedirdi, küçük oğulcuğu, en ilk torununa. Doymuş olmamı kabullenemeyerek kaldırdığı yer sofrasının ardından tomurcuk kokulu çayı getirdi ve yine zamanı birlikte içtik; o, bol limonla ve şekersiz olmak üzere...
Tuttum pamuk ellerinden, daha da sevindireyim istedim. "Neneciğim sana türkü çağırayım mı?" dedim. Her zamanki gibi, "Çağır!" diyecekti elbet. Sallana sallana dinleyecekti, "Yeşil ördek gibi daldım göllere"yi. "Sen de söyler miydin, sesin güzel miydi?" diyecektim. Sonra, o garip bir utangaçlıkla, "Aaaa yaa, ben öyle şey bilmem!" diyecekti ama biliyordum kendisi gibi, sesi de güzeldi. Esvaphane de bir türkü tutturdu mu, herkese işini-gücünü bıraktırırdı.
Türkü faslına ara verip, çayları tazelemek için kalktığında ninem, söylemenin tam sırasıydı -işlerim vardı, tatilim kısaydı vesselam!-
Ninem daha beyazlaşmıştı sanki. Biraz daha grileşmiş bakışları, iyice bulutlara yakın bir hâl almıştı. On iki yaşındaki Mustafa'nın elini tutar gibi tuttu kırklık elimi, tahta kapıdan içeri çekti. Büyük bir zaman koridorundan geçer gibiydim evin geniş salonundan geçerken. Oturma odasına buyur etti ninem: "Ciğerim, yavrum otur hele yorgunsun!"
Bu kırgınlığına dayanamıyordum onun. Uzun uzun sustu. Çay sofrası kalkana dek aradan, meraklı sorularım havada kaldı. Mütevekkil acılarında olgunlaşan sabrı, "zaten olmuş'luğa geldi. "Gafam ağrıdı, yoruldum!" söylenmeleri karıştı. Torun sevgisi, "yarın gidecek" kaygısı ağır geldi ve yine başladı ninem, gözlerinin önünden geçen film şeritlerini okumaya; ben seçiyordum hep bildiğim masalı. O, okuyordu birbirine ulayarak...
- Sizin inek vardı ya ninem, onu anlatsana bi!
- Amaaan! Garip bi ineğimiz varidi; yidiği-içtiği kıymet olur. Bizim dam alçağıdı, hoplayıvermiş bi gün garibim, ürktü belli hayvanceğiz. Dalga etti mahalleli, "Hocanın inek dama çıktı, hocanın inek damat oldu!" deye, sonunda hoca deden, edilen horataya dayanamadı, kesti belkizimi...
Hep hüzün vardı öykülerinde ninemin, beni güldürse de. Onu hep yakan Ahmet amcamın sinemaya kaçış öyküsünde bile...
Bir ara, bu dünyadan göçeli beri hoca dedeme duyduğu özlemi söyleyiverdi, ne hâllerdedir pek merak ettiğini, bu aralar hiç rüyasına girmediğini, tanıdığa, torunlara, oğullara da uzun zamandır görünmediğini... Yarın gidecekliğimin hüznüne ilaveten...
Pek az bahsettiği annesini anlattı sonra; hiç hatırlayamadığını, o henüz iki yaşındayken tek geçim kaynakları ineklerinin ardından, dizlerini döve döve üzüntüden, can kopukluğundan ölmüşlüğünü...
Ninemin, zamanla işbirlikçi odalarını binbir gece masallarına dönüştüren, içinde bulunduğu ıssızlığa dilsiz sabır veren acılarıydı muhakkak. Daha ne çok acıları vardı ninemim... Kim bilir? Can kopukluğu nasıl bir histi...
Zaman inzibatı bozulmayan bu mekânlarda uykum geldi sonra. Yün döşekte yatırdı büyük validem, küçük oğulcuğu Mustafa'yı öpe, koklaya. Çak çak öten o saat ser-zakir oldu hakikat o gece! Ve ben rüyamda dedemi gördüm...
Sabah ninemi saatleriyle birlikte tespih çekerken buldum seccadesi üzerinde, öptüm ellerini... "Müjdemi isterim!" dedim, "Dedemi gördüm rüyamda." bakışlarından beyaz bulutlar geçti özlemle. "İçim sıkılıyor dedeciğim!" dedim, "Vakıa suresini oku!" dedi.
"Kendisi de pek okurdu onu zati" deyip, daldı ninem. Çıktım odasından, ona ayrılan zaman modundan, mekânlar içerisinde demir santurlu zikreden eşyadan. Kapadım güzün kapısını üzerine, mahur besteler duyulmayana kadar gittim Ankara'ya...
Tekrar döndüğümde, saatleri susmuş buldum zamanlar içinde. O zamanın kapısı aralanmadı. Odanın içinde her şey bomboştu. Kapı kilitlenmişti ve ben dışarıda kalmıştım.
"Yeşil ördeği" söyleyecektim oysaki. Sesim boğuldu, tıkandım. Saatlerini kurdum ninemin ve yalnızlığı kavradım!
Ay ışığında gün yüzlü validem! Ama sen yoksun, parıldayan o ahenkli sesin yok. Ölüm bir sır gibi perdeler çekiyorsa aramıza; bu bendendir, ruhuma engel cesedimden... Yazanlar boşa yazmışlar ölümü: Ölüm sensin, ölüm senin...
Bak validem! Gün yine döndü bize, güne bakanlar ona yangın...
Bak validem! Merak edip dururken ölümü; gün ardını sana dönerken, ölüm bir yol sana güldü; ölüm bir sır gibi geçerken önümüze...
Bak validem! Asıl en çok ben öldüm. Maziyle bağları kopmuş bir adamım ben, şimdi mazisi senle bitmiş.
Şimdi validem! Sıra kimde? Mazimiz kaybolduğuna göre... Bende mi?
Daha ne çok yazılacak şey vardı hâlbuki daha ne çok anlatılacak şey...
Tamam tamam sustum validem! İçini kaldırmayacağım yine... Babasız geçen bir ömre söylendirmeyeceğim seni...
Şen oğlun Mustafa
Günün ilk ışığı; sarı yapraklar! Ağaçlar üşümeye başladı ama maziye dayanan bu topraklarda; nasıl da titreyen bir ses vardı, mahur bir saz semaisi gibi... Doğduğum, ilkokul tahsilimi tamamladığım bu kasabaya gelmek için, uzun zamandan beri ilk defa eylülü seçiyordum. Belki de güzün melankolisiydi, saz semaisini bu kadar derinlerimde inleten... Oysa yollar aynı, kasaba aynıydı. Kanım duruluyordu güzü izlerken. Beynim günlerdir olmayacak bir matematik hesabıyla uğraşırken, dinginleşiyordu ve yine mahur çalınıyordu kulaklarımda. Ninem yineleniyordu gözümde; beyaz yazması, gri bakışları, salınarak çektiği tespihiyle...
Daha ne kalmıştı ki bana dair bu kasabada? Ninemle bağlıydı sanki kanım buraya. Ben bu topraklardan onun için kopamazdım; upuzak yerlere gitsem, onun sesi çağırırdı güzün iki aralığında, bir ufak tatil de olsa buralara... Onun gri bakışları söker getirirdi bu yolları, bu yaprakları, bu ağaçları, bu güzü. En hası beni buralara sabitleyen bir tek ninem vardı. O bir gün toplansa gitse uzaklara, kırkikindilere dayanamaz akar giderdi bu tablo. Sokulurdu güzle birlik yapraklar, bembeyaz bir boşluk kalırdı geriye, ben kalırdım; geçmişi kaybetmiş ben!
Yağmurla ıslanmış, yapraklarla sararmış patikanın sonunda; bal şansı armutların, mor üzüm salkımlarının sarktığı asmaların, demir santurların ardında, ne sevdiğimi bildiği; katmer kokuttuğu mutfağının camının gerisinde, gri bakışları beni bekliyordu. Koştum, koştum; ninemin ellerine sarılmak için. Islak, eskimiş çimleri döven pabuçlarım, pabuçlarımın altında vıcırdayan çamur, on ikinci yaşımın tahayyülleriyle birleşti. Naylon pabuçlarımın deliklerinden çamurlu sular sızarken koşardım nineme. O yine camdan bakardı ümitle, pabucumun metal ilikleri şıngırdayarak çarpardı birbirine...
Beni maziye salan güzden, eliyle koparıp çıkaran ninem oldu yine: "Guzum, hey boyuna-posuna gurban olduğum", "Ah anam, boyanam!" Sarıldık! Muhakkak tarihin derin bir noktasında, delikli naylon pabuçlanm gibi kayıtlı kalacaktı bu sahne; sofa başında, bu patikanın sonunda, güzün en derin ayında: Eylül.
Ninem daha beyazlaşmıştı sanki. Biraz daha grileşmiş bakışları, iyice bulutlara yakın bir hâl almıştı. On iki yaşındaki Mustafa'nın elini tutar gibi tuttu kırklık elimi, tahta kapıdan içeri çekti. Büyük bir zaman koridorundan geçer gibiydim evin geniş salonundan geçerken. Oturma odasına buyur etti ninem: "Ciğerim, yavrum otur hele yorgunsun!" Oturulmaktan iyice çökmüş somyaya geçtim oturdum. Ninemim evi her şeyiyle hep yıllar evvelini muhafaza ediyordu. Berde yastıkların değil örtüsü, sırası bile değişmeden, halılar aynı uçuk ve kopuk renkte, kapıların kolları yıllar evvelinin ama her yıl, yine bir yıl evvelinin eğiminden taviz vermeden.
Mutfaktan aynı tonda katmer kokusu, ninemin özlemi bıraktığım yerde, ninemin yürek tutuşkunluğu öylece ama öylece; yıllar evveli bıraktığım gibi nasıl dururdu. Zaman ve ninem demek ki hiç kıyamazlardı bu manzaraya, hiç dokunmazlardı yastıkların sırasına dahi...
Ve saatleri: guguklu, çıngıraklı, masa, duvar saatleri... Yerli yerinde beklerlerdi ninemle birlikte bu mekânı. Zaman; tüketmezdi insanı bu evde, çarklarına alıp yemezdi. Yalnız ninemim saçlarını eğirirdi, tarardı; daha bir ipek gibi olurdu, daha bir nurlu, gri bakışları içinde ninem. Hüseyin amcam keşfetmişti ninemim saatlere olan tutkunluğunu. Saat getirirdi İstanbul'dan her gelişinde. Sirkeci Asri İş Hanı'nın en güzel, en değişik saatlerini. Nineme tabiatı oğulları arasında en çok benzeyen o olduğu için ihtimal. Neyi seveceğini nasıl da bilirdi... En büyük mal varlığı gibi özenle yerleştirirdi ninem saatlerini, her bir odasına.
Ben hiç sevmedim saatleri. Çak çak başımı yararlardı sanki. Hele şu uykusuzluk hastalığına müptela olduğumdan beri geceleri, hiç mi hiç katlanamazdım. Uyuyamadıkça en küçük çarkın mekanik işleyişini duyardım beynimin içinde. Kaç kez nasıl dayandığını sordum, bunca saatin gürültüsüne! "Allah!" derdi, "Allah! nur Allah'ım, saatler adını bilmez mi?"
Uyuyamadığı zamanlar, teşbih ederlermiş sehere dek saatleriyle. "Allah Hu!" derlermiş birlikte! Nasıl bir ıssızlıktı ona saatleri dinlemeyi öğreten... Önceleri hoca dedemin o derin münzevi sükûnetine, sonra da onun boşalttığı odalara muhatap olmaktı belki. Belki de bayramdan bayrama aşina olunabilen torun çığlıkları. Hâsılı ben bozuyordum bu sükûneti; bitip tükenmeyen merakımla, birbirinden renkli öykülerine ninemin...
Önce, "Validem, valideciğim, sevgili büyük valideciğim!" hitabıyla şımartırdım onu. Bütün kızlarının, oğullarının, torunlarının ninesi, bu hitaba garip bir onurla, hatta eda ile güler, dayanamazdı. O; ağzı sıkı, her şeyin laf edildiği, en küçük ayrıntıların göze batıp, başa kakıldığı bu küçük kasabanın kızıydı hâlbuki. Şımarmak, gereksiz gülmek, hoca kızı 'Emine'ye yakışmazdı ama neylenir ki en ilk torunu Mustafaydım ben, onu her hâlükarda konuşturmayı beceren, neşelendiren... İsyan olur korkusuyla anlatılamayan acıların meraklı sorgucusu, yaşanmış öykülerinin baş dinleyicisi idim. Seven-sevilen ama büyükvalideye gelmeler için hep kısa tatil aralarını seçen ilk torun... Şen torun!
Evet, neşelendirmeliydim onu ve ihmalkârlıkların mı, yorgunlukların mı sebep olduğu bir tatil ayrıntısındaydım yine. Hüznünü bugünlük seyahatime kurban etmemeliydim. Cümle arasına gitmem gerektiğini sıkıştırmalıydım, sıkıştırmayıydım ki; vaktinin çoğunu bana mutfakta sevdiğim yemekleri hazırlamakla geçirmesin.
Ninem başlamıştı bile, bal sarısı armutları ellerimle toplamam tahayyülüne. Yarma ve sonraki günlere ait hamur işi mönüsünü sıralıyordu. "Ocak bükmesi, öbürsü gün de beysemed, hemi guzum?"
Belki o da hissetmişti gideceğimi de, iştahımı kabartıp kalmamı sağlamaya çalışıyordu. Hasretiyle pişirdiği katmerleri koydu önüme. "Top top yağ olsun, şifa olsun!" dualarıyla yedirdi, küçük oğulcuğu, en ilk torununa. Doymuş olmamı kabullenemeyerek kaldırdığı yer sofrasının ardından tomurcuk kokulu çayı getirdi ve yine zamanı birlikte içtik; o, bol limonla ve şekersiz olmak üzere...
Tuttum pamuk ellerinden, daha da sevindireyim istedim. "Neneciğim sana türkü çağırayım mı?" dedim. Her zamanki gibi, "Çağır!" diyecekti elbet. Sallana sallana dinleyecekti, "Yeşil ördek gibi daldım göllere"yi. "Sen de söyler miydin, sesin güzel miydi?" diyecektim. Sonra, o garip bir utangaçlıkla, "Aaaa yaa, ben öyle şey bilmem!" diyecekti ama biliyordum kendisi gibi, sesi de güzeldi. Esvaphane de bir türkü tutturdu mu, herkese işini-gücünü bıraktırırdı.
Türkü faslına ara verip, çayları tazelemek için kalktığında ninem, söylemenin tam sırasıydı -işlerim vardı, tatilim kısaydı vesselam!-
Ninem daha beyazlaşmıştı sanki. Biraz daha grileşmiş bakışları, iyice bulutlara yakın bir hâl almıştı. On iki yaşındaki Mustafa'nın elini tutar gibi tuttu kırklık elimi, tahta kapıdan içeri çekti. Büyük bir zaman koridorundan geçer gibiydim evin geniş salonundan geçerken. Oturma odasına buyur etti ninem: "Ciğerim, yavrum otur hele yorgunsun!"
Bu kırgınlığına dayanamıyordum onun. Uzun uzun sustu. Çay sofrası kalkana dek aradan, meraklı sorularım havada kaldı. Mütevekkil acılarında olgunlaşan sabrı, "zaten olmuş'luğa geldi. "Gafam ağrıdı, yoruldum!" söylenmeleri karıştı. Torun sevgisi, "yarın gidecek" kaygısı ağır geldi ve yine başladı ninem, gözlerinin önünden geçen film şeritlerini okumaya; ben seçiyordum hep bildiğim masalı. O, okuyordu birbirine ulayarak...
- Sizin inek vardı ya ninem, onu anlatsana bi!
- Amaaan! Garip bi ineğimiz varidi; yidiği-içtiği kıymet olur. Bizim dam alçağıdı, hoplayıvermiş bi gün garibim, ürktü belli hayvanceğiz. Dalga etti mahalleli, "Hocanın inek dama çıktı, hocanın inek damat oldu!" deye, sonunda hoca deden, edilen horataya dayanamadı, kesti belkizimi...
Hep hüzün vardı öykülerinde ninemin, beni güldürse de. Onu hep yakan Ahmet amcamın sinemaya kaçış öyküsünde bile...
Bir ara, bu dünyadan göçeli beri hoca dedeme duyduğu özlemi söyleyiverdi, ne hâllerdedir pek merak ettiğini, bu aralar hiç rüyasına girmediğini, tanıdığa, torunlara, oğullara da uzun zamandır görünmediğini... Yarın gidecekliğimin hüznüne ilaveten...
Pek az bahsettiği annesini anlattı sonra; hiç hatırlayamadığını, o henüz iki yaşındayken tek geçim kaynakları ineklerinin ardından, dizlerini döve döve üzüntüden, can kopukluğundan ölmüşlüğünü...
Ninemin, zamanla işbirlikçi odalarını binbir gece masallarına dönüştüren, içinde bulunduğu ıssızlığa dilsiz sabır veren acılarıydı muhakkak. Daha ne çok acıları vardı ninemim... Kim bilir? Can kopukluğu nasıl bir histi...
Zaman inzibatı bozulmayan bu mekânlarda uykum geldi sonra. Yün döşekte yatırdı büyük validem, küçük oğulcuğu Mustafa'yı öpe, koklaya. Çak çak öten o saat ser-zakir oldu hakikat o gece! Ve ben rüyamda dedemi gördüm...
Sabah ninemi saatleriyle birlikte tespih çekerken buldum seccadesi üzerinde, öptüm ellerini... "Müjdemi isterim!" dedim, "Dedemi gördüm rüyamda." bakışlarından beyaz bulutlar geçti özlemle. "İçim sıkılıyor dedeciğim!" dedim, "Vakıa suresini oku!" dedi.
"Kendisi de pek okurdu onu zati" deyip, daldı ninem. Çıktım odasından, ona ayrılan zaman modundan, mekânlar içerisinde demir santurlu zikreden eşyadan. Kapadım güzün kapısını üzerine, mahur besteler duyulmayana kadar gittim Ankara'ya...
Tekrar döndüğümde, saatleri susmuş buldum zamanlar içinde. O zamanın kapısı aralanmadı. Odanın içinde her şey bomboştu. Kapı kilitlenmişti ve ben dışarıda kalmıştım.
"Yeşil ördeği" söyleyecektim oysaki. Sesim boğuldu, tıkandım. Saatlerini kurdum ninemin ve yalnızlığı kavradım!
Ay ışığında gün yüzlü validem! Ama sen yoksun, parıldayan o ahenkli sesin yok. Ölüm bir sır gibi perdeler çekiyorsa aramıza; bu bendendir, ruhuma engel cesedimden... Yazanlar boşa yazmışlar ölümü: Ölüm sensin, ölüm senin...
Bak validem! Gün yine döndü bize, güne bakanlar ona yangın...
Bak validem! Merak edip dururken ölümü; gün ardını sana dönerken, ölüm bir yol sana güldü; ölüm bir sır gibi geçerken önümüze...
Bak validem! Asıl en çok ben öldüm. Maziyle bağları kopmuş bir adamım ben, şimdi mazisi senle bitmiş.
Şimdi validem! Sıra kimde? Mazimiz kaybolduğuna göre... Bende mi?
Daha ne çok yazılacak şey vardı hâlbuki daha ne çok anlatılacak şey...
Tamam tamam sustum validem! İçini kaldırmayacağım yine... Babasız geçen bir ömre söylendirmeyeceğim seni...
Şen oğlun Mustafa