- Gâye-i hayâle yürümek

Adsense kodları


Gâye-i hayâle yürümek

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Wed 12 September 2012, 10:05 pm GMT +0200

Habib FİDAN

Gâye-i hayâle yürümek


Bazen insan hamlelerde bulunmak istiyor hayal dünyasında. Belli belirsiz olsa da, ya bir turna gibi umuda süzülmek ya da pepuk kuşu gibi belli bir ıztırabı belirtmek istiyor bir ağaç kovuğunda.
   
Bir “Nihavend” saz müziği meselâ… Onun tınısında ağır aksak yürürken tozlu yollarda, “Titrer sarı yapraklar geceleri/Ürperir bir an insan rüzgârla/ Derin bir soluk alır her yeri/Ücra köşeler inler anılarla” şeklinde mısralar alıp götürür insanı, elinde olmadan.
İşte böyle bir ruh hâlidir ki, iç dünyanızda bir hengâme oluşturur. Ve bu hengâmenin içinde, kalemle mürekkep arasına kendinizden bir parça daha eklemek için, apar topar ilham koyunu arıyorsunuz. Bir iç muhasebe için bulunduğunuz andan geriye doğru adım atarken, yaşadığınız bir önceki günü özleme sebebine takılıyorsunuz elinizde olmadan. Bu özlemin, “Ey tarih yüzlerimizi silme unutulmanın aynasında” diye nidâ eden şâirden arta kalan bir duygunun eseri olduğunu fark ediyorsunuz.
Bu düşüncelerle Hâlid bin Velid’i hatırlıyorsunuz. Ölüm döşeğindeyken doğrulmak için kılıcını isteyip, “Ben yatağımda öleceğim için üzülüyorum” demesi düşündürmekte sizi. Öte yandan Homeros’un İlyada ve Odisse destanına gidiyor eliniz. Bir şark, diyorsunuz; bir de garp. Tam da ortasındayken düşünce zincirinin, sayfalar arasından Hector’un sesi, “Bin yıl sonra bizden arta kalan, küllerimiz olacak” diye yükselirken, Achilles (Aşil)’in, “Ama isimlerimiz yaşayacak” sözleri yakalayıveriyor bam telinizi. 
Bu zıt kutuplu düşünce zinciri halka halka ilerlerken, Yunus Emre’de konaklamadan edemiyorsunuz. “Bunda gelenler gider, hergiz gelmez yola gider/Bizim hâlimizden haber soranlara selâm olsun” mısralarını okurken, mutlak gerçekle baş başa olduğunuzu hissetmek, içinize tatlı bir ürperti veriyor. Susuyorsunuz, aynı zamanda da yürüyorsunuz. “Acaba geleceğe bir iz kalacak mı benden?” gibi bir düşünce tufanı içinde, Yunus’un, “Miskin Yunus söyler sözü, kan yaş ile doldu gözü/Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selâm olsun” türünden duygulanımlar, masumluğun bütün ağaçlara yeşil bir örtü olarak serildiği, martı çığlıklarının şenlendirdiği bir şehirde sizi apayrı bir dünyanın sınırlarına taşıyor.
Artık Fuzulî’nin, “Ger ben, ben isem; nesin sen ey yâr/Ger sen sen isen, kimim men-i zâr” beytinde dile getirdiği birlik hâlini, farklı bir atmosferde yaşadığınızı idrak ediyorsunuz. Mesafeler kısalmış, ufukta bekleyen “gâye-i hayaliniz” artık avucunuza doğru yaklaşmıştır. Usulca dokunuyorsunuz. Bir şeyler fısıldamasını bekliyorsunuz ister istemez. Oğuz Kağan Destanında geçen bir ışık huzmesini yaşıyorsunuz sanki. Büyüyor, büyüyor ve cisimleşip size hitap ediyor: “Sen ölsen bile bir gün, nâmın yürüsün”   
Anlayacağınız, artık lambadan cin çıkmış ve şâirin dillendirdiği ifadeyi kulağınıza fısıldamıştır. Siz ister buna ilham perisi deyin, ister başka bir şey; ama sahici bir şizofren olma yolunda ilerliyorsunuzdur. Nihaî hayaliniz artık önünüzde yürüyor, konuşuyor ve durmadan size “gel” işareti yapmaktan çekinmiyordur. Siz ona, “Suda, rüzgârda, kuşta senin sedânı duyup/Seni beyaz çiçekli dallar içinde sanmak/Vuslatın rüyasını görmek üzre uyuyup/Hasretin azabına ermek için uyanmak (F. Nafiz Çamlıbel)” gibi neşideleri sıralarken, o hâlâ bir Divan edebiyatı güzeli gibi bir türlü yakalayamadığınız, ama size göz kırpmaya devam eden bir yaratık edasıyla peşiniz sıra yürümektedir.
Gâye-i hayal yürümekte ve elbette her zaman önünüzden yürüyecektir. Ama ne var ki ömrün sınırı nasıl oluyorsa, kalemle mürekkebin sınırı da olacaktır. Hâl böyle olunca, bir “ân-ı seyyale” diye iç geçirip düşüncelerinizi şöyle noktalıyorsunuz: Gâye-i hayal bu galiba. Bu dünyada istense de yakalanamayacak dilber; ama takip edildiğinde, insanı dağın zirvesine kadar götürebilecek bir alageyik… Alageyik uğrunda ölmek de var, sağ kalıp zafere ermek de! Hakikat şu ki, aslolan onun yolunda yürüyebilmekte.