- Fransızca Lügatten Hami Arayan Patron

Adsense kodları


Fransızca Lügatten Hami Arayan Patron

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 7 June 2012, 02:32 pm GMT +0200
Fransızca Lügatten Hami Arayan Patron
Said YAVUZ • 54. Sayı / KİTAP


Kab b. Züheyr’in Medine’ye gelerek herkesin önünde Peygamberimiz’e (s.a.v) sunduğu kasideden sonra Hz. Peygamber ayağa kalkar ve üzerindeki hırkayı çıkarıp ona giydirir. O’nun, sanatkârı böylesi bir iltifata mazhar kılması kendisinden sonra samimi takipçileri tarafından benimsendi ve bir eser ortaya koyan sanatçıya onun karşılığının verilmesi gerektiği düşünüldü. Osmanlı’nın peygamber sözüne ve fiiliyatına gösterdiği hassasiyet, yönetenlerde şairlere hamilik yapma, onları koruyup kollama, caize adı verilen bahşiş ve inamlarla hayatları ve sanatlarını idame ettirmelerini sağlama şeklinde tezahür ediyordu. Padişahların hamilik konusundaki duruşları, onların altındaki idarecileri de sanatçıya sahip çıkma noktasında etkilemiş, şairlerin kalitesi hamilerinin mevkiini de sağlamlaştırmıştı. 

Hamisinin kalitesi şairinin kalitesiyle eş değerdi. Buna en güzel örnek Şeyhî’dir. II. Murad’ın vezir yapma isteği hasetçilerce engellenince saraydan uzaklaşıp Germiyan’a gitmek zorunda kalan şairi, burada şiirden anlamayan Germiyan Beyi karşılayacak ve Şeyhî’nin şiirini anlamadığı için ona değer vermeyip, “Benim devletlû sultanım akıbatın hayır olsun / Yidiğin bal ile kaymak yürüdüğün çayır olsun” diyen ozana iltifat edecekti.

Bunun yanında Revânî’nin Yavuz’a sunduğu şiir, seçilen mazmunlar nedeniyle; Şehzade Korkut’a Deli Birader’in sunduğu şiir, müstehcenliği nedeniyle; II Beyazıt’a Likâyî’nin sunduğu nazire, peygamber menkıbelerindeki hataları nedeniyle reddedilmişti. Osmanlı’da haminin aynı zamanda ciddi bir eleştirmen olduğu görülüyor.

Osmanlı’da hami-şair ilişkisini incelerken düşülebilecek en büyük yanlışlardan biri ve en büyüğü bu şiirin bütünüyle böylesi bir ilişki sonucu arz-ı endam ettiğini vurgulamak olsa gerek. Namık Kemal’le başlayan daha sonraları gittikçe zıvanadan çıkan divan şiirini hor görme eğilimi, hamilik geleneği öne sürülerek devam ettirilmişti.

Klasik edebiyatımızda bir vakıa olan hami-şair ilişkisini şiirimizin merkezine oturtan ve daha ileri bir yanlışa düşerek patron(!) bulamamanın üretememekle eşdeğer olduğu bir zeminin varlığından dem vuran o eski fikrin tekerrür ettiği yeni bir eser: Tutsan Elini Ben Fakirin. Osmanlı Edebiyatı’nda Hamilik Geleneği başlığıyla doktora tezini kitaplaştıran Tuba Işınsu, çalışmasında Halil İnalcık’ın oryantalist hummasına tutulduğu bir sırada yakalayıp literatürümüze armağan ettiği Patron kelimesini de sık sık kullanarak onun işaret ettiği patikadan Osmanlı şiirinin izini sürüyor. Yine kitabında Osmanlı şiiri çatısı altında zikrettiği Ali Şir Nevayi’yi Osmanlı tebasına mensup olmadığı halde nasıl Osmanlı şairi yaptığı, yazdıklarını da Osmanlı şiirine nasıl dâhil ettiği merak konusu. Gerçekten Osmanlı toprakları dışındaki Türk şairlerini hangi kategoriye sokmak gerekir, bilemiyoruz. Daha kapakta Klasik Türk Edebiyatı’yla aramıza mesafe koymuş olmuyor muyuz?

Tümüyle kapitalist bir içeriğe sahip, kesinlikle hamiliğin ihtiva ettiği diğer başka mânâları hiçbir şekilde içermeyen, yazanı dalkavuk, ödüllendireni de tümüyle gösteriş budalası gibi gösteren bu patron yaklaşımı şiirimize yapılmış en büyük haksızlık. Tuba Işınsu belki de farkında olmadan haminin patron gibi algılanamayacağını örneklerle ispat etmiş oluyor. Fatih Sultan Mehmed’in Molla Cami’ye her yıl bin flori göndermesi, salt politik bir yaklaşıma kurban edilebilir mi? Latifi’nin hamisi İbrahim Paşa’nın vefatından sonra yazdığı risale ölüden caize beklentisiyle mi oluşturuldu? Cem Sultan’ın himaye ettiği şairlerin –ki bunlara Cem şairleri denilirdi– onun esaret hayatında dahi yanı başında bulunmalarını bu maddeci sığ patron-şair tanımı taşıyabilir mi?

Osmanlı’da şiir üretmenin caize olmaksızın gerçekleşmeyeceği düşüncesini tek başına Taşlıcalı Yahya Bey’in Kanuni Hicviyesi bile bertaraf edecek güçte. Kanuni'nin, oğlu şehzade Mustafa'yı katletmesi üzerine Sadrazam Rüstem Paşa’yı postundan eden Yahya Bey'in yazdığı meşhur hicviye o dönemdeki vicdanın sesi oldu. Şair, hamiliği, patronluğu ve dahi hiçbir gücü umursamadan zulme karşı sesini yükseltmişti. İşte kul ve işte patron! Ya padişahların yazdığı şiirleri ya da Tekke edebiyatımızın ortaya koyduğu tasavvufi şiirleri neyle açıklayacağız? Padişahları kim koruyordu?

Haydi sayfasını da verelim. 49. sayfada Emanî adlı şairin hamisi öldükten sonra yeni hami bulmak için eskisini kötülemesini genelleyerek şöyle bir hükme varılması artık pes dedirtecek türden: “Hamisini yitiren bir şairin başka bir hami bulmadaki başarısı ancak rakip hamiyi kötülemekle mümkün olabilmektedir”. “Sakın terk-i edepten kûy-ı mahbub-ı Huda’dır bu” diyen şairler nasıl da çirkefmişler aslında!

Hamilik bir vakıa. Lakin bütünün bir parçası sadece. Caize alanlar arasında kalitesiz şairler olabileceği gibi ikbal için caize veren beyler de bulunabilir. Ama bu asıl fotoğrafı yani Osmanlı sarayının sanatın çıtasını yükselttiği gerçeğini gölgelemez. Hayret ki Eyüboğlu, bizi doğruluyor: “Başı bulutlara değen bir dalkavuğun küçük tarafı neresi?”

Hasılı elimizdeki eser, aceleye getirilmiş, İnalcık’ın gölgesinde yazılmış olduğundan bir tezi barındıracak ihtivaya sahip değil. Hamiliği şiir üretiminin olmazsa olmazı gören bu oryantalist görüşe karşı yerli bir tez bekliyoruz. Eserde yer verilmemiş ama biz Necatigil’in o kıymet bilir ifadelerini burada anmak istiyoruz: “Osmanlı İmparatorluğu için bir çeşit Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’dur câize. Divan edebiyatının töresidir, yasasıdır, edebiyatçının sosyal sigortasıdır bir çeşit. Bugün dergilerde, gazetelerde basılan yazılara, şiirlere, yayınevlerinde çıkan kitaplara ödenen telif ücretlerinin yerini tutuyor câize. Yani bir emeğin karşılığı. Şairine göre değişir, belli bir baremi vardır, iyi esere çok câize verilir, şöyle böyle olanına ona göre. Padişah, vezir, devletin diğer önemli kişileri, bu kasideleri, içlerinde abartmalar, gerçek dışı yakıştırmalar olduğunu bile bile, sırf bir eser olduğu için değerlendiriyorlardı. Yoksa o câizeleri veren devlet erkânını övgü düşkünü ve şairleri de onların dalkavukları diye küçültmeye kalkmak, en azından cahillik ve insafsızlık olur.”