- Fincanı okumak

Adsense kodları


Fincanı okumak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 28 April 2012, 03:51 pm GMT +0200
Fincanı okumak

Mart 2007 18.SAYI

Oturma odasındaki vitrinin önünden geçip odama doğru giderken birden geriye döndüm. Vitrinin önünde durup bir kaç gün önce içine yerleştirdiğim yeni takımları kısa bir süre seyrettim. Sonra tekrar odadan çıkmaya yeltendim. Tebessüm ederek tekrar geri döndüm ve fincanların güzel görüntüsüne biraz daha baktım. Renkler ve desenler ne hoş bir armoni oluşturmuşlardı.

Eskiden bu vitrinden hiç hoşlanmadığım aklıma geldi. “Tabak çanak sergilemekten başka bir işlevi olmayan bu hantal mobilyaları ne diye sokarlar eve” diye söylendiğim günleri hatırladım. Kısa zaman önce cam rafların yerine ahşap yaptırıp vitrini kitaplığa çevirmeye heves etmiştim. Öyle ya kitaplar göz önünde olmalıydı. Asıl sergilenmeye layık olan fincanlar değil kitaplardı. Kitaplar insanın ruhunu başka alemlere taşırlardı. Bilgi pınarıydı onlar. Bilgisiz nasıl bilinirdi Mevlamız? Nasıl tefekkür edilirdi kitaplar olmadan? Hem ilk emir de “Oku!” değil miydi?

Şimdi ise fincanlara bakarken içimden bambaşka şeyler geçiyordu

Şu desenler, şu renkler ve çizgiler hep kainattan esinlenerek yapılmış. Sanki şu küçük mavi çiçeği fincanın üzerine tefekkür edelim diye koymuşlar. Bu nesnelerin ham maddesi tabiatın kucağından. Baktıkça mutlu olduğum, Allah’ın sanatını evimize taşıyan bu küçük objeler O’nun “cemal” tecellisinden başka neydi?

Bu düşünceler arasında fark ettim ki Allah ve sanatı sadece kalp ile tefekkür edilirmiş. Kitaplar, benim gibi kalbini köreltmiş olanların düşünme melekelerini geliştirmek için mecbur olduğu araçlarmış. Kalp aynası pırıl pırıl olan insanların, Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımalarını görebilmeleri için vasıtalara ihtiyacı yokmuş. Onlar kainatta var olan her şeyi okunacak bir kitap olarak telakki ettiklerinden bir küçük kahve fincanına bakarak bile Yaratıcı’yı tanıyabilirlermiş. Buna rağmen kendimizi ne çok dar kalıplara hapsediyoruz. Bilgiye kilitlenerek arifane bir yaşam süreceğimiz konusunda kendimizi kandırıyoruz. Bir müddet sonra bilgi araç olmaktan çıkıp amaç haline geliyor ve aklımızı bilemekten öteye geçemiyor. Bu esnada kalp bir başına bırakıldığından aklı dengeleyemez konuma geliyor ve insan ruhu infilak belirtileri göstermeye başlıyor.

Aklı besleyen yer de kalp iken…

Hiçbir yere sığmayan Allah (c.c), inanan kulun kalbine sığdığını söylüyor halbuki. İman nurunun parlayıp aklı beslemesi gereken yer de kalp iken, biz bu cevheri aklın ölçülerine sığdırmaya çalışarak küçültüyoruz. Böylelikle kalbimizi kanatsız bırakarak kendi miracımızı daha başlamadan sonlandırıyor ve özgürlük diyarının yerlisi ruhu, imkan aleminin ve aklın mikyasına mahkum ediyoruz. Kaçınılmaz gerçek ise tıpkı ariflerin söylediği gibi; bin dört yüz sene evvel kalp, aklı fersah fersah geride bırakmıştı…

Modern çağın insanı olarak fonksiyonunu unuttuğumuz bilgi ve aklın bunca tehdidine rağmen bir huzura yükseliş serüvenimiz, kişisel deruni yolculuğumuz olsun istiyorsak kalbimizin üzerindeki siyah perdeyi kaldıralım. Evimize, sokağımıza, insanlara bir de kalbimizle nazar edelim. Halık-ı Zülcelal’in her bir varlığa, gerçekleşen her bir olaya vurduğu mühürleri, sakladığı sırları okumaya çalışalım. Benliğimize ve görebildiğimiz en küçük mahluka hikmet nazarıyla bakıp, düşüncemizi kalbimizin sırtında dolaştırarak kahve fincanında dahi, kainatı okuyanlardan olalım.

Hatice BEKTAŞOĞLU