- Film içinde film

Adsense kodları


Film içinde film

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 30 June 2012, 12:36 pm GMT +0200
Film içinde film, propaganda içinde propaganda
Samet GÜNEK • 62. Sayı / TOPLUM


Umberto Eco, Gülün Adı romanında Ortaçağ Avrupa’sında ‘bilginin’ gücüne çarpıcı bir bakış sunuyor. Eco, sadece imtiyazlı ruhban sınıfına açık kütüphane metaforuyla bilgi-iktidar ilişkisini kritik ediyor ve bilgiyi tekelinde bulunduranların onu iktidarlarının devamı için nasıl sakındıklarını anlatıyordu. Bu ilişki düzleminde bilgi, kamuya açılmaması gereken ve sadece onu tefsir edebilen gücü kendinden makul zümrelerin tekelinde bulunan bir değerdi. Romanda bilginin gücü, işlevselliğinden değil gizeminden/“otoriteye özel” olmasından kaynaklanıyordu. Bu güce vakıf olanlar ise kilise ve papazlardı. Bilgi-güç ilişkisinin bu girift yapısı çeşitli dönemlerde kendini açıkça ortaya çıkarabilmektedir.

Ortaçağ Avrupa’sında İkinci Dünya Savaşına gelindiğinde bu ilişki düzlemi bambaşka bir hal alacaktı. Yeni süreçte bilginin gücü, artık ‘sır’ olmasının yanında kendini dayatmasından da kaynaklanıyordu. Nitekim Nazi Almanya’sında Hitler’in 1933 yılında propaganda bakanı olan Joseph Goebbels, radyolar, gazeteler, sinema ve tiyatro aracılığıyla bütün bir Alman halkını Nazi ideolojisi doğrultusunda dezenformasyona tabi tutmuştu. Goebbels, Almanya’daki radyo, sinema, televizyon ve gazeteler üzerinde inanılmaz bir güce sahipti.

Dahi yönetmen Quentin Tarantino geçtiğimiz aylarda gösterime giren Soysuzlar Çetesi filminde Goebbels’e odaklanıyor. Filmde, Goebbels Alman subayın kahramanlık hikâyesini ‘epik bir propagandaya’ dönüştürmek isterken kaderleri bir yerden birleşmiş öç alma dürtüsündeki Yahudilerin sinema operasyonu ile “şaheserim” dediği filmin galasında can veriyordu. Goebbels, filminin galasında sinemanın farazi perdesinden yükselen ateşler içinde can veriyordu. Ama bu hesapta olmayan bir sahne idi ve tam da filme göre gerçeğin kendisiydi. Fransız Yahudisi bir kadının tutuşturduğu ateş, böylece gerçek ile kurgunun birbirinden ayrıldığı o ince beyaz perdeyi de ortadan kaldırıyordu. Film, ironik bir şekilde progandanın babası sayılacak Goebbels üzerinden Yahudi soykırımı temalı filmlere de göndermelerde bulunuyordu. Yani film içinde film, propaganda içinde propaganda analizi vardı.

Anlatmakla dayatmak arasındaki sınır

21. yüzyıl imajlar yüzyılı. Herkesin kendisini anlatabildiği kadar haklı olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sözün kılıçtan üstün olduğu yerde amaç kelamı olabildiğince çok yere ulaştırmak, yaymak ve dayatmaktır. Bu gerçekliğin farkında olan birçok ülke bir şekilde başka ülkelerin kamuoyunu etkileme çabası içinde. En nazik ifadesiyle ‘kamu diplomasisi’ olarak adlandırılan bu çabanın en etkili aracı da medya üzerinden yayılan bilgiler.

İsrail’in Hasbara komisyonu (Israeli Reaction Center) buna iyi bir örnek olabilir. Bütün dünyada İsrail menfaatine bilgi yaymayı, olumsuz bilgi akışını engellemeyi amaç edinmiş Hasbara, İbranice açıklamak/anlatmak, aydınlatmak anlamına geliyor. İsrail’in bütün dünyadaki haklılığını ispatlamak için milyonlarca dolarlık bütçelerle kurulmuş bu dev kuruluş tam da kara propagandanın babası Goebbels gibi bilgiyi tek elden yönetiyor, inanılmaz bir enformasyon yayıyor. Kendini anlatmak bir yerde kendini dayatmaya dönüşüyor. Burada iktidarın en temel aracı da bilgi oluyor. Eleştiriye kapalı, çift dilli okumalara açık ve kendini dayatma üstüne kurulu bir sistem böylece anlatmakla dayatmak arasındaki o ince çizgiyi de ortadan kaldırıyor. Geniş halk kitleleri ve politika yapıcıları üzerinde her şeyin verildiği gibi alındığı bir bilgi-iktidar düzlemi oluşuyor.

‘Bilgi güçtür’ deyimi bu naif ilişkiyi açığa vuran en güzel tanım. Artık bilginin iktidar oluşturduğu, iktidarın bilgisinin bulunduğu yeni bir düzlem var. Bununla birlikte bilgi yalnızca iktidar üretmekle kalmıyor, iktidar alanını toplumsal hayatı da kökünden etkileyecek şekilde genişletiyor. Özellikle de küreselleşme sürecinin hızlandığı 1960’dan sonra bilginin iktidar oluşturma süreci yeni bir boyut kazandı. Deniel Bell’in endüstri sonrası toplum, P. Drucker’in ‘bilgi toplumu’ olarak adlandırdığı yeni süreçte, bilginin dağıtıldığı, pazarlandığı ve paylaşıldığı bir toplumsal düzen oluştu. Bu toplumda sağlık, eğitim, sosyal hizmetler gibi beşeri etkinlikler bilgi teknolojisi ile birleşerek yürütülüyor.

Buna mukabil, toplumsal hayatı etkileyen en önemli bilgi kuşkusuz medya üzerinden üretiliyor. Medya yazılı ve görsel ürünleriyle yeni bir ortak kültürün de ortaya çıkmasına neden oluyor. Medya ürünleri bir taraftan ortak bir bilgi üretimini temin ederken, diğer taraftan da yeni ortak hayat pratikleri geliştiriyor. Özellikle de televizyonlar ulusal bir unsur olmaktan çıktı. Gazete yayıncılığı çoğunlukla ulusal bir olgu olmaya devam ederken, televizyonun durumu neo-liberal serbest pazar politikaları, kablo ve dijital uydu TV sistemlerinin olduğu kadar TV mülkiyetini de özel ve ulus-ötesi çıkarların kullanımına açtı. Bu sürecin etkileri toplumsal, siyasal ve bireysel hayatı kökten etkileyebilecek özelliklere sahip.

Dijital sufi ve Avatar
Görselliğin kuşattığı günlük hayatta değer yargıları değişiyor, toplumsal normlar dönüşüyor. Bu da bizim çevremizle kurduğumuz iletişimi etkiliyor. Sözün ve gözün bizim dışımızdakini görme biçimi, algılama düzeyi dönüşüyor. İletişimde olanaklar arttıkça hakikate ulaşma şansımız da azalıyor.

Neil Postman, sözlü iletişimden yazıya, basılı yayınlardan televizyonlara kaydıkça, hakikatle ilgili fikirlerin de değiştiğini söylüyordu. Artık hakikatin kaynağına ulaşmak sanıldığı kadar kolay değil. Bütün inanç sistemlerinde ruhsal bir arayış aynı zamanda mekânsal bir dönüşümü de gerektirir. Örneğin tasavvufta bu dünyaya ait olandan arındığın sürece hakikate yaklaşacağın öngörülüyor. İslam tarihinde birçok mutasavvıf dağların doruklarına sığınmış, katıksız bir iletişim süreciyle varlığın vukûfiyetine mazhar olmaya çalışmışlardır. Bu insanın zaman ve mekânla kurduğu dolaysız bir bağın da göstergesidir. Çünkü insanın müdahale etmediği, beşeri faaliyetlerin asgari olduğu tabiat, metafizik bir boyut taşır. Öyle ki tabiatın bizim gördüğümüzün dışında kendi şartları içinde fiziğin sınırını aşan metafizik bir gerçekliği vardır. Öyle tasavvur edilir ki, orada Hz. Süleyman misali kuşların, rüzgârın hal diline vukûfiyet sağlanır. İnsanın ruhuyla hissetmediği hiçbir derinlik hissi uzun sürmez, kısacası dijital bir sufi olmaz.

İletişimde derinlik için insanın çevreyle iletişiminde kendi vücudunun bir uzantısı olarak el, göz, kulak, ten gibi araçları çoğaltması lazım. 1960’lı yılların iletişim üstadı McLuhan’ın meşhur ‘araç mesajdır’ tezi aracın mesajın gerçek içeriği olduğunu ileri sürer. Araç insanın uzantısıdır. Tıpkı el, yüz, göz, ten gibi…

Bu bağlamda mesajı hangi araçla verdiğiniz önemlidir. Belki de bu gerçeklikten hareketle insanlar Avatar, Yüzüklerin Efendisi gibi filmlerde hikâyelerden önce mekânsal, görsel efektlere odaklanmaktadır. Çünkü o filmlerde kurgulanan sahneler modern mekânın dışındadır, şehrin mimari kurgusuna aykırıdır. Bu bir yönüyle günümüz insanının kaçışına da işaret ediyor. Ancak ne hazindir ki bu kaçışta yine tam da modern hayatın sunduğu olanaklar yoluyla yapılıyor. Doğaya onun bizi çağırdığı gibi değil, bizim onu görmek istediğimiz şekliyle yöneliyoruz.

Sonuçta görsellik, bilgi, güç ve değer yargıları üzerinden yürütülen bu tartışma insan hayatının kendi dışında başka bir el, başka bir algı ve başka bir gerçeklikçe örüldüğünü gösteriyor. Hayatımız medya ürünleriyle gittikçe görsel bir kuşatma altına alınıyor. Değer yargılarımız, algılarımız, hayata yönelik beklenti ve duruşumuz değişiyor. Bundan herkes şikayetçi… Geriye baktığımızda ise garip bir yitiklik hissiyle ikame edilenin bizden büyük bir parçayı, kendimizi götürdüğünü görüyoruz.