- Farklılıklarımızın Farkında mıyız?

Adsense kodları


Farklılıklarımızın Farkında mıyız?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Wed 27 July 2011, 03:24 pm GMT +0200
Farklılıklarımızın Farkında mıyız?


Ekim 2009 130.SAYI


Ali YURTGEZEN
kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.


Müslümanlar olarak bir süredir farklılıklarla başımız ne yazık ki pek hoş değil. Bize benzemeyenlere dindaşımız, kardeşimiz de olsa yan bakar olduk. Sırf bizim gibi görünmüyor diye, bizim gibi düşünmüyor diye... Meşrebimiz, mensubiyetimiz, kavmimiz, dilimiz, kültürümüz farklı diye...

Hem İslâm’ın en temel prensiplerine aykırı, reddedilmiş bir tavır bu. Hem de 72 milleti bir arada barış ve adaletle yaşatmış bir büyük tarihin çocuklarına hiç yakışmıyor.

Yıllardır uğraştığımız terör belasını sona erdirmek, toplumsal barışı sağlamak için yapılması planlanan “açılımlar” şu sıralar ülke gündeminin en ateşli tartışma konusu. “Farklılıklarımıza tahammül edelim” yahut “farklılıklarımızı zenginliğe dönüştürelim” çağrıları revaçta. Bir toplumu oluşturan fert veya grupların farklı soylardan gelebileceği, farklı dilleri konuşabileceği, farklı inançlara, kültürlere, görüşlere sahip olabileceği ve bütün bunlara saygı gösterilmesi gerektiği sıkça vurgulanıyor. Yaşadığımız sıkıntıların, çatışma ve huzursuzlukların bu farklılıklara tahammülsüzlükten kaynaklandığı kabul edilmiş olunuyor böylece.

Şunu baştan söyleyelim: Müslüman toplumların yaşayacağı bir problem değil bu. Allah’ın nice hikmetleri icabı ortaya çıkan ırk, kavim, dil, kültür.. farklılıklarının normal şartlarda müslümanlar için problem teşkil etmemesi lazım. Nitekim dışarıdaki bütün gürültü patırtıya rağmen dinî cemaatlerin hiçbirinde böyle bir sıkıntı yaşanmıyor. Bu hal, sorumluluk sahiplerine en doğru ve kesin çözümü gösteriyor ama dinin ölçülerine riayetle böyle problemlerden uzak olan müminlerin de meseleye duyarsız kalmasını gerektirmiyor. Çünkü barışın, huzurun, kardeşliğin, birlik ve beraberliğin tesisi hepimizin görevi.   

Cevabı sizde sorular

“Farklılıkları idrak”, her zaman ve zeminde karşımıza çıkan çetrefil bir konu aslında. Modern söylemlerin çeşitlilik, farklılık, özgürlük, demokrasi vurgusu zihinlerimizi epeydir tahrip etti. Hangi farklılıklar karşısında hangi tavırları takınacağımızı karıştırır olduk. Neyi ayırıp edip neyi birleştireceğiz? Tefrika nedir, ihtilaf nedir, toplumsal birlik ve beraberliği nasıl sağlayacağız? Bu sorulara yeterince net cevaplar veremiyoruz. Bizim de maksadımız gündemdeki aktüel bir tartışma üzerinde görüş beyan etmekten ziyade, daha genel bir problemle ilgili ölçülerimizi hatırlatmak zaten. Fakat bugünlerde konuştuğumuz “etnik farklılıklara bakış” meselesi, sonuçta bu genel problemin tipik bir örneği. Bu örnek üzerinden bazı sorularla esas konuya girelim istiyoruz.

Bugün yaşadığımız problemin kaynağı hakikaten etnik farklılıklarımız mıdır, yoksa bu tür farklılıkları çatışma sebebi haline getiren daha derin bir idrak veya inanç sorunumuz mu var?

Eğer “biz” ve “öteki”nin sınır çizgilerini derinleştirecekse, farklılıkları belirginleştirerek öne çıkarmak çözüm müdür, problemi ağırlaştırmak mıdır?

Sünnetullah kapsamındaki farklılıklara “saygı” ile “tahammül” aynı şey midir?

Tahammülün içinde saklı katlanma, şikayet ve zoraki rızanın, sünnetullah karşısında küstahlık anlamına gelmesi bir yana, varsayılan ayrılıkları daha da körüklemeyeceği düşünülebilir mi?

Farklılıklarımızı zenginliğe dönüştürme fikri, pragmatist (faydacı) bir yaklaşımı ve bu uğurda kutsallarımızı kullanılıp atılacak bir malzemeye indirgeme tehlikesini taşıyor olabilir mi?

İnsanlar hangi sebep ya da müeyyide ile birbirlerinin farklılıklarına saygı gösterecektir?

Ve nihayet “fark” dediğimiz şey nedir? Bugün problem haline getirdiğimiz, “farklılık” saydığımız benzemezlikleri, müminin fark etmesi, farklılık olarak görmesi ne kadar doğrudur? 

Farklılıklarımız hakikaten fark mıdır? 

Her fark aynı değildir

Fark etmek, farkında olmak, farkına varmak fiilleri, “birbirine benzemeyen şeyleri ayırmak” anlamı yanında, “bir şeyin künhüne vâkıf olmak, hakikati idrak ve temel kanunu görmek” anlamına da gelir. Baş gözüyle nicelik, suret veya görüntü olarak birbirine benzemeyen şeyleri ayırmak da fark etmektir; basiretle, yani kalp gözüyle nitelik yahut özü bakımından birbirine benzemeyen şeyleri ayırmak da... Üstelik çoğu zaman zahirdeki farklara takılmak, hakikati fark edememenin işareti olur. Demek ki farktan farka fark var. Önce bunu fark etmeliyiz.

Şair, “Surette nazar eyler isen sen ile ben var / Ammâ ki hakikatte ne ben var, ne de sen var” diyor.

“Sen” ve “ben” ayrımı bir fark ediştir. Fakat tasavvufî bakışla aslında “sen” ve “ben”in birer görüntü olduğu, gerçek bir varlığının bulunmadığı, dolayısıyla böyle bir ayırımın yapılamayacağı da bir fark ediştir. Bunlardan ikisinin de doğruluğu ileri sürülebilir ama bu doğrulardan hangisine itibar etmeli?

Biliyoruz ki görüntü aldatıcıdır. Hakikati aynı, ancak sureti farklı şeylerin ayrı ayrı varlıklar olduğuna hükmetmek sağlıklı bir fark ediş değildir. Surete takılıp asıl olana intikal edememeye “gaflet” derler. Gaflet ise tam bir “fark edememe” halidir.

Bütün bunları hesaba katarak kendimize bir daha soralım: Hakikaten farklılıklarımızın farkında mıyız?

Dünya imtihanını “çoklukta birliği bulmak” şeklinde de özetleyebileceğimiz müslümanın, fark zannedilen şeylerin hakikatte farklılık olup olmadığının farkına varması gerekiyor öncelikle. Ya da şöyle söyleyelim: Müslüman, büyüklerin “fârukiyyet” dediği vasıfla vasıflanmakla mükellef. Çünkü vahiy bunun için inmiş. Kur’an-ı Kerim bunun için bir “furkan”, yani farklılıkları ayırt ederken esas almamız gereken tek ölçü.

Farklılıkların ne kadar farkındayız, “Furkan”a bakalım öyleyse.

Birlik ve ayrılık

Furkan bizi iman etmeye çağırır. İmanın ilk şartı ise kelime-i tevhit dediğimiz “lâ ilâhe illallah” ile en veciz tarifini bulan “tevhit”tir. “Birleme” anlamına gelen tevhit, kulun gayretini gerektiren bir farkında olma yahut şuur hali, bir idrak tarzıdır. Allah Tealâ’nın alemlerin Rabbi, yerlerin ve göklerin yaratıcısı, Kayyûm’u, çekip çevireni olduğu, O’ndan başka ilâh bulunmadığı idrakidir bu.

Fakat bu idrak Allah Tealâ’nın zatını değil, isim ve sıfatlarını kavrayabilir ancak. Allah’ın isim ve sıfatları ise mevcudatta kesret, yani çokluk ve çeşitlilik halinde tecelli etmiştir. Kesret, tevhidi engellediği kadar, tevhide imkan veren bir fırsattır aynı zamanda. Bu sebepledir ki tevhit, doğrudan doğruya kainattaki kesret veya vahdetle değil, kulun idrakinde gerçekleşen, gayrete bağlı bir sorumluluktur.

Yaratıcı iradenin takdiri olan farklılıkları yok saymak, iptale yeltenmek tevhit değildir. Kainatın yaratılışında ve varlığını sürdürmesinde tabi olduğu bu ilahî kanunlar haktır. Tevhit, bu kanunların eseri olan çeşitliliğin, hatta zıtlıkların uyumunu, birbirini tamamlamasındaki inceliği, kainat korosuna katkısını görüp bu muhteşem sistemi kuran kudreti kavramaktır.

Öte yandan kainattaki çokluk ve çeşitliliğin tevhidi zorlaştırdığı gerçeği, imtihanın kuralıdır. Mademki her imtihanda olduğu gibi dünya imtihanındaki tutumumuzun da sahihliği imtihanın kurallarına uymakla mümkündür, sünnetullaha bağlı farklılıklara itiraz etmemek, saygı göstermek, bunların hikmetine râm olmak gerekir.

Tecelli edenin varlığına ve birliğine ulaşmak, bunların bir bütünün parçaları ve tek bir iradenin eseri olduğunu görmek kaydıyla tecellideki çeşitliliği fark etmek, tevhide mani bir tefrik değildir. Tevhidin, yani “birleme”nin zıddı olan tefrik (ayırma), aslında “bir” olanı bölüp çoğaltmaktır ki böyle bir tefrik itikadî planda “şirk”, toplumsal planda “tefrika” demektir.

Tefrika, birbirini tamamlayan unsurların sureta farklı farklı olduklarını görmek değil, bunları birbirine tercih etmek, birini veya birkaçını ilahî düzeni bozacak şekilde ait olduğu bütünlüğün içinden çıkarıp başka bir yere koymaktır.

“Teârüf”teki incelikler

İnsanlar arasındaki tabii farklılıklar etnik kökenin belirlediği özelliklerden ibaret değildir. Mizaç, meşrep, yetenek, akıl, zekâ, maharet, anlayış.. bakımından da insanlar farklı farklıdır. Hucûrat suresinin bu ayetinde yalnızca kavim ve kabile mensubiyetinin zikredilmesini, cahiliyye döneminde neseple övünmenin yaygınlığına bağlayan müfessirler, takva dışındaki farklılıkların ayet kapsamına girdiğini söylerler.

Doğuştan getirdiğimiz bütün farklılıklar sünnetullahın eseridir ve Cenab-ı Hak bundaki hikmetin “teârüf” yani “tanışıp bilişmek” olduğunu beyan buyurmuştur. Tearüfteki “tanışma”nın kapsamında “belirlilik, yardımlaşma, muhatabın varlığını kabul etme, muhabbet” gibi anlamlar da vardır ve bunların toplamı insanî ilişkilerin nasıl olması gerektiğini anlatır.

İnsanları yahut insan topluluklarını, kendilerine özgü bir “belirlilikleri” yoksa tanıyamayız. Tanımak için sorduğumuz “kimsin, kimlerdensin” gibi sorular bir mensubiyet ifadesiyle cevaplanabilir ancak. Yardımlaşma ve dayanışma, karşımızdakini tanıdıktan, onun yapabileceklerini öğrendikten sonra gelir. “Temas sempati doğurur” kuralınca insanları tanıdıktan sonra sevebilir, varlığını kabul eder, farklılıklarına saygı gösterebiliriz.

Fakat galiba tearüfteki en önemli incelik, “şekilden öze, görüntüden asl’a giderek idrak” tarzındaki bir bilme, sezme veya tanımayı ifade etmesidir. Bu, insanı beşeriyeti ile değil, âdemiyeti ile tanımaktır. Efendimiz s.a.v., “bu dünyada ülfet edip muhabbetle anlaşan insanların ruhlarının alem-i ervah’ta tanışmış olduklarını” haber verdikleri bir hadislerinde, ruhların tanışıklığını “tearüf” kelimesiyle ifade buyurur.

Tearüf, insanı tevhit idrakiyle tanımaktır. Maddeye, şekle, görüntüye takılınca tearüf olmaz. Dolayısıyla dostluk, muhabbet ve saygı da olmaz. İblis’i hatırlayalım: Hz. Adem a.s.’ın bedenine üflenen ilahî nefha yerine beşeriyetindeki toprağı gördüğü için “Ben ateşten yaratıldım, o ise balçıktan” böbürlenmesiyle lanete uğramıştı.

Farkı fark etmek

Allah Tealâ Mürselât suresinin 4. ayetinde “farkı fark ettirenler” üzerine yemin eder. “Fe’l-fârikâtü farkan” ayet-i celilesiyle meleklerin mi yoksa peygamberlerin mi kastedildiği ihtilaflıdır. Bu ihtilaf ayetlerin nüzûlü veya tebliği aşamalarıyla ilgili olduğu için sonuçta Kur’an ayetlerinin kastedildiği noktasında bir ittifakı yansıtır.

Daha önce belirttiğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’in bir adının da “Furkan” olması bundandır. Fakat bu seferki “fark ettirme”, yaratılıştaki çeşitliliğin tabi olduğu birliği görmeye, dolayısıyla tevhide davet değildir. Mahiyet olarak bir olmayan yahut “bir”e ait olanla ait olmayan zıtlıkları ayırt etmeyi, bunları bir tutmamayı, çok net biçimde ayırım yapmayı ifade eder. Nitekim Mürselât suresinin bu ayeti meallerde genellikle “(Hak ile bâtılı kesin olarak) seçip ayıranlara” şeklinde verilmektedir.

Müminin “fârukiyyet” mükellefiyetine işarettir bu. Hak ile bâtılı, helal ile haramı, hidayet ile sapıklığı, doğru ile yanlışı dinin ölçülerine göre kesin çizgilerle ayırma; Hak’tan gelene tabi olup şeytandan yahut nefsten gelene uzak durma vasfıdır. Bu ayırma ve Hakk’a tabi olma işlemine “adalet” denir. Hz. Ömer r.a. bu husustaki örnek duyarlılığı sebebiyledir ki “Fâruk” unvanını almıştır.

Böyle bir ayırımı sağlıklı bir şekilde yapalım diye indirilen ayetlere, Hz. Peygamber s.a.v.’in ikazlarına rağmen biz nasıl oldu da bugün “asabiyye: soy sop, ırk düşkünlüğü” gibi bir bâtıla saplanıp kaldık? Din dışındaki bütün mensubiyetlerde aşırı tarafgirliğin, fanatizmin, ötekinin varlığına tahammülsüzlüğün cahiliyye adeti olduğunu söyleyip durduğumuz halde neden inancımızla amelimizi tevhit edemez, birleştiremez hale geldik?

Kur’an bu savrulmanın sebebini “bağy” olarak açıklıyor ve geçmiş ümmetlerin bağy yüzünden nasıl ayrılığa düşüp parçalandıklarını, helake sürüklendiklerini ibret alalım diye haber veriyor. Bugün yaşadığımız problemlerin giderilmesi için teklif edilen modern çözümlerin, yine modernizmin tabiatı gereği kullanılıp atılacak geçici tedbirler olduğunu, hastalığı sağaltamayacağını fark etmenin yolu da bu haberleri hatırlamaktan geçiyor.

“Bağy” modernleşince

Süreç şöyle anlatılıyor Kur’an’da: İnsanlar başlangıçta tek bir ümmettir. Zamanla nüfus çoğalmış, imkanlar artmış; güç ve yeteneğin hakimiyet kurmadaki rolü fark edilmiştir. Dünyaya bağlanan, nefsinin arzularına kapılan insanlar, daha rahat yaşama adına başkalarının hakkına el uzatmanın, onları istismarın ve sömürmenin yolların arayıp icat etmişlerdir. İnsanlar arasında sınıflaşmalar ve kamplaşmalar oluşmuş, çatışmalar başlamış, zulümler isyanları doğurmuş, her topluluk kendi mevzilerini korumanın veya genişletmenin savaşına tutuşmuştur.

Bu fesada sebep olan bağy, “bir şeyi istemekte sınırı aşacak, adaletten sapacak, başkalarının hakkına kastedecek, ilahî ölçüleri yok sayacak tarzda ileri gitmek” demektir. İnsanın kendisini sadece beşer olarak görmesinin, nefsinin hevasına uymasının kaçınılmaz sonucudur.

Bu hastalığa mani olmak, toplumun sulh ve salahını sağlamak için gönderilen peygamberlerine itaat etmedikleri için gayr-i müslim toplulukların, özellikle de Batılı kavimlerin tarihinde çok kanlı kavgalara yol açmıştır bağy. Fakat onlar ilahî yasalara ve vahye teslim olmak yerine yine sadece dünyevî çıkarlarını gözeterek maruz kalacakları tehdidi kendileri açısından en aza indirmek suretiyle bâğîliği sistemleştirmişler, adına da modernizm demişlerdir.

Modern anlayış, insanı beşeriyetine indirgediği, nefsin arzularını tatmine yöneldiği, tek dünyalı olduğu için bağîliği esas alır. Bu sebeple kapitalizm bağy’in modernleşmiş halidir mesela. Ulus-devlet modeli bâğîlerin birbirlerine karşı örgütlenme ihtiyacından doğmuş ve artık Batı’da da modası geçmiş bir 19. yüzyıl çözümüdür.

19. yüzyıla kadar Batı’dakine benzer vahim çatışma ve tefrikaları yaşamayan müslümanların, Batı’ya yöneldikten sonra bir “kertenkele deliğinde” sıkışıp kalması, Nebevî ikazı kulak ardı etmesindendir. Halbuki Efendimiz s.a.v. tehlikeye işaret için asırlar öncesinden şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki ümmetlerin yolunu adım adım izleyeceksiniz. Onlar keler deliğine girmiş olsa siz de gireceksiniz.”

Modernizm denilen keler deliğinden çıkıp sırat-ı müstakime yönelmeden bu sıkıntılar bitmez. Kulağa hoş gelen açılımlardan evvel Furkân’ı açıp okumayınca farklılıklarımızı hakkıyla fark etmek de düştüğümüz berzahtan kurtulmak da muhal görünüyor.

Hucurat’taki ayetin nüzul sebebi

Üstünlüğün bir kavim veya kabileye mensubiyette değil, takvada olduğu uyarısını içeren Hucurat suresi 13. ayetinin nüzul sebebi hakkında bazı olaylar aktarılır. Müslümanlar olarak kaçınmamız gereken davranışları örnekleyen bu olayları hatırlayalım:

Rasulullah s.a.v., Beyâdaoğulları kabilesinin azatlı kölelerinden Ebu Hind’i, bu kabileden bir kadınla evlendirmek istemişti. Beyâdalılar, “Biz kızlarımızı kölelerimizle mi evlendireceğiz!” diye şaşırıp rıza göstermeyince bu ayet nazil oldu diyenler vardır.

Mekke fethedilince Hz. Peygamber s.a.v.’in talimatıyla Bilal r.a. Kâbe’nin duvarına çıkıp ezan okuduğunda, orada bulunan bazı münafıklar Bilal’in siyahîliğine atıfla hakaretâmiz ifadeler kullandılar. Onların söyledikleri Efendimiz s.a.v.’e malum olunca bu ayetin indiği rivayet edilir.

Rasulullah s.a.v., Medine’de, hasta olan son derece müttaki bir siyahî köleyle yakından ilgilenmiştir. Vefatı sırasında yanında bulunmuş, teçhiz ve tekfinini bizzat yapmıştır. Ensar ve Muhacirden bazı müslümanlar, “Şöyle şöyle hizmetlerimiz varken Rasulullah bizimle bu kadar alakadar olmadı” diye Efendimiz s.a.v.’e gönül koyarlar. Ayetin bunun üzerine geldiği de söylenir.

Kulakları ağır duyduğu için Rasulullah s.a.v.’in meclisinde O’nun yakınında oturmaya gayret eden Sabit b. Kays, bir gün meclise geç gelmiş, kalabalığı hoyratça yararak öne geçmeye çalışmıştır. Meclistekilerden birinin “İnsanlara eziyet ediyorsun, otur oturduğun yerde!” sözleriyle çıkışması üzerine alınır, “Bu da kim böyle?” diye söylenir. O kişi “Ben falancayım” deyince, Sabit, ”Falanca kadının oğlu mu?” sözleriyle, cahiliyye zamanında hakir görülen bir kadın olan annesini özellikle anarak adamı utandırır. Rasulullah s.a.v. biraz sonra:

– Demin birisini annesine nispet eden kimdi, diye sorar. Sabit:

– Bendim ey Allah’ın Rasulü, der. Efendimiz:

– Mecliste olanların yüzlerine bak, buyururlar, o da bakar. “Ne gördün ey Sâbit?” diye sorunca:

– Beyaz, kırmızı, siyah yüzler (tenler) gördüm, cevabını verir. Rasul-i Ekrem s.a.v. bunun üzerine:

– İşte sen onlardan ancak din ve takva bakımından üstün olabilirsin, buyurarak, bu ayeti okur.   

Kırıp dökmeden uyarmak

Müslüman Allah için sever, Allah için buğz eder; ancak esas olan sevgidir. Buğz veya muhalefet, kişinin fısk yahut masiyetinedir. Muhatabın iyiliğini, toplumun selametini, Allah’ın rızasını hedeflediğinden yine sevgi temellidir.

Kamplaşmaların körüklendiği, sen-ben davasının alevlendiği zamanlarda, “onlar şu şu yanlışları yapıyorlar” deyip öfkeyle muameleden, tepkisel tavırlarla aynı yanlışlara düşmekten, ithamları genelleştirmekten kaçınmalıdır.

Muhalefet, itiraz veya sakındırmalar, dinimizin ölçüleri çerçevesinde güzellikle yapılır, suçlamayı değil korumayı amaçlarsa fayda sağlar. Maksat üzüm yemek, bir fitneyi def etmekse, Fussilet suresinin 34. ayetindeki “Kötülüğü (aradaki çatışmayı) en güzel bir muamele ile sav.” tavsiyesine uymak zorundayız.

Efendimiz s.a.v.’in, “Mümin ünsiyet eder ve kendisiyle ünsiyet edilir. Hoş geçinmeyen ve kendisiyle hoş geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.” hadisini unutmadan, yanlışlar üzerine mülayemetle gitmek gerekiyor.

Unutmayalım ki öfkeyle hareket edenin zararı böyle zamanlarda daha büyük olur; hem dünyasını hem ahiretini berbat eder.

Farklılaşmaya değil, farklılıklara saygı

Fıtrî farklılıklara saygı yaratılışa saygının gereğidir. Ancak bu, sadece bizim dışımızdaki kişi veya toplulukların bizimkine benzemeyen özelliklerine saygı göstermekten ibaret değildir. İnsan kendi fıtratına, hüviyetine, aidiyetine de saygı göstermelidir. Bu saygı, kendimizi bilmekle, başkalarına benzemeye çalışmamakla, taklitten kaçınmakla olur.

Dinimizde fıtrata müdahale, kadın veya erkeklerin birbirine benzemeye çalışması şiddetle yasaklanmıştır. Kılık kıyafetten oturup kalkmaya varıncaya kadar hemen her konuda gayrimüslimlere benzemememiz emredilmiştir.

Şimdilerde “kimlik” gibi ne idüğü belirsiz bir kelimeyle karşılanan “hüviyet” (O’luk, O’na aidiyetle kazanılan belirlilik) kavramı, insanın varlığını Allah’a nispet ederek belirler ve kulluk statüsünü ifade eder. Kulluk bilincinden ve Allah inancından uzaklaşan, yani hüviyetini kaybeden insan ve toplumlar mutlaka bir anlamsızlığın boşluğuna düşerler. Nesneleşmiş olmaktan, sıradanlıktan kurtulmak; var olduklarını göstermek için ilgi çekmenin, fark edilmenin yollarını ararlar.

En belirgin özelliği hüviyetsizliği olan çağdaş insanın, çılgınlık boyutundaki moda, değişim, farklılaşma tutkusunun gerisinde böyle bir rahatsızlık vardır. Sürekli değişme ve farklı olma tutkusunun; özgürlüğün, bağımsızlığın ya da “birey” olmanın şartı gibi sunulması, kapitalizmin pazarlama taktiklerinden başka bir şey değildir.

Müslüman böyle rüzgârlara kapılıp sürüklenmeyecek kadar hüviyet sahibidir. Yapay farklılıklara bir “rahatsızlık” olarak anlayışla yaklaşır ama saygı da duymaz.

İhtilaf Ne Zaman Rahmet Olur?

Bir konuda birbirinden farklı birden fazla görüş (rey) bulunması haline “ihtilaf” denir. İnsanların şartları, imkanları, yetenekleri farklı olduğu için bir mesele hakkındaki görüşlerinin de farklı olması tabiidir. Görüş farklılıkları meselenin tespitiyle de ilgili olabilir, çözüm teklifleriyle de...

Görüşlerin farklılığı, bunların her zaman ve mutlaka birbirine zıt olduğu anlamına gelmez. Böyle bir çeşitlilik, gelişmenin, en doğru olanı bulmanın, istişarenin şartıdır. Bu sebeple hadis-i şerifte “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır.” buyurulmuştur.

Fakat her ihtilaf rahmete vesile olmaz. Men edildiğimiz, tefrikaya yol açan ihtilaflar da söz konusudur. Mesela akaitle, inançla ilgili hususlarda ihtilaf edilmez. İhtilaf edenler Ehl-i Sünnet’in dışında kalır, tefrikaya düşmüş olurlar.

Kur’an ve Sünnet’e dayandırmak kaydıyla içtihada açık konularda fıkıh alimlerinin ihtilaf etmesi meşrudur. Ameldeki mezhepler böyle ortaya çıkmıştır ve hepsi de haktır. Ancak bu ihtilaf alanındaki meşruiyetin, herkesin kendi kafasına göre görüş bildireceği anlamına gelmediği, uzmanlık istediği unutulmamalıdır.

Mezhepler gibi çeşitli cemaat yapılanmaları da sonuçta “muhtelif görüşler”in eseridir ve rahmete vesiledir. “Geceyle gündüzün ihtilafında” olduğu gibi, nasıl kainattaki farklılıklar yaradılıştaki ahengi bozmuyor, tevhide mani olmuyorsa, müslümanların meslek, mizaç ve meşrep farklılıkları sebebiyle Allah’a giden yolda takip ettikleri usul ve yöntemler de ümmetin vahdetini bozmaz.

Ehl-i sünnet dairesindeki cemaatlerin yürüyüşlerindeki çeşitliliği belirleyen “görüş farkları”na saygı duymak, “kesrette vahdeti, vahdette kesreti: çoklukta birliği, birlikte çokluğu” görebilmenin yani zü’l’ayneyn (iki göz sahibi) olmanın gereğidir. Böyle farklılıklara; iki göz ile baktığımız halde, gördüğümüz şeyleri iki değil bir görmemizdeki hikmetle yaklaşılmalıdır. İtidal dini olan İslâm’da çokluk birliğe, birlik de çokluğa feda edilmez; aksi bir tutum “imtihan” yükümlülüğümüzle bağdaşmaz çünkü.

Bizi daha çok ilgilendiren ihtilaflar, günlük hayatta görüş belirterek inisiyatif almak durumunda olduğumuz iştigal alanlarında karşımıza çıkar. Bunların tefrika ve çatışma sebebi olmaması, rahmete yol açması şu şartlara bağlıdır:

• Ortaya konan farklı görüşler dinin prensipleriyle çelişmemelidir.

• Farklı görüşlerin sahipleri, “En doğru benimki; diğerleri yanlış veya bâtıl” deyip ısrarcı olmamalıdır.

• Farklı görüşler mutlaka ortak bir hedefi gözetmeli, aynı amacın gerçekleşmesine yönelik olmalıdır.

• İstişare sonunda farklı görüşlerden biri üzerinde karar kılınması halinde, artık herkes o kararı kendi görüşü imiş gibi benimseyip desteklemelidir.