- Farklı donanım ve hususiyetleriyle Efendimiz s.a.s

Adsense kodları


Farklı donanım ve hususiyetleriyle Efendimiz s.a.s

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Sat 16 October 2010, 04:34 pm GMT +0200
Farklı Donanım ve Hususiyetleriyle ALLAH Resulu (s.a.s)


Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu, özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir.
 
ALLAH Resûlü’nün ve diğer bütün peygamberlerin bir beşer olması, onlar için bir noksanlık değil, aksine bir kemaldir. Bir beşer değil de, melek veya cinlerden birer fert olsalardı, insanlara önder olamaz ve rehberlik edemezlerdi.

Kur’ân-ı Kerîm’de, ilk muhatap kitle içinden, kendi cinslerinden birisinin peygamber olarak gönderilmesindeki hikmeti kavrayamayan yahut kavramak istemeyenlerin “ALLAH peygamber olarak bir beşer mi gönderdi?” (İsrâ, 17/94) şeklindeki itirazlarına karşı şu cevap verilmiştir: “(Ey Nebi) Onlara (şu sözümü) ilet: Eğer yeryüzünde (insan değil de) itmi’nanla yürüyen melekler olsaydı, Biz de onlara (onların cinsinden bir) melek peygamber gönderirdik.” (İsrâ, 17/95)

Resûl-i Ekrem gibi, diğer peygamberler de birer beşerdir ve insanoğluna gönderilmiştir. Eğer böyle olmasaydı, insanlar onlarla konuşup anlaşamaz ve onlarla iletişim imkânı bulamazlardı.1 Bu itibarladır ki Kur’ân “Eğer Biz peygamberi bir melek kılsaydık (melek olarak gönderseydik) onu yine bir insan suretinde gönderirdik..” (En’âm, 6/9) buyurmaktadır.

Beşerî Yönünü Vurgulayan Âyetleri Nasıl Anlamalıyız?

Kur’ân-ı Kerîm’de ALLAH Resulü’nün beşerî yönünü dikkatlerimize arz eden âyetler vardır. Bu hususu en belirgin şekilde dile getiren ‘De ki, ben de sizin gibi bir beşerim.’ ifadesinin yer aldığı âyetlerdir.

İşte Kur’ân’ın bu vurgusundan hareketle kimi dikkatsiz zihinlerce ‘ALLAH Resulü donanım olarak diğer insanlardan farkı olmayan bir beşer’ olarak düşünülmektedir. Ne var ki Kur’ân-ı Hakîm’in ifadelerine bir bütünlük içinde baktığımızda bu türden bir algıyı/iddiayı destekleyici bir anlamın çıkarılamayacağı görülecektir. Meselâ Fussilet Sûresi’nde geçen âyet-i kerîmeye sonrasıyla (siyakıyla) bir bakalım: “De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim, yalnız bana şu vahyolunuyor: Sizin ilâhınız, sadece bir tek İlâhtır. Artık O’na istikamet içinde yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. O’na eş/ortak tutanların vay hâline!” (Fussilet 41/6. Ayrıca bkz. Kehf 18/110)

Esasında ‘sizin ilâhınız, sadece bir tek ilâhtır’ şeklindeki bir sonraki cümle böyle bir vurguyla neyin kastedildiğini bütün berraklığıyla ortaya koymaktadır ki bu da, ALLAH Resûlü’nün ilâh olmadığı, dolayısıyla onda ulûhiyet özelliklerinin aranmaması gerektiğidir. Yani bu ve benzeri âyetler ALLAH Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer insanlar gibi beşerî ihtiyaçlarının olduğu, teklife muhataplığı, ölümlü oluşu, ALLAH bildirmedikçe gaybı bilemeyeceği, güç ve kuvvetinin sınırlılığı gibi hususları içermektedir. (Nitekim ALLAH Resulü de bu emrin gereğince ALLAH’ın koyduğu nizama uygun hareket ediyor ve derin kulluğunun yanında arkasındakilere beşeriyetin gereği olan yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi meşru dairedeki zevk ve lezzetlerin âdâbını fiilen talim ediyordu.) Öyleyse bu cümlenin içeriğinden ALLAH Resulü’nün sıra üstü özel donanımlı bir beşer olduğu gerçeğini dışlayıcı bir anlam çıkarılamaz. Zîrâ bu âyet sadece onun beşer üstü bir varlık olmadığı hususunu vurgulamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu çerçevede ALLAH Resulü’yle ilgili olarak yer alan başka âyetler de vardır ki, bunlarda da aynı noktaya temas edilir. Meselâ İsrâ Sûresi’nde şöyle buyrulur:

“Ve ‘Biz’ dediler; ‘Sana asla inanmayacağız. Ta ki yerden bir pınar akıtasın. Yahut senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralarından gürül gürül ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin, ya da ALLAH’ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar senin söylediklerine şahitlik etsinler. Yok, yok! Bu da yetmez, senin altından bir evin olmalı yahut göğe çıkmalısın. Ama unutma! Sen bize oradan dönerken okuyacağımız bir kitap indirmedikçe yine de senin oraya çıktığına inanmayız ha!’ De ki: “Fe Sübhanallah! Ben sadece elçi olan bir beşerden başka bir şey miyim?”(İsrâ, 17/90-93)

Bu âyetlerden de açıkça anlaşılmaktadır ki Resûl-ullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşeriyetine vurgu yapılarak verilen cevap, müşriklerce ulûhiyete has olan şeylerin ondan istenmesine yöneliktir; zor durumda bırakma kastıyla ondan beşer kudretinin ötesindeki icraatların beklenmesiyle ilgilidir. Yani o bir beşerdir ve beşerin ilâh olması imkânsızdır. İşte bu imkânsızlığı açıkça belirtmek için ALLAH Resûlü’nün beşerîliği ön plâna çıkartılmıştır. Dolayısıyla bu cümle hiçbir şekilde Hz. Peygamberin ‘donanım ve konum bakımından’ diğer insanlardan bir farkının olmadığı iddiasını destekleyici bir delil olma özelliğine sahip değildir.

Bir kere daha vurgulamak gerekirse, bu çerçevede şeref-nüzul olmuş âyet-i kerimeler Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) farklı hususiyetleriyle fevkalâde donanımlı bir beşer olduğu gerçeğini reddedici bir anlamı asla taşımamaktadır, bu âyetler yalnızca onun beşer üstü bir varlık olamayacağını dile getirmektedir. Öyle görünüyor ki -eksik bir şekilde yorumlanan- bu âyetlerden hareketle ALLAH Resûlü’nün beşerî yönünü mübalağalı vurgularla öne çıkarmaya çalışanlar, onun, farklı hususiyetleri ve farklı donanımıyla ilâhî vahye/kelâma mazhar müstesna bir beşer olduğunu unutmuş bulunmaktadırlar.

Bu çerçevede önemli bir hususu daha hatırlatmakta yarar görüyoruz: Tarihî süreçte peygamberlerin risalet yönüne odaklanıp beşerî yönünü akıllarına sığıştıramayanlar onları -Hz. İsa örneğinde olduğu gibi- insanüstü bir varlık gibi düşünmüş ve beşerî yönünü görmezden gelmişlerdir. Ancak ALLAH Rasulü’nün ümmetinden hiçbir fert onun beşer olma vasfını inkâr etmemiş ve daha önceki bazı toplumların kendi peygamberleriyle ilgili düştükleri yanılgıya düşmemişlerdir. Müslümanlar ‘eşhedu en lâ ilahe illellah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasulühü’ diye şehadet getirirlerken, O'nun risaletinden evvel kulluğuna şahitlik etmişlerdir.
ALLAH Rasulü’nün tâ baştan tembih mahiyetinde şu sözü de ümmetinin söz konusu bir yanılgıya düşmemesinde etkili olmuştur: “Sakın Nasarânın (Hristiyanların) İsa b. Meryem hakkında aşırı övüp ifrat ettiği gibi benim hakkımda ifrata düşmeyin; ben, ALLAH’ın kuluyum. Öyleyse (benim için) ‘Muhammed ALLAH’ın kulu ve Rasulü’dür’ deyin.” (Buharî Enbiya 48; Hudûd 31)

Netice olarak ifade etmeliyiz ki Hristiyanların Hz. İsa’yla alâkalı ifratkâr düşünceleri ne kadar yanlışsa, bugün kimi teologların ALLAH Rasulü’yle ilgili sıradanlaştırıcı tefritkâr yaklaşımları da en az o kadar yanlış ve üzüntü vericidir.

Özel Donanımı

Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), şüphe yok ki bir insandır. Beşeriyetinin gereği olarak bizde bulunan şeyler onda da bulunur; o da yer, içer ve uyur. Ayrıca bizim sahip olduğumuz duygular onda da vardır. Ancak müşterek olduğumuz bu özellikler2 onun donanımının bizimle aynı seviyede olduğunu gösteren bir delil değildir. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların istidatça en yüksek ve ahlâkça en mükemmel olanıdır.

Bediüzzaman Hazretleri Mucizat-ı Ahmediyye adlı eserinde ALLAH Resulü’nün yüklendiği görev itibariyle böyle olması gerektiğini kendine has mantık örgüsüyle ele alır. İlgili yeri kısmî bir sadeleştirmeyle aktarmak istiyoruz: Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, şuur ve fikir sahibi konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem onlarla konuşacak, elbette onlar içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle konuşacaktır. Madem insan neviyle konuşacak elbette insanlar içinde hitaba kabiliyetli ve en mükemmel olanlarla konuşacaktır. Madem.. nev-i beşere mukteda (rehber) olacaklarla konuşacak, elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek istidatta ve en alî ahlâkta olan.. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ile konuşacak. Nitekim konuşmuş, resûl olarak görevlendirmiş ve nev-i beşere rehber yapmıştır.3 Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşsiz bir beşer oluşunu dışarıdan (Batılı) birisi olarak Prens Bismark da şöyle ifade eder: “Ben iddia ediyorum ki Muhammed eşsiz bir kuvvettir. Artık ‘Kudret Eli’nin böyle ikinci bir vucudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.”4

O (s.a.s.) bu yüksek ruhî özelliklere sahip kılınmasaydı melekler ve yüce âlemlerle irtibat kurma imkânı olmazdı (Kadî Iyaz, Kitabu’ş-Şifâ, s. 455) ve Kur’ân gibi mu’ciz bir beyan onun kalbine yüklenemezdi. Zîrâ bütün vahiylerin hülâsası, son ve en kapsamlı bir hitaba muhatap kılınma, özel bir durumdur, bunun için O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıra üstü bir donanıma sahip olması gerekir.

Esasında bütün varlığı ilgilendiren bir mesaja ve kâinatın rengini değiştirecek bir nura (vahye) muhatap olarak seçilen kişinin nazarı en geniş, şuuru en derin ve ahlâkı en yüksek bir Zât olması kaçınılmazdır. Nitekim Kur’ân’da yer alan “Şüphe yok ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem 68/4) âyeti bu hususa işaret etmiş olmaktadır. Şöyle ki risalet gibi yüksek bir misyonu temsil edecek Zât’ta yüksek bir hulukun (ahlâkın) bulunması gerekir. Bunun gerçekleşmesi ise ancak yüksek donanımlı bir halk ile (yaratılışla) mümkündür. Denilebilir ki belli darlıklar içinde bulunan bizler kendimizi zorlasak dahi ALLAH Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) özel donanımını hakkıyla anlayamayız. Zîrâ ‘hayırlılar içinden seçilmiş’ (Sâd 38/47) peygamberler zümresinin istidat ve ahlâkça en yüksek olan bir ferdinin mahiyetine ait derinlikler, ruh aynamızın kabiliyeti nispetinde bize aksedecektir.

Hâsılı, yüce ALLAH hâtemu’n-nebiyyîn olan Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün peygamberlerin mesaj ve mirasına vâris olmak üzere seçmiştir. Böylesine önemli bir işi/misyonu yüklenecek olan Zât’ın fevkalâde bir donanımının olması kaçınılmazdır.

Bakış Açısındaki Saygının Korunması
Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’ın tercümanı ve elçisi olma sıfatıyla ALLAH’ın insanlar hakkında razı olduğu model bir şahsiyettir (üsve-i hasenedir). Bu itibarla da onun normal beşerî davranışlarında dahi risaletinin boyası vardır.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı hayatın bütün alanlarında model şahsiyet olma hususiyetini risaletinden aldığı ışıkla/güçle gerçekleştirmiştir. Nitekim risaletinin aydınlığında yürüyen bir beşer olması sayesindedir ki, onun normal fıtrî muameleleri (âdetleri) bizler için ‘âdâb’ olmuştur.5 Ve yine bu sayededir ki, onun insanlarla olan beşerî münasebetleri sıra üstü ahlâkî güzellik ve örnekliklerle neticelenmiştir.

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde hususiyetleri olan resul bir beşerdir. Bir başka ifadeyle O, semavîliği içinde arzîliği, arzîliği içinde de semavîliği temsil eden bir beşerdir. Şu hâlde O Zât hakkında eksik ve yanlış bir kanaate düşmemek için bu hususun zihinde sürekli canlı tutulması gerekir. Sözgelimi, siyer ve hadîs kitaplarından O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) çarşı içinde bedevî bir Arap karşısında -bir atın pazarlığıyla alâkalı olarak- ısrarını (Ebu Davud, Akdıye 20; Nesaî, Buyu’ 81) takip ederken, bir taraftan da O'nun beşerin idrak sınırlarını aşan İsrâ-Mi’rac gibi öteler ötesi varlıkta misli olmayan kutsi bir yolcuğun sahibi olması6 gibi yönlerini de mülâhazaya almamız gerekir.7 Evet, bu gibi durumlarda nazarlarımızı her vakit O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) nuranî mahiyetine ve risalet mertebesiyle temsil olunan mânevî şahsiyetine çevirmeliyiz. Aksi takdirde –farkında olmaksızın- ya O’na karşı saygıda kusur ederiz veya O’nun büyüklüğü hakkında şüpheye düşeriz.8

Bugün saygı mevzuunda bazı kesimlerce içine düşülen çıkmazlardan biri de -modern zamanların pozitivist ve rasyonalist tesirlerinden beslenen- indirgemeci bir üslûpla ALLAH Resûlü’nün ‘sıradan bir tebliğci/postacı’ gibi görülmesidir. Bu sakim anlayışın da sonuçları itibariyle saygı sınırlarını zorladığını belirtmemiz gerekir. Çünkü mesajı getiren Zât’a karşı kusurlu bakışın, onunla gelen mesajın da kusurlu bir şekilde algılanmasına sebep olacağı açıktır.

O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygının devam eden bir duyarlılıkla korunması lâzımdır. Zîrâ zaman eskidikçe mesajın bizim zihinlerimiz ve nazarlarımızda solmaması, hep taze olarak hissedilmesi ve bizde sürekli o mesaja müracaat etme istek ve arzusunun kalması, bu saygının canlı tutulmasına bağlıdır. Hâsılı, mesajla mesajı getiren zât arasında çok önemli bir münasebet vardır. Onların saygınlıkları korunduğu nispette mesajlardan istifade oranı da o nispette artmış olacaktır. 9

Bir İtiraz ve Cevabı

ALLAH Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı korunması gereken saygı konusunda yapılan bu vurguları mübalağalı görenler itiraz mahiyetinde şöyle demektedirler: O, içimizden birisidir, farklı bakışlarla onun bizden uzaklaştırılması, onu takip etmeyi/örnek almayı imkânsız kılmaktadır.

Şüphe yok ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) içimizden birisidir. Nitekim Kur’ân da ‘içinizden biri’ anlamında bu duruma ‘resûlen min enfusihim’ (Âl-i İmrân 3/164) ve ‘resulen minhum’ (Cuma 62/2) gibi ifadelerle dikkat çeker. Bununla birlikte Kur’ân Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde özellikler sahibi seçkin bir beşer olduğunu da bize öğretir. Öyle ki Kur’ân’da ALLAH (celle celâlühü) için kullanılan iki sıfat Hz. Peygamber için de kullanılır: “Kasem olsun ki size nefsinizden (kendi içinizden ve cinsinizden) öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz O'na çok ağır gelir. O ki size çok düşkündür (üzerinize titrer); inananlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir (raûf ve rahîm’dir).” (Tevbe 9/128)

Bu İlâhî beyanın ışığında O'nunla alâkalı tespitlerimize özen göstermemiz gerekir ki o da şudur: Evet ALLAH Resulü içimizden birisidir, ancak O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir hususta seviyemize indirilecek birisi değildir. Bir diğer ifadeyle, O hem-cinsimizdir, yani içimizden bir beşerdir; ama O'nda, bizde olmayan derinlikler vardır.10 O ki (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca üstün ahlâkın her bir ünitesini/şubesini en yüksek mertebeleriyle temsil edip11 eşsiz bir rehberlik sergilemiştir. Bunun için olsa gerektir ki yaşadığı hayata/ömre bizzat ALLAH tarafından kasem edilmiştir. (Hıcr 15/72)

Kısa bir hatırlatmadan sonra, ALLAH Resûlü’nün üstün donanımını görmek istemeyenlere şu soruları yöneltmek istiyoruz: 1- Hep yüksek düşünüp yüksek yaşamış ferd-i ferîd bir şahsiyeti konumuna uygun bir şekilde anlatma gayretinin nesi/neresi onu kendimizden uzaklaştırma faaliyetidir? 2- Acaba sıradanlaştırılmış bir peygamber tasavvuru bize ne kazandıracaktır? O'nu kendi seviyemize indirmenin pratikte ne gibi yararı olacaktır? Bu durum Hakk’a teslimiyetimizi mi artıracak, yoksa hayatımızı daha derince yaşamamızı mı temin edecektir? Hiçbirisi.

Esasında üsve-i hasenemiz (model şahsiyetimiz) olan bir beşeri (peygamberi), ahlâkî değerleri temsilde hep ileri bir noktada ve üst bir çizgide bulmamız/görmemiz, gücümüz nispetinde bizi ona yakınlaşmaya sevk/teşvik eder. Bu hareketlilik de sürekli olarak yükselişimize vesile olur.

Öyle anlaşılıyor ki peygamberleri bilerek veya bilmeyerek sıradan bir seviyeye çekme ve bu düzlemde değerlendirmeye tâbi tutma anlayışı/alışkanlığı, akıldan ziyade nefsin arzularından kaynaklanmaktadır. Zîrâ nefis, zor/sıkıntılı durumlar karşısında kolayca hata işleyebilen veya beşerî zaaflarına –hâşâ- yenik düşebilen sıradanlaştırılmış bir peygamber tasavvuru içinde yanlışlarını/günahlarını, daha kolay şekilde saklama imkânı bulmaktadır. Yani bir peygamber için bile bunlar rahatlıkla söz konusu olabildiğine göre endişe edilecek bir durum yok demektir. Evet, peygamberleri yüksek hâlleriyle kabullenmeye razı olmayan nefislerin onları kendileri gibi sıradan bir beşer olarak görmeyi arzu etmeleri kaçınılmaz olmaktadır.

İşte bu olumsuz neticeye maruz kalmamak için Resûl-i Ekrem’e, nefsin değil, vahyin takdim ettiği şekliyle bakılması gerekir. Şimdi bu zaviyeden şu âyet-i kerimeyi yeniden okumaya çalışalım:“Şüphesiz ki ALLAH ve melekleri Peygamber’e salât etmekte (O'nun şerefini gözetmekte ve şanını yüceltmekte)dirler. O hâlde siz de ey müminler O'na salât edin (yani O'nun şanını yüceltmeye özen gösterin) ve O'na içtenlikle selâm edin (esenlik dileyin).” (Ahzâb 33/56) Bu ilâhî beyandan, saygıya ve övgüye en çok hakkı olanların peygamberler olduğunu anlıyoruz. Öyleyse onlara karşı gerek düşünce, gerekse söz ve yazıda dikkatli olmaya çalışmak bizim için bir sorumluluk olmalıdır.

Netice

Peygamberler (aleyhimüsselâm) üstün karakter ve yüksek haslet sahibi müstesna insanlardır; Onlar sıradan bir beşer değillerdir. Öyleyse inanmış her bir fert bu mümtaz silsileyi -hususiyle bu silsilenin son ve en mükemmel halkası olan ALLAH Resulü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüksek hâl ve konumuyla kabul etmeli ve bu duyarlılığı korumayı bir vecibe bilmelidir.


* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi

Dipnotlar

1. Bu bağlamda yapılmış bulunan izahlar için bkz. Kadî Iyaz, Kitabu’ş-Şifâ, s. 455-456.
2. Esasında burada da yine gözden uzak tutulmaması gereken önemli bir detay söz konusudur. Hz. Peygamber, yeme-içme ve uyuma özelliklerine sahip olma bakımından bizimle aynıdır, yoksa o yemek ve uykunun ölçü ve miktarı bakımından da bizlerden çok farklı yaşamıştır. Ömrü boyunca hep sınırlı bir uyku ve hayatta kalmasına vesile olabilecek bir yemekle yetinmiştir.
Bunun yanında Hz. Peygamber’in cismanî güç bakımından da farklı bir derinlikte yaratıldığını gösteren sahih rivayetler vardır. Meselâ başta Buhari olmak üzere birçok muteber hadîs kaynağında ALLAH Resulü kendisinde normal insanlardan otuz defa daha üstün bir erkeklik gücünün olduğunu ifade buyurmuştur. (Bkz. Buharî, Gusl 12; İbn Hanbel, Müsned, III, 291.) Buna rağmen O (s.a.s) –mahremi olmayan- bir kadına başını kaldırıp bakmamıştı. Bu O'nun kadına karşı ilgisiz bir tabiata sahip olmasından kaynaklanmıyordu. O'nu böyle iffetli hâle getiren ALLAH’a karşı olan saygı ve haşyetiydi. Zîrâ Rabbi O'nu bütün güzel hasletleri temsil etsin diye yaratmıştı. (M. Fehullah Gülen, Enginliğiyle Bizim Dünyamız s.74)
3. Nursî, Said, Mucizat-ı Ahmediyye, Şahdamar yay. İstanbul 2008, s. 5.
4. Bkz. Mustafa Ateşmen, Avrupalı Gözüyle İslam, Y. Asya yay. İstanbul 1973, s. 196.
5. Edebin her bir nev’ini/ünitesini en güzel bir surette ALLAH O'nda cem etmiştir. Nitekim bu hakikati teyiden ALLAH Rasülü de bir hadislerinde şöyle buyurur: “Rabbim bana edebi en güzel bir surette ihsan etmiştir.” Münavî, Feyzu’l-Kadir, I, 225.
6. Bkz. ayetler için: Necm 53/1-8. Hadîs-i şerifler için: Buharî Salat 1, Müslim, Eman 259; Ebu Davud, Edeb 35; İbn Hanbel, Müsned, III, 148.
7. ALLAH (c.c) bu davetle haslar üstü has bir kulunu -varlığın mülk ve melekût mertebelerini birer birer gezdirip/kat ettirip- imkân ve vücub arası bir noktaya (kab-ı kavseyne) ulaştırmıştır. (Bkz. Necm, 9).
8. Bediüzzaman hazretlerinin yaklaşımı için bkz. Mucizat-ı Ahmediyye, Şahdamar yay, İstanbul 2008, s. 18-19.
9. Özetleyerek iktibasta bulunduğumuz bu yorum için bkz. M. F. Gülen, Sohbet-i Canân, GYV yay, İstanbul 2004, s. 55-60.
10. Bu âyet-i kerimeyle, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) erişilmesi imkânsız iki derinliği dikkatlerimize arz edilir: 1. Her şeyden önce O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendini unutmuşluk ölçüsünde, derdimizi kendi derdi gibi görüp onların acısını her vakit içinde yaşamaktadır. 2. O’nun insanlıkla hususiyle inananlarla ilgisi yalnızca sıkıntılarını derinlemesine vicdanında duymakla da kalmamaktadır; onların akıbetini tehlikeye sokacak problemlerin halli için tabiri câizse kutsi bir hırsla gayret sarf etmektedir.
11. Nitekim bu hususa Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisi şu nebevî beyanıyla dikkat çeker: “Ben üstün ahlâkî hasletleri tamamlamak üzere gönderildim/görevlendirildim” Muvatta, Hüsnü’l-Huluk 8.
 



Doç. Dr. Yener Öztürk