neslinur
Sun 28 March 2010, 05:06 pm GMT +0200
Evliyanın Büyüklüğünü İnkar
Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Sinan adında bir oğlu vardı. Bu oğlu ilim tahsîli yapmış, zâhirî ilimlerde çok yükselmişti. Ancak babasının büyük velî olduğunu bir türlü kabûl etmiyordu. Tasavvufta yükselmek, kemâle ermek istiyordu ve ken- dine rehberlik edecek yol gösterici bir mürşid arıyordu. Kuvvetli bir ilim tahsîli yapmış olduğundan hep kitaplarla meşgûl olurdu. Nihâyet bir gün babasına; "Herkes seni sevip sayıyor. Eğer beni önceden yetiştirseydiniz, size itâat ederdim. Fakat zâhir ilimlerde bilginiz yok. Benimse çok müşkülüm var." dedi. Bunun üzerine babası; "Oğlum sen de murâdına erersin. Benim sözümü dinle, bu yolda gayret göster, Mekke´ye git, Kâbe´yi tavâf et. Safâ ve Merve arasında sa´y edip, Makâm-ı İbrâhim´e varınca, ALLAHü teâlâya yalvarıp duâ et. İki rekat namaz kıl. Selâm verip duâ ettikten sonra yanında ihtiyar bir zât görürsün. O zât senin gönlünün derdine çâre olur. O gönül sırlarından haberdârdır. Nice sırları ondan öğrenirsin." dedi.
Babasından böyle bir işâret alınca, Kâbe´ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke´ye gitmek için bir gemiye bindi. Hava gâyet sâkin ve gemi yolcu ile doluydu. Yolculukları sırasında hava değişip rüzgâr esmeye ve deniz dalgaları coşmaya başladı. Sonunda gemi battı. Yolculardan kimi boğuldu, kimi kurtuldu. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinân ise boğulmak üzere olup dalgalar arasında çırpınıyordu. Bu sırada babası âniden gözüküp onu boğulmaktan kurtardı ve gözden kayboldu. Boğulmaktan kurtulduğu için ALLAHü teâlâya şükretti.
Kurtulan diğer yolcularla birlikte karadan yürüyerek yola devâm ettiler. Ancak hallerinin ne olacağını bilmeden yolculukları sıkıntılı geçiyordu. Bir müddet gittikten sonra çölde eşkıyâ yollarını kesip hepsini esir aldı. Sinan bu sefer de tuzağa düşmüş bir yabancı kuş gibi esir oldu. ALLAHü teâlâya tevekkül edip sabırla beklemeye başladı. Onu bir zindana kapattılar. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Çok halsiz ve zayıf düşmüş, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ayrıca çok da işkence görüyordu. Bu ızdırap ve zindandan kurtulmak için hiçbir çârenin olmadığını anladı. O zaman ALLAHü teâlâya duâ edip, şöyle dedi:
"Yâ Rabbî! Bana lutfeyle, çok günâhkârım. Senin velî kullarından olan babama değer vermez ve inanmazdım. İnadım sebebiyle içinde bulunduğum bu sıkıntıya düştüm. Babama hiç teslim olmazdım. Onun sözlerini hiç tutmazdım. Kimsenin sözünü beğenmez ve yüzünü görmek istemezdim. Babama hiç baş eğmezdim. Yâ Rabbî! Benim çektiğim hep bu yaptıklarımdandır. Bana ihsân eyle kurtar beni. Şimdi kabahatimi anladım." diyerek gece-gündüz ağlardı.
Günlerce böyle çâresiz gam ve dert çekip kurtulacağı günü bekledi. Bir gün ellerini ve ayaklarını da bağladılar ve; "Şimdi senin gözlerine de mil çekip seni kör edeceğiz, artık dünyâyı görmez olursun ve bir yere gidemeyip, buralarda kalırsın." dediler. Bu sözleri işitince, çâresizlik ve dehşet içinde çok ağladı. Artık tam çâresizlik içine düşüp gözlerini de kaybetme korkusu içindeyken birdenbire babası Kemâl Ümmî hazretleri karşısına çıkıverdi. Elini uzatıp; "Gözünü yum beri gel. ALLAHü teâlânın kudretini göresin. Hep âh edip inlersin." dedi. Sonra onu anlamadığı bir şekilde tutup Kâbe´ye bıraktı. Gözlerini açtığında Kâbe´nin yanında idi. Bu hallere çok şaşırıp, günahlarına ve kabâhatlerine pek ziyâde pişman oldu. Tam bir ihlâs ile cânu gönülden Kâbe´yi tavâf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim´e geçip iki rekat namaz kıldı.
Bu hâlini kendisi şöyle anlatmıştır: Makâm-ı İbrâhim´de iki rekat namaz kıldım. Selâm verdikten sonra; "Yâ Rabbî bu yolda nice sıkıntılar çektim. Şimdi beni murâdıma erdir." diye duâ edip ellerimi yüzüme sürdüm. Bu sırada yanımda oturan yüzü örtülü bir ihtiyâr gördüm. Elini öptüm ve; "Efendim şimdi sizden ricâm, beni murâdıma kavuşturmak için himmet eylemenizdir. Derdime bir çâre ihsân edin." dedim. Bana; "Evliyâya karşı inadı terkeyle, onlara îtimât göster. Görünüşlerine bakma! Onların bâtınlarına iç alemlerine bak. Neden gördüğünü ilimden habersiz zannedersin. Zâhir ilimle ALLAHü teâlâya kavuşmayı mı murâd edersin! Zâhir ilmi olmayanı Hak´tan uzak mı sanırsın? Gerçi ilim kişiye faydalıdır. Fakat bu ilimle amel edilmeyince, faydası olmaz. Dünyaya düşkün olmayan, haramlardan sakınan mevlasına kavuşur. Eğer bu sözleri anlayıp idrak ettiysen, mürşidine yol göstericine teslim olman gerekir." buyurdu ve bir hayli nasîhat etti.
Sinan Efendi bu nasîhatları dikkatle dinleyip çok göz yaşı döktü. Kendisine nasîhat eden zât yüzündeki örtüyü kaldırıp ona yüzünü gösterdi. Baktığında onun babası olduğunu gördü. "Derdime yine babam çâre oldu." diyerek elini öpüp ayaklarına kapandı. Artık babasının büyük bir velî olduğunu açıkça görüp anladı. Ona teslim oldu ve duâsını aldı. Kâbe´deki hizmetçiler Sinan´ın yanına yaklaşıp; "Bu zât neden sana bu kadar yakın alâka gösterdi. Senin de ona karşı muhabbetin nedendir?" dediler. "Bu zât benim babamdır." deyince, hizmetçiler; "Bu zât elli seneden beri beş vakit namazını Kâbe´de kılar. Biz onu hep burada görürüz." dediler. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinan, daha sonra babasının terbiyesinde tasavvufta yetişip mârifet sâhibi fazîletli bir zât oldu.
Horasan?da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Câhillerin evliyâyı inkâr etmesi, büyüklere dil uzatması, onları anlamaktan uzak olmaların- dan ve kalblerinin hikmeti almamasındandır.?
Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde, ALLAHü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur etmemeyi tavsiye etti. Bir defâsında buyurdular ki: Evliyâya dil uzatan, onlara karşı e- dep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet bes- lemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir." Buyu- ruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur."
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâ- gî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:
"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi."
Talebelerinden biri ona; "Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye sorunca; "O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî´nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."
Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.
"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şekilde göründü." buyurdu.
Abdurrahmân Tâgî hazretleri; olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:
"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid´atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sıra- t-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi müm- kündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid´at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır. İn- san sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhat- lerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâ- ni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye soktuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıka- rım.
Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez.
Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât ALLAHü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağ- mur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur vermedin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üzerine ce- nâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii ALLAHü teâlâ tara- fından, yeniden verildi."
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa´rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanı emirle- rinden; Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı nama- zından sonra bir yerde toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velî- lerin kerâmetlerinden anlatırlardı.
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa´rânî´ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık bir ordunun Mısır´a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu kumandanı, Mısır´ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır´ın sâhibi ile görüşüp, Mısır´ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır´ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da; "Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´dir." dedi. Ku- mandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa´rânî´yi evinde bulama- dılar. Oğlu Abdürrahmân´a durumu anlattılar. Abdürrahmân, babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Mu- hammed Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır´ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa´rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr´ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine de karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr e- denler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar se- bebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ede- rek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse var- dı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî´nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şe- nâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî´ye arzetti. O anda; "Sabret! O, yakında cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
ALLAHü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip, büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır.
Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında da, haddini bil- mez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; "Ben de onun gibi olabilirim." düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan düştü ve boynu kırıldı. Hatâ- sını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; "Beni Ahmed Satîha hazretlerinin yanına götürün." diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazret- lerinin yanına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, ke- râmet olarak o kimsenin durumunu anladı ve tebessüm edip; "Öyle yap- makla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı. ALLAHü teâlâya tövbe et! Boynun düzelir." dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi ge- tirenlere vererek; "Bununla hastanın boynunu oğun." buyurdu. Yağlayıp oğdular ve ALLAHü teâlânın izni ile boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşün- ce ve hâllerinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet ile, o zâtın büyük- lüğünü anlayıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da, Ah- med Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin dayısı Ferîdüddin-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir´i İslâmiyetin zayıfladığı Kalyâr´a (Gvâliyar) gönderdi. Ah- med Sâbir 14 Şubat 1253 (H.650) günü Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyâr´a hareket etti. Oraya vardığında Ebü´s-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî´nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar´a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Musammad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn-i Sâbir´- in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bil- dirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazret- lerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gün, Kalyâr Câmiinde vâz ederek, kendisinin Kalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;
"Bizim rehberimiz Kur´ân-ı kerîm, imâmımız Kâdı Tabrak Rûfî´dir. Bu geleneği değiştirmeyiz." dediler. Alâeddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendirenin ve gönderenin, Sultân-ül-Evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker olduğunu söyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu Kâdı Tabrak´a haber ver- diler. Cumâ günü Kâdı Tabrak, Cumâ namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine;
"Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şâyet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım." dedi. Alâeddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki: "Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıracağım." Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu:
"Kâdınızın keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım." Hepsi hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak´la birlikte câmiye gelen bir şahsa;
"Keçiyi ismiyle çağır." dedi. O da; "Hirmana!" diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi:
"Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler." Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir´in Kalyâr imâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise;
"Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır." dedi. Zayıf karakterli vâli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir´e;
"Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür." dedi. Sâbir hazretleri:
"Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, bir sünnetine uydu. O´na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar." dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî´nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferî- düddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.
Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mânevî tasdîki ile Kâdı Tabra- k´a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e şöyle yazdı:
"Rehberimiz Kur´ân-ı kerîm´dir. Uzun zamandır Kalyâr´ın imâmeti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imâmımız olarak kabûl edebiliriz." Mektup ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir´e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat´a;
"Mâdem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden îtibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyâmete kadar cezâlanacaklardır" dedi. Alâeddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Kalyâr vâlisi Zamvan´a, şöyle bir mektup yolladı:
"ALLAHü teâlâ, sizlere Kalyâr´a vâli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed´in de imâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itâat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed´in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz? İmâmınızı kabûl etmez iseniz, ALLAHü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz ALLAHü teâlâ ve O´nun Resûlü hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile berâber, Ali Ahmed´e büyücü demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmed´im, ALLAHü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazîfelendirilmiştir.
Bu fakîr ilâve ederim ki; Kâdı Tabrak, Ali Ahmed´e hürmet ve itâat etsin. İtâat etmezse, ALLAHü teâlâya isyân etmiş olur. ALLAHü teâlâ, kendine isyân edenleri cezâlandırır. Cezâsının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir´in babasının ismi Abdürrahîm´dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-A´zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî´dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imâmetini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve ALLAHü teâlâdan korkunuz! Resûlullah efendimizin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim, itâat etmezseniz, hepiniz helâk olursunuz. ALLAHü teâlâ; "Resûlullah´a itâat, ALLAHü teâlâya itâattir." buyuruyor. Şimdi itâat etmek ve etmemek sizin mesûliyetinizdedir." Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu mühürledi ve;
"Kıyâmüddîn Zamvân´a götür." dedi. Mektup, Kıyâmüddîn Zamvân´a gittiğinde, Kalyâr´ın ileri gelenleriyle berâber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâl´e sordu:
"Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?"
"Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Kalyâr´da Mahdûm Ali Ahmed Sâbir ile kıldım." dedi.
"Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?" dediler. "Mahdûm Ali Ahmed Sâbir´in kerâmeti ile. Siz de itâat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhûr edebilir." dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kâ- dı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in mektubunu yırttılar. Alâeddîn-i Sâbir kendilerine gönderilen mektubu alınca;
"Hocamın mektubunu oku bakalım." dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: "Kalyâr sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterseniz etini yiyin."
Hocasından mektupla emri alan Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Kur´ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. Kalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defâ zelzele olduğunda, Kalyâr Vâlisi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak´a gitti:
"Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?" Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed´i kabûl etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak." dedi. Ama Kâdı:
"Kalyâr´da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat´tır. Yunanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım." dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defâ zelzele oldu. Kadın dedi ki:
"Efendim! Bu büyü, sizin Kalyâr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defâ zelzele olur." Zamvan´a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan´ı rahatlattı. Cumâ günü Mahdûm Ali Ahmed câmiye, Kâdı Tab- rak ve Zamvan´dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâeddîn vardı. Mihrâba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip;
"Orayı bana boşalt!" dedi. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri;
"Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla berâber helâk olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler." buyurdu.
Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; "Neden hep ısrâr edip duruyorsun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk." dedi. Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâeddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak yer açmadı. Hattâ ALLAHü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cumâ namazı başladı. Cemâat rükûya gitti. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri de rükûya eğildiğinde, âniden câminin duvarları rükûya giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki:
"Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gömülü kaldı. Alîmullah Eb- dâl, kendisini getirsin." Behâeddîn kurtarıldıktan sonra, Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî´ye buyurdu ki;
"Bir gün içinde, Kalyâr´dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabâlarınızı ve arkadaşlarınızı berâberinizde götürünüz. ALLAHü teâlânın azâbı henüz bitmedi." Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1) Mahdûm Sâbir´in içinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabirleri, 3) Musammad Gülzâdî´nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. ALLAHü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece cezâlarını görmüş oldular. 1253´den 1501´e kadar Kalyâr harâb olarak kal- dı. 1501´de Kutbulâlem Abdülkuddûs Gengûhî, (Alâeddîn Sâbir´in 7. halî- fesi) Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrine, bugün mevcud olan türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî´nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahrîbattan sonra Kalyâr, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 kilometrekare bölgeye hiç kimse giremedi.
Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Sinan adında bir oğlu vardı. Bu oğlu ilim tahsîli yapmış, zâhirî ilimlerde çok yükselmişti. Ancak babasının büyük velî olduğunu bir türlü kabûl etmiyordu. Tasavvufta yükselmek, kemâle ermek istiyordu ve ken- dine rehberlik edecek yol gösterici bir mürşid arıyordu. Kuvvetli bir ilim tahsîli yapmış olduğundan hep kitaplarla meşgûl olurdu. Nihâyet bir gün babasına; "Herkes seni sevip sayıyor. Eğer beni önceden yetiştirseydiniz, size itâat ederdim. Fakat zâhir ilimlerde bilginiz yok. Benimse çok müşkülüm var." dedi. Bunun üzerine babası; "Oğlum sen de murâdına erersin. Benim sözümü dinle, bu yolda gayret göster, Mekke´ye git, Kâbe´yi tavâf et. Safâ ve Merve arasında sa´y edip, Makâm-ı İbrâhim´e varınca, ALLAHü teâlâya yalvarıp duâ et. İki rekat namaz kıl. Selâm verip duâ ettikten sonra yanında ihtiyar bir zât görürsün. O zât senin gönlünün derdine çâre olur. O gönül sırlarından haberdârdır. Nice sırları ondan öğrenirsin." dedi.
Babasından böyle bir işâret alınca, Kâbe´ye gitmek üzere yola çıktı. Mekke´ye gitmek için bir gemiye bindi. Hava gâyet sâkin ve gemi yolcu ile doluydu. Yolculukları sırasında hava değişip rüzgâr esmeye ve deniz dalgaları coşmaya başladı. Sonunda gemi battı. Yolculardan kimi boğuldu, kimi kurtuldu. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinân ise boğulmak üzere olup dalgalar arasında çırpınıyordu. Bu sırada babası âniden gözüküp onu boğulmaktan kurtardı ve gözden kayboldu. Boğulmaktan kurtulduğu için ALLAHü teâlâya şükretti.
Kurtulan diğer yolcularla birlikte karadan yürüyerek yola devâm ettiler. Ancak hallerinin ne olacağını bilmeden yolculukları sıkıntılı geçiyordu. Bir müddet gittikten sonra çölde eşkıyâ yollarını kesip hepsini esir aldı. Sinan bu sefer de tuzağa düşmüş bir yabancı kuş gibi esir oldu. ALLAHü teâlâya tevekkül edip sabırla beklemeye başladı. Onu bir zindana kapattılar. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Çok halsiz ve zayıf düşmüş, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Ayrıca çok da işkence görüyordu. Bu ızdırap ve zindandan kurtulmak için hiçbir çârenin olmadığını anladı. O zaman ALLAHü teâlâya duâ edip, şöyle dedi:
"Yâ Rabbî! Bana lutfeyle, çok günâhkârım. Senin velî kullarından olan babama değer vermez ve inanmazdım. İnadım sebebiyle içinde bulunduğum bu sıkıntıya düştüm. Babama hiç teslim olmazdım. Onun sözlerini hiç tutmazdım. Kimsenin sözünü beğenmez ve yüzünü görmek istemezdim. Babama hiç baş eğmezdim. Yâ Rabbî! Benim çektiğim hep bu yaptıklarımdandır. Bana ihsân eyle kurtar beni. Şimdi kabahatimi anladım." diyerek gece-gündüz ağlardı.
Günlerce böyle çâresiz gam ve dert çekip kurtulacağı günü bekledi. Bir gün ellerini ve ayaklarını da bağladılar ve; "Şimdi senin gözlerine de mil çekip seni kör edeceğiz, artık dünyâyı görmez olursun ve bir yere gidemeyip, buralarda kalırsın." dediler. Bu sözleri işitince, çâresizlik ve dehşet içinde çok ağladı. Artık tam çâresizlik içine düşüp gözlerini de kaybetme korkusu içindeyken birdenbire babası Kemâl Ümmî hazretleri karşısına çıkıverdi. Elini uzatıp; "Gözünü yum beri gel. ALLAHü teâlânın kudretini göresin. Hep âh edip inlersin." dedi. Sonra onu anlamadığı bir şekilde tutup Kâbe´ye bıraktı. Gözlerini açtığında Kâbe´nin yanında idi. Bu hallere çok şaşırıp, günahlarına ve kabâhatlerine pek ziyâde pişman oldu. Tam bir ihlâs ile cânu gönülden Kâbe´yi tavâf etti. Sonra Makâm-ı İbrâhim´e geçip iki rekat namaz kıldı.
Bu hâlini kendisi şöyle anlatmıştır: Makâm-ı İbrâhim´de iki rekat namaz kıldım. Selâm verdikten sonra; "Yâ Rabbî bu yolda nice sıkıntılar çektim. Şimdi beni murâdıma erdir." diye duâ edip ellerimi yüzüme sürdüm. Bu sırada yanımda oturan yüzü örtülü bir ihtiyâr gördüm. Elini öptüm ve; "Efendim şimdi sizden ricâm, beni murâdıma kavuşturmak için himmet eylemenizdir. Derdime bir çâre ihsân edin." dedim. Bana; "Evliyâya karşı inadı terkeyle, onlara îtimât göster. Görünüşlerine bakma! Onların bâtınlarına iç alemlerine bak. Neden gördüğünü ilimden habersiz zannedersin. Zâhir ilimle ALLAHü teâlâya kavuşmayı mı murâd edersin! Zâhir ilmi olmayanı Hak´tan uzak mı sanırsın? Gerçi ilim kişiye faydalıdır. Fakat bu ilimle amel edilmeyince, faydası olmaz. Dünyaya düşkün olmayan, haramlardan sakınan mevlasına kavuşur. Eğer bu sözleri anlayıp idrak ettiysen, mürşidine yol göstericine teslim olman gerekir." buyurdu ve bir hayli nasîhat etti.
Sinan Efendi bu nasîhatları dikkatle dinleyip çok göz yaşı döktü. Kendisine nasîhat eden zât yüzündeki örtüyü kaldırıp ona yüzünü gösterdi. Baktığında onun babası olduğunu gördü. "Derdime yine babam çâre oldu." diyerek elini öpüp ayaklarına kapandı. Artık babasının büyük bir velî olduğunu açıkça görüp anladı. Ona teslim oldu ve duâsını aldı. Kâbe´deki hizmetçiler Sinan´ın yanına yaklaşıp; "Bu zât neden sana bu kadar yakın alâka gösterdi. Senin de ona karşı muhabbetin nedendir?" dediler. "Bu zât benim babamdır." deyince, hizmetçiler; "Bu zât elli seneden beri beş vakit namazını Kâbe´de kılar. Biz onu hep burada görürüz." dediler. Kemâl Ümmî hazretlerinin oğlu Sinan, daha sonra babasının terbiyesinde tasavvufta yetişip mârifet sâhibi fazîletli bir zât oldu.
Horasan?da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Câhillerin evliyâyı inkâr etmesi, büyüklere dil uzatması, onları anlamaktan uzak olmaların- dan ve kalblerinin hikmeti almamasındandır.?
Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde, ALLAHü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur etmemeyi tavsiye etti. Bir defâsında buyurdular ki: Evliyâya dil uzatan, onlara karşı e- dep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Hakkı Bursevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet bes- lemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir." Buyu- ruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur."
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâ- gî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri halka açık olan sohbetlerinin birisinde buyurdu ki:
"Bir defâ keşif yoluyla elimde bir böcek gördüm. Baktım ki akreptir. Hemen yere attım. Yere düştükten sonra baktığımda ayıya benzer bir hayvan onunla oynuyordu. Tekrar dikkatli baktım o hayvan domuz idi."
Talebelerinden biri ona; "Efendim bu hayvan neye işârettir?" diye sorunca; "O domuz kılığına sokulmuş bir insandır. Önceleri hocasına ihlâsla bağlı iken, sonraları onun büyüklüğünü inkâr eden kişidir. Böyle kişilerin âhirete îmânsız gideceğinde bütün evliyâ ittifak etmişlerdir. Sıbgatullah-i Arvâsî´nin zamânında zannederim ki münkirlerden yâni onu inkâr edenlerden îmânsız gidenler oldu. İnkâr edenler ya câhillikten veya ilimden dolayı inkâr ederler. Câhillikten olan inkâr; zarar bakımından, ilimden dolayı olan inkârdan daha azdır. İnkârın en zararlısı velî bir zâtı hased etmekten dolayı olanıdır."
Talebelerinden biri o akrebin ne olduğunu sordu.
"Aynı domuz olan kimsedir. Düşmanlığını açıktan yaptığı için o şekilde göründü." buyurdu.
Abdurrahmân Tâgî hazretleri; olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:
"Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid´atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sıra- t-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi müm- kündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid´at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır. İn- san sûretini kaybedip hayvan sûretine girenlerin alâmeti, vâz ve nasîhat- lerden istifâde etmeyip, işlediği günahlara devâm etmesidir. Bu fakir (yâ- ni Abdurrahmân Tâgî) velîyi inkâr etmenin îmânı tehlikeye soktuğunu bildiğim için, velî olduğunu söyleyen kişiyi inkâr etmedim. Yalnız hocamı inkâr edenlere karşı cephe alırım. Münkirlik yapmadım fakat karşı çıka- rım.
Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Hocasına îtirâz eden talebenin üzerine feyz kapıları kapanır. Talebe hocasını kontrol edip ona îtirâz edemez.
Sâdık bir talebe hocasının bütün fiillerini teslimiyet ile karşılar. Bâzı kitaplarda şöyle nakledildi: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında yağmur yüklü bulutlara hükmeden bir ebdâl, büyük velî vardı. Bu zât ALLAHü teâlâya duâ ederek bulutlardan çok ihtiyaç duyulan beldelere yağ- mur yağdırmasını diledi. Lâkin yağmur yağmadı. Bulutlar yağmuru sarp bir beldeye sürükledi ve oraya çok yağmur yağdı. Bu hâdise üzerine Ebdâl olan zât; "Yâ Rabbî! Neden ihtiyaç duyulan yere yağmur vermedin de, başka yere yağdırdın?" gibi îtiraz yollu söylendi. Bunun üzerine ce- nâb-ı Hak tarafından ebdâlliği alındı. Köpek kılığında ve baygın hâlde yere düştü. Bu hâli fark eden talebelerden birisi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine gelip duâ istedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Sonra bu zâta eski makâm ve mevkii ALLAHü teâlâ tara- fından, yeniden verildi."
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa´rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanı emirle- rinden; Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı nama- zından sonra bir yerde toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velî- lerin kerâmetlerinden anlatırlardı.
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa´rânî´ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık bir ordunun Mısır´a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu kumandanı, Mısır´ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır´ın sâhibi ile görüşüp, Mısır´ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır´ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da; "Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´dir." dedi. Ku- mandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa´rânî´yi evinde bulama- dılar. Oğlu Abdürrahmân´a durumu anlattılar. Abdürrahmân, babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Mu- hammed Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır´ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa´rânî´ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa´rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr´ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine de karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr e- denler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar se- bebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ede- rek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse var- dı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî´nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şe- nâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî´ye arzetti. O anda; "Sabret! O, yakında cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
ALLAHü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip, büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır.
Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında da, haddini bil- mez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; "Ben de onun gibi olabilirim." düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan düştü ve boynu kırıldı. Hatâ- sını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; "Beni Ahmed Satîha hazretlerinin yanına götürün." diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazret- lerinin yanına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, ke- râmet olarak o kimsenin durumunu anladı ve tebessüm edip; "Öyle yap- makla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı. ALLAHü teâlâya tövbe et! Boynun düzelir." dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi ge- tirenlere vererek; "Bununla hastanın boynunu oğun." buyurdu. Yağlayıp oğdular ve ALLAHü teâlânın izni ile boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşün- ce ve hâllerinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet ile, o zâtın büyük- lüğünü anlayıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da, Ah- med Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin dayısı Ferîdüddin-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir´i İslâmiyetin zayıfladığı Kalyâr´a (Gvâliyar) gönderdi. Ah- med Sâbir 14 Şubat 1253 (H.650) günü Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyâr´a hareket etti. Oraya vardığında Ebü´s-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî´nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar´a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Musammad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn-i Sâbir´- in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bil- dirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazret- lerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.
Ertesi gün, Kalyâr Câmiinde vâz ederek, kendisinin Kalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;
"Bizim rehberimiz Kur´ân-ı kerîm, imâmımız Kâdı Tabrak Rûfî´dir. Bu geleneği değiştirmeyiz." dediler. Alâeddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendirenin ve gönderenin, Sultân-ül-Evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker olduğunu söyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu Kâdı Tabrak´a haber ver- diler. Cumâ günü Kâdı Tabrak, Cumâ namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine;
"Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şâyet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım." dedi. Alâeddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki: "Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıracağım." Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu:
"Kâdınızın keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım." Hepsi hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak´la birlikte câmiye gelen bir şahsa;
"Keçiyi ismiyle çağır." dedi. O da; "Hirmana!" diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi:
"Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler." Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir´in Kalyâr imâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise;
"Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır." dedi. Zayıf karakterli vâli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir´e;
"Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür." dedi. Sâbir hazretleri:
"Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, bir sünnetine uydu. O´na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar." dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî´nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferî- düddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.
Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mânevî tasdîki ile Kâdı Tabra- k´a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e şöyle yazdı:
"Rehberimiz Kur´ân-ı kerîm´dir. Uzun zamandır Kalyâr´ın imâmeti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imâmımız olarak kabûl edebiliriz." Mektup ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir´e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat´a;
"Mâdem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden îtibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyâmete kadar cezâlanacaklardır" dedi. Alâeddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Kalyâr vâlisi Zamvan´a, şöyle bir mektup yolladı:
"ALLAHü teâlâ, sizlere Kalyâr´a vâli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed´in de imâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itâat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed´in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz? İmâmınızı kabûl etmez iseniz, ALLAHü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz ALLAHü teâlâ ve O´nun Resûlü hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile berâber, Ali Ahmed´e büyücü demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmed´im, ALLAHü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazîfelendirilmiştir.
Bu fakîr ilâve ederim ki; Kâdı Tabrak, Ali Ahmed´e hürmet ve itâat etsin. İtâat etmezse, ALLAHü teâlâya isyân etmiş olur. ALLAHü teâlâ, kendine isyân edenleri cezâlandırır. Cezâsının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir´in babasının ismi Abdürrahîm´dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-A´zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî´dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imâmetini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve ALLAHü teâlâdan korkunuz! Resûlullah efendimizin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim, itâat etmezseniz, hepiniz helâk olursunuz. ALLAHü teâlâ; "Resûlullah´a itâat, ALLAHü teâlâya itâattir." buyuruyor. Şimdi itâat etmek ve etmemek sizin mesûliyetinizdedir." Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu mühürledi ve;
"Kıyâmüddîn Zamvân´a götür." dedi. Mektup, Kıyâmüddîn Zamvân´a gittiğinde, Kalyâr´ın ileri gelenleriyle berâber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâl´e sordu:
"Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?"
"Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Kalyâr´da Mahdûm Ali Ahmed Sâbir ile kıldım." dedi.
"Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?" dediler. "Mahdûm Ali Ahmed Sâbir´in kerâmeti ile. Siz de itâat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhûr edebilir." dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kâ- dı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker´in mektubunu yırttılar. Alâeddîn-i Sâbir kendilerine gönderilen mektubu alınca;
"Hocamın mektubunu oku bakalım." dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: "Kalyâr sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterseniz etini yiyin."
Hocasından mektupla emri alan Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Kur´ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. Kalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defâ zelzele olduğunda, Kalyâr Vâlisi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak´a gitti:
"Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?" Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed´i kabûl etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak." dedi. Ama Kâdı:
"Kalyâr´da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat´tır. Yunanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım." dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defâ zelzele oldu. Kadın dedi ki:
"Efendim! Bu büyü, sizin Kalyâr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defâ zelzele olur." Zamvan´a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan´ı rahatlattı. Cumâ günü Mahdûm Ali Ahmed câmiye, Kâdı Tab- rak ve Zamvan´dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâeddîn vardı. Mihrâba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip;
"Orayı bana boşalt!" dedi. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri;
"Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla berâber helâk olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler." buyurdu.
Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; "Neden hep ısrâr edip duruyorsun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk." dedi. Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâeddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak yer açmadı. Hattâ ALLAHü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cumâ namazı başladı. Cemâat rükûya gitti. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri de rükûya eğildiğinde, âniden câminin duvarları rükûya giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki:
"Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gömülü kaldı. Alîmullah Eb- dâl, kendisini getirsin." Behâeddîn kurtarıldıktan sonra, Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî´ye buyurdu ki;
"Bir gün içinde, Kalyâr´dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabâlarınızı ve arkadaşlarınızı berâberinizde götürünüz. ALLAHü teâlânın azâbı henüz bitmedi." Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1) Mahdûm Sâbir´in içinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabirleri, 3) Musammad Gülzâdî´nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. ALLAHü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece cezâlarını görmüş oldular. 1253´den 1501´e kadar Kalyâr harâb olarak kal- dı. 1501´de Kutbulâlem Abdülkuddûs Gengûhî, (Alâeddîn Sâbir´in 7. halî- fesi) Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrine, bugün mevcud olan türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî´nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahrîbattan sonra Kalyâr, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 kilometrekare bölgeye hiç kimse giremedi.