sumeyye
Wed 4 August 2010, 01:00 pm GMT +0200
Evli Kalmak mı zor? Boşanmak mı?
Aile kurumuyla övünen Türkiyede boşanma oranlarının artması uzmanları endişelendiriyor. Peki kutsal evlilik müessesesi nasıl oldu da bu hâle geldi? Türk toplumu nasıl bir çözülme yaşıyor? Çözüm için neler yapılabilir?
Evlenme fikri ne kadar zor geliyorsa kişilere boşanma kararı da bir o kadar kolay alınıyor artık. Tek kişilik ‘özgür’ hayatlarda ikinci kişinin varlığına tahammül etmek ‘mesele’ hâline geldi. Birlikteliklere adım atılırken dillendirilen “İyi günde ve kötü günde hastalıkta ve sağlıkta…” sözleri çoktan demode oldu. İyi günde bir derece; fakat kötü günde neredeyse imkânsız! Beklentiler yüksek herkes kendi konforunun derdinde hayatının standartlarını yükseltme telaşında…
İki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyor günümüzde; beraberinde lüks eşyalarla döşeli bir ev araba vs. gerekiyor. Bütün bu şartlar altında evlilik zorlaştıkça boşanmak “tek çareymiş” gibi sunuluyor. Sonuç ise hüsran; bütün sorumlulukları yüklendiği için bunalıma giren ebeveynler anne veya babasından ayrı yetişen problemli çocuklar sorunlu kalabalıkla r...
KEŞKE BİRAZ DAHA SABRETSEYDİK
Ayşe Hanım üniversite yıllarında tanışır Mehmet Bey’le. Evlenmek için maddî imkânları yeterli değildir; fakat iki gönül bir olmuştur ve beklemek anlamsızdır. “İkimiz de az çok para kazanıyoruz.” diyerek bir yuva kurarlar; ama çiftin şansı çok da yaver gitmez. Önce evin hanımı işten çıkarılır daha sonra eşi aynı sorunla yüz yüze gelir. Sorumluluklarla beraber artan sıkıntılar Ayşe Hanım’ın rahatsızlanmasına sebep olur; panik atak hastalığına düçar kalır. Bir süre idare ederler; lakin hastalık ciddileşince geçici olarak ailesinin yanına gider Ayşe Hanım. Çiftin ilişkisindeki çözülme de bu dönemde başlar. İki gencin arasındaki problemler ailelere yansıyıp farklı bir boyuta taşınır. 1990’da başlayan evlilik hayatları bir yıl sonra dünyaya gelen çocuklarıyla biraz şenlenir; ama geçim sıkıntısı peşlerini bırakmaz. Bu sırada evin hanımı hâlâ iyileşememiştir. Eşine ‘zulmettiğini’ düşünmesi onu ayrılma kararına kadar götürür. Çiftin sorunlarından neşet eden aile tartışmaları sebebiyle herkes bu karardan memnundur; Mehmet Bey hariç. O karısını zor gününde bırakmak istemez; ancak kendisinden bağımsız alınan karara kırılmıştır. Karı-koca birbirini sevmesine rağmen ayrılır ve uzun yıllar birbirlerini görmezler. Şimdi 15 yaşındaki kızı annesiyle yaşıyor; ne yazık ki babasıyla hemen hiç görüşmüyor. Ayşe Hanım zor şartlarda büyütmüş çocuğunu boşandığı için pişman ve biraz da kendini suçlu buluyor: “Karşılıklı oturup konuşabilseydik biraz daha sabretseydik bunların hiçbiri yaşanmazdı.” diyor.
DAHA ÇOK KADINLAR BOŞANMAK İSTİYOR 1990’lardaki boşanma hikâyelerinden yalnızca biri bu. Ayşe Hanım’ın sorunlarla boğuşup kızını bugünlere getirdiği süreç içerisinde Türkiye’de çok şey değişti. Boşanma oranlarında ise ne yazık ki ciddi bir artış var. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün verileri bunu ortaya koyuyor: 1990’da 25 bin 712 olan boşanma sayısı 15 yıl sonra 88 bin 736’ya çıktı; yani yüzde 245’lik bir artış var. Peki bize ne oldu? Bu rakamların arka planında nasıl bir sosyal ekonomik psikolojik ahlakî değişim yatıyor? Türk aile yapısı nasıl bir dönüşümden geçiyor? Aslında sokakta karşımıza çıkan tabelalar televizyonda sık tekrarlanan sloganlar bu sonuca nasıl gelindiğine dair ipuçları veriyor: “Ayaklarınız üzerinde durabilirsiniz” “Esir değilsiniz” “Kendime yetmeliyim” “Hayatın tadını çıkar”… Reklâmlarda şahıslara özel ürünler hatta ikinci bir kişiyle paylaşılmak istenmeyen çikolatalar… Dizi filmlerde her akşam farklı şahıslarda tekrarlanan aynı senaryolar; boşanan çiftler entrikalar aldatılan eşler… Ben merkezli bu tür manzaralar etrafımızda örülen ‘yeni hayat’a davet ediyor adeta. Gün boyu değişik mecralarda talim edilen bu ‘başka’ hayatlar aile içinde de reaksiyonlara dönüşmekte. Dışarıda ve dahi ev içinde sürekli telkin edilen bu öğütlerin aile içi ilişkilerdeki tercümesi ‘şiddetli geçimsizlik’ oluyor. Boşanma davalarına bakan Avukat Nurettin Alan şiddetli geçimsizlikten kastı özetle açıklıyor: “Eşe karşı şiddet uygulanmasından saygısız davranışlara dinlenilen radyodan eşin katıldığı toplantılara diş macununu ortadan sıkıyor gerekçesine kadar her şey bu başlık altında yazılı kayda geçebiliyor.” Boşanma nedenlerinin başında gelen şiddetli geçimsizlik Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün istatistiklerine şöyle yansımış: 2005’teki 95 bin 895 boşanmanın 91 bin 989’unun nedeni geçimsizlik. Bu yüzde 95’e tekabül ediyor. Alan’a göre artık boşanmak için özel bir sebebe ihtiyaç yok: “Ortaya sürülenler bahane esas itibarıyla bu noktaya getiren süreç dikkate alınmalı.” Avukat Alan’a son yıllarda daha çok kadınlar boşanma talebiyle başvurmuş. Medya ve sosyal hayattaki telkinlerin birinci muhatabının kadınlar olması burada belirleyici. Toplumda boşanmanın özgürleşmekle eşdeğer tutulmasının da sonuçta muhakkak payı var. Zira evlilik artık erkek ve kadın için hayatı belirli bir kalıba sokmak; özgürlüklerden fedakârlık şeklinde algılanıyor.
BULUŞMALAR ARTIK RASLANTISAL
Sosyolog yazar Ali Bulaç her yıl ortalama üç ayını mahkemelerde gözlem yaparak geçiriyor; cinayet ve boşanma davalarını takip ediyor daha çok. Boşanma sebeplerini anlamak için öncelikle büyük bir yüzdeye sahip “şiddetli geçimsizlik” faktörü dikkate alınmalı ona göre. Fakat şiddetli geçimsizlik çok muğlâk bir ifade; her türlü sorun bu kapsama girebiliyor. Şiddetli geçimsizliğin kökenine indiğinizde birkaç faktör çıkıyor karşınıza. Bunlardan ilki insanların birbirine karşı tahammül sınırlarının azalması. Bulaç evlenmek için sevginin esas şart olmadığı inancında. Çünkü birbirlerini sevdiklerini düşünüp yola çıktığı hâlde ‘objektif şartlar’ı yetersiz olan ilişkiler uzun ömürlü değil. Objektif şartlardan birinci kastı; kadın ve erkeğin birbirine denkliği.
EŞİTLİK ÇABASI KADINA ZARAR VERİYOR
Fakat günümüzde bu ‘denklik’ uyumunu tespit etmek çok da kolay değil. Geleneksel toplumda kadın ile erkek kendine özgü mekânlarda buluşur ve aileler birbirini tanırdı. Ailelerin müdahil olduğu bu doğal süreçte objektif şartlar da tahakkuk ederdi. Şimdilerde büyük kentlerdeki beraberlikler ise daha çok ‘rastlantısal’ özellikler taşıyor.
Ali Bulaç’a göre modern kültürün kadınla erkeği birbiri ile rekabete zorlaması; özellikle kadına sürekli eşitlik fikrini telkin etmesi ilişkileri ciddi manada zedeliyor. Hâlbuki geleneksel toplumda kadın ile erkek eşit değil ‘farklı’ olarak algılanırdı. Kadının ev içindeki erkeğin ise dışarıdaki sorumluluğu fazla idi. Eşitlik ideolojisinin kültürümüze girip kurumsallaşmaya başlaması önemli bir erozyona daha sebep oldu; erkek de dışa dönük sorumluluklarını birer birer terk etti. “Kadının lehine gibi görünse de hakikatte aleyhinedir bu ideoloji.” diyor Bulaç. Artık evlenilecek kadın seçilirken bakımlı çalışan aynı zamanda evde hamarat ve ses çıkarmayan tipler tercih ediliyor. Bu erkeklerin kadınlara yönelik beklentilerinin çok değiştiği ve de yükseldiğinin göstergesi. Kadınlar ise bu istekleri karşılama gayretinde.
Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Nilüfer Narlı Türkiye’de kadınların çok hızlı bir değişim geçirdiği; fakat bundan erkeklerin nasiplenmediği görüşünde: “Kadın evi yarı yarıya geçindiriyor; ama erkek evde eşe destek olmayı reddediyor.” Evde rollerin değiştiğine işaret eden bu cümleleri aile terapistlerinden dinlediğimiz vakalar da teyit ediyor. Mesela birçok kadının artık kocasından para isteyemediğini öğreniyoruz. Evde sorumlulukları azalan erkek ‘koca’ kimliğini tam manasıyla yaşayamaz hâle geliyor. Evi geçindirmeyi birincil sorumluluğu görmüyor. Tabii ki kimliklerin yeniden şekillendiği bu süreçten en fazla kadınlar etkileniyor; ‘kendi ayakları üzerinde durma’ çabasıyla hem ev içindeki hayatı organize etmek hem de bütçeye katkıda bulunmak adına sorumluluklar yükleniyor. Bu ise ilişkide en gerekli duyguyu tahammülü tüketiyor. Nihayetinde en küçük sebeplerle kavgalar çıkıyor ve şiddetli geçimsizlik gerekçesiyle boşanma davaları açılıyor.
28 yaşındaki Emel Hanım’ın yaşadıklarında yukarıdaki tespitlerin yansıması mevcut. Severek evlendiği eşinden iki ay içinde ayrılmış. Kayınvalidesinin üst katında oturan Emel Hanım hayatına çok müdahale edilmesinden rahatsızlık duyarak evden uzaklaşmak için bir bankada çalışmaya başlamış. Böylece eve maddî açıdan da destek olurum düşüncesi kısa zamanda hüsranla sonuçlanmış. İş çıkışı gelir gelmez ev işlerine dalması ya da eşinin tüm isteklerini karşılamaya çalışması sonucu değiştirmemiş. Zamanla memnuniyetsizliği artan kocası “Yemek hazır değil mi?” ya da “Niye salata eksik?” gibi sudan sebeplerle evin atmosferini tartışmalara boğunca bu yükü kaldıramayan Emel Hanım bir yıl dolmadan boşanma kararını vermiş.
Yüksek beklentilerin mağduru tabii ki sadece kadın değil. Kemal Bey görücü usulüyle evlendiği eşinden bir yıl içerisinde boşanmak zorunda kalmış. Karısının evlilikten önce ve sonraki maddî beklentileri birlikteliklerinin sonunu hazırlamış. Başlangıçta tozpembe gördükleri ilişkileri evlilik hazırlıklarıyla kararmaya başlamış. Eşi evlenmeden önce maddî açıdan “her şeyin tam olmasını” isteyince Kemal Bey elinden geleni yapmış. Böylece ciddi bir borç ve gerilimle evliliğe ilk adımı atmışlar. “İkimiz de barut fıçısı gibiydik evlendiğimizde.” diyen Kemal Bey yaşadıklarını aralarındaki güven problemiyle de ilişkilendiriyor. Ailelerden destek görmemeleri de süreci hızlandırmış. Boşandıktan sonra eski eşi gibi kendisi de yaşadıklarını kolay atlatamamış. Aklını işlerine vererek unutmaya çalışmış geçmişini. Ona göre temel sorun yanlış insanla evlenmeyi tercih etmesi: “Evliliği olumsuz tecrübeme rağmen çevremdekilere tavsiye ediyorum; ‘doğru kişi’ ile yola çıkıldığı takdirde bana göre hayatta tek istikamet bu.”
EVLİLİĞE YÜKLENEN MANA DEĞİŞTİ
Kadın ve erkeğin aile içindeki kimliklerinin değiştiğinin göstergesi bahsettiğimiz bu örnekler. İçebakış Psikolojik ve Danışmanlık Merkezi’nde görevli evlilik terapisti Yasemin Uçal’a göre en ciddi problemlerden biri kadınlarda ‘haklarını kazanmak’ cümlesiyle desteklenen tavrın ‘meydan okuma’ya dönüşmesi: “Kadınlar kendi durumlarını iyileştirirken başkaldırı meydan okuma edasıyla tepkilerini ortaya koyuyor. Bu ise gerçeklikten uzak bir tavır.” Burada kastedilen kadınlar çalışmasın evde otursun değil; ama her halükarda kimliklerinin bilincinde olmaları ve var oluşlarını ortaya koyabilmeleri önemli Uçal’a göre. Aksi takdirde ikinci bir ezilmeye ve kimlik kargaşasına sebebiyet verebilir.
Kimliklerle beraber ailenin de işlevinin değiştiğine değiniyor Nilüfer Narlı özellikle Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunlar işsizlik kültürel çatışmalar aileyi işlevsiz hâle getiriyor. Hızla değişen geleneksel fonksiyonların yerini dolduracak değerler ise ne yazık ki üretilmiyor. Toplumun çekirdeğindeki bu değişim yeni bir sosyal yapının da habercisi. Bu dönüşümde başlıca itici güçler; televizyon internet gibi iletişim araçları. Modernleşme sürecinde Batı medeniyetinden ihraç edilen bu araçlarla birlikte bir kültürel yapı da nakloldu. “Televizyon internet gibi iletişim araçları farklı bir insan toplum tipi ortaya çıkarıyor.” diyor Psikiyatr Zekeriya Kökrek. Artık çocuğun anneden eşlerin birbirinden talepleri farklı. Tamamen ekonomik modele dayalı kapitalist sistemin ürünü bu tablo. Tek tip insan üretmeye endeksli Batı zihniyetinin bir izdüşümü. Kökrek evliliğe yüklenen mananın değiştiğine işaret ediyor. İlişkilerin daha çok cinselliğe indirgenmesi ya da şirket ve “evlilik ortaklığı” gibi algılanması birlikte yaşama iradesini de zayıflatıyor. Seçilen dillerdeğişen kavramlarla birlikte düşünme biçimimiz ve temel kabullerimiz de değişiyor.
BATI SORUNLARINI İHRAÇ EDİYOR
Türkiye’nin son yıllarda hızla yaşadığı dönüşüm dünya genelinden bağımsız değil kuşkusuz. Tabiri caizse dünyanın iklimi değişiyor. Özellikle Batı’da bu süreç neredeyse yüz yıldır yaşanıyor. Atomize karakterlerin etrafa saçıldığı bu tarz-ı hayatta en çok zararı aile görmekte. Bu sebeple geçmişte çok sayıda sosyal hizmet kurumu açıldı Avrupa’da; yuvalar yaşlılar için bakımevleri tek ebeveynli çocuklar için hizmet veren merkezler psikolojik danışmanlıklar… Bunların en uç örnekleri ise Ortaçağ’dan ilham alınan “çocuğunuza bakmak istemiyorsanız bize getirin” kurumları. Zekeriya Kökrek “Batı’nın modelini kendinize örnek görüyorsanız bu problemleri de göze almanız şart.” diyor. Çünkü liberal ‘üstün’ değerler paket hâlinde üçüncü dünya ülkelerine sunuluyor. Türkiye’nin bu süreci çok daha hızlı ve yıpratıcı yaşayacağına dikkat çekiyor: “Çocukların bile neredeyse yük gibi algılandığı şu günlerde bebeklerini cami avlusuna ya da yuvalara bırakanların sayısı yakın gelecekte artacaktır.” Ekran ya da sokaklarda şahit olduğumuz olumsuz vakalar bu sevimsiz gerçekleri doğrular mahiyette. Tedbir için modern hayat şartlarına topyekûn karşı çıkmak doğru değil belki; ama geleneksel değerlerimizden beslenerek bir orta yol bulmak son derece elzem görünüyor.
ALINTI