armi
Thu 18 June 2009, 03:44 pm GMT +0200
Mısır'da yaşayan velîlerin büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, babasınınki de Muhammed'dir. Lakabı Tâcülârifîn, künyesi Ebü'l-Hasan, nisbesi ise Bekrî'dir. 1493 (H.899) yılında Kahire'de doğdu. Ebû Bekr-i Sıddık'ın neslindendir. Aynı zamanda soyu, hazret-i Hasan tarafından da Resûlullah efendimize ulaşır. 1545 (H.952) senesinde Kahire'de vefât etti. İmâm-ı Şâfiî'nin kabri civârına defnedildi.
Sâlihâ bir hâtun olan annesi ona hâmile iken bir rüyâ gördü. Sanki güneş ve ay şehâdet parmağında idi. Uyandıktan sonra rüyâsını kocasına anlattı. Büyük âlim olan Muhammed bin Abdurrahmân şöyle dedi: "Doğacak oğlumuz, doğu ve batıyı ilim ile dolduracak." Nitekim öyle oldu. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Tatlı ve hoş sohbetinden dolayı, insanlar onun meclisine koştu.Allahü teâlâdan bahsedince, en katı kalpler bile yumuşardı. Onun meclisinde bulunanlar kendilerinden geçerdi.
Ebü'l-HasanMuhammed Bekrî'nin annesi her gün Allahü teâlâyı zikr ederdi. Oğlu Ebü'l-Hasan Muhammed'in doğumundan bir müddet geçmişti. Bir gün annesi, her günkü zikrini unutmuştu. O sırada Ebü'l-Hasan şehâdet parmağını kaldırarak, Allahü teâlânın zikrini annesine hatırlatmak için; "Allah, Allah, Allah!" dedi. Yanlarında bulunan ve Ebü'l-Hasan'ın konuştuğunu işiten bir kişi, çocuğun bu durumuna hayret ederek, kaç yaşında olduğunu sordu. Annesi oğlunun hâlini belirtmemek için, başka sözlerle durumu geçiştirdi.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ebü'l-Hasan Muhammed, fıkıh ve diğer ilimleri; Kâdı Zekeriyyâ, Burhâneddîn bin Ebû Şerîf ve daha birçok âlimden öğrendi. Tasavvuf yolunu, Radıyyüddîn Gazzî, Âmirî ve Abdülkâdir Deştûtî'den öğrendi.
Ebü'l-Hasan Muhammed, tasavvuf yolunda hal ve ilim bakımından çok yüksekti. Allahü teâlâ, ona derin ilim ve mârifetler ihsân etmişti. Bir ilim dalında konuştuğu zaman, onun o ilimde deryâ gibi olduğu görülürdü. Nûrânî yüzlü ve görünüşü heybetli idi. Büyük-küçük, herkesin hakkına riâyet eder, onlara hürmet gösterirdi. Gizli ve açıktan çok sadaka verirdi.
Devâsı, çâresi olmayan bir iş başına geldiği zaman, Allahü teâlâya sığınırdı. Devletin ileri gelenleri, onun çok meşakkat içerisinde olduğu halde Harem-i şerîfe gitmesine, her sene orada üç bin dinara ulaşan masraf yapmasına çok şaşarlardı. Hattâ ona; "Efendim! Hicaz'a ne kadar da çok gidiyorsunuz?" dediklerinde, onlara, "Siz memleket işleri ile alâkalı bir işiniz olduğu zaman ne yaparsınız?" dedi. Onlar; "Onu arz etmek için sultânın kapısına gideriz." dediler. Bunun üzerine o da; "İşte benim de hâcetim, dileklerim olduğu zaman, sultânın kapısına gidiyordum. Bu kapı, Allahü teâlânın kapısıdır." dedi.
Muhammed Zafarî anlattı: "Bir gün akşam namazından sonra, Ebü'l-Hasan'ın huzûrunda bulunuyordum. Bir ara Ebü'l-Hasan Muhammed uyumaya başladı. O sırada hatırımdan; "Yatsı namazından önce nasıl uyuyor? Hâlbuki öyle uyumak iyi değildir." diye geçti. Vallahi bu düşünceler hatırıma gelir gelmez, Ebü'l-Hasan Muhammed gözlerini açıp; "Resûlullah efendimiz uyurlar, fakat kalbleri uyumazdı." dedi. Onun bu sözleri karşısında tüylerim diken diken oldu ve utandım."
Sâlihâ bir hâtun olan annesi ona hâmile iken bir rüyâ gördü. Sanki güneş ve ay şehâdet parmağında idi. Uyandıktan sonra rüyâsını kocasına anlattı. Büyük âlim olan Muhammed bin Abdurrahmân şöyle dedi: "Doğacak oğlumuz, doğu ve batıyı ilim ile dolduracak." Nitekim öyle oldu. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Tatlı ve hoş sohbetinden dolayı, insanlar onun meclisine koştu.Allahü teâlâdan bahsedince, en katı kalpler bile yumuşardı. Onun meclisinde bulunanlar kendilerinden geçerdi.
Ebü'l-HasanMuhammed Bekrî'nin annesi her gün Allahü teâlâyı zikr ederdi. Oğlu Ebü'l-Hasan Muhammed'in doğumundan bir müddet geçmişti. Bir gün annesi, her günkü zikrini unutmuştu. O sırada Ebü'l-Hasan şehâdet parmağını kaldırarak, Allahü teâlânın zikrini annesine hatırlatmak için; "Allah, Allah, Allah!" dedi. Yanlarında bulunan ve Ebü'l-Hasan'ın konuştuğunu işiten bir kişi, çocuğun bu durumuna hayret ederek, kaç yaşında olduğunu sordu. Annesi oğlunun hâlini belirtmemek için, başka sözlerle durumu geçiştirdi.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ebü'l-Hasan Muhammed, fıkıh ve diğer ilimleri; Kâdı Zekeriyyâ, Burhâneddîn bin Ebû Şerîf ve daha birçok âlimden öğrendi. Tasavvuf yolunu, Radıyyüddîn Gazzî, Âmirî ve Abdülkâdir Deştûtî'den öğrendi.
Ebü'l-Hasan Muhammed, tasavvuf yolunda hal ve ilim bakımından çok yüksekti. Allahü teâlâ, ona derin ilim ve mârifetler ihsân etmişti. Bir ilim dalında konuştuğu zaman, onun o ilimde deryâ gibi olduğu görülürdü. Nûrânî yüzlü ve görünüşü heybetli idi. Büyük-küçük, herkesin hakkına riâyet eder, onlara hürmet gösterirdi. Gizli ve açıktan çok sadaka verirdi.
Devâsı, çâresi olmayan bir iş başına geldiği zaman, Allahü teâlâya sığınırdı. Devletin ileri gelenleri, onun çok meşakkat içerisinde olduğu halde Harem-i şerîfe gitmesine, her sene orada üç bin dinara ulaşan masraf yapmasına çok şaşarlardı. Hattâ ona; "Efendim! Hicaz'a ne kadar da çok gidiyorsunuz?" dediklerinde, onlara, "Siz memleket işleri ile alâkalı bir işiniz olduğu zaman ne yaparsınız?" dedi. Onlar; "Onu arz etmek için sultânın kapısına gideriz." dediler. Bunun üzerine o da; "İşte benim de hâcetim, dileklerim olduğu zaman, sultânın kapısına gidiyordum. Bu kapı, Allahü teâlânın kapısıdır." dedi.
Muhammed Zafarî anlattı: "Bir gün akşam namazından sonra, Ebü'l-Hasan'ın huzûrunda bulunuyordum. Bir ara Ebü'l-Hasan Muhammed uyumaya başladı. O sırada hatırımdan; "Yatsı namazından önce nasıl uyuyor? Hâlbuki öyle uyumak iyi değildir." diye geçti. Vallahi bu düşünceler hatırıma gelir gelmez, Ebü'l-Hasan Muhammed gözlerini açıp; "Resûlullah efendimiz uyurlar, fakat kalbleri uyumazdı." dedi. Onun bu sözleri karşısında tüylerim diken diken oldu ve utandım."