- Ebu Hanifenin Kanaatini Kabul Edenlerin Delilleri

Adsense kodları


Ebu Hanifenin Kanaatini Kabul Edenlerin Delilleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 8 January 2012, 11:01 am GMT +0200
Ebu Hanife’nin Kanaatini Kabul Edenlerin Delilleri


Hanefî mezhebine mensub ilim adamlarının Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- lehine delillerinden bir kısmı şöyledir: İman, sözlükte tasdikten ibarettir. Nitekim Yüce Allah Yusuf -Aleyhisselam-ın kardeşlerinin şu sözleri söylediklerini bize haber vermektedir: "Bununla birlikte sen bize iman edici değilsin." (Yusuf, 12/17) Yani sen bizi tasdik etmiyorsun, demektir.

Hatta aralarından dil bilginlerinin bu hususta icma ettiğini iddia edenler dahi vardır. Diğer taraftan bu sözlük anlamı -ki bu da kalb ile tasdiktir- kulun üzerinde yerine getirilmesi gereken Allah’ın bir hakkıdır. O da Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i Allah’tan getirdiği bütün hususlarda tasdik etmektir. Buna göre Allah Rasûlünün, Allah’tan getirmiş oldukları hususlarda tasdik eden bir kimse, kendisi ile Allahu Teala arasında mü’mindir. Dil ile ikrar ise, dünyada İslam ahkamının ona uygulanması için bir şarttır. Bu önceden de geçtiği gibi, iki görüşten birisidir. Çünkü böyle bir iman küfrün zıttıdır, küfür ise yalanlamak ve inkar etmek demektir. Bunlar da kalp ile olurlar, o halde onların zıttını teşkil eden (iman) da böyledir.

Yüce Allah’ın: "Kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan müstesnâ olmak üzere..." (en-Nahl, 16/106) buyruğu imanın yerinin kalp olduğunu, dil olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Diğer taraftan eğer iman kavl ve amelden oluşan bir şey olsaydı, onun bir bölümünün zail olmasıyla tümden zail olması gerekirdi. Çünkü amel imana atfedilmiştir, atf ise (atfedilen ile kendisine atf olunanın) farklı olmasını gerektirmektedir. Yüce Allah ise Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde "iman edenler ve salih amel işleyenler" diye buyurmaktadır.

Bu görüşü savunanların "iman sözlükte tasdikten ibarettir" şeklindeki görüşlerine, tasdik ile iman kelimelerinin eş anlamlı olmadıkları belirtilerek itiraz edilmiştir. Bir yerde bunların eş anlamlı oldukları doğru görülse bile; mutlak olarak eş anlamlı olmayı gerektirdiğini neye dayanarak söyleyebiliriz?

Aynı şekilde İslam ile iman’ın eş anlamlı olduğu iddiasına da itirazlar yapılmıştır. Bunların eş anlamlı olmadıklarını gösteren hususlar arasında şu da vardır; Haber veren kimseyi tasdik eden kişi hakkında "onu tasdik etti" denilir ama  ile: Ona iman etti, denilmez. Bunun yerine: Ona inandı, denilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ":Lut O’na inandı, iman etti." (el-Ankebut, 29/26); ":Musa’ya kavminden bir takım gençler dışında, kimse iman etmedi." (Yunus, 10/83); ":Allah’a inanır ve mü’minlere (sözlerine) inanır." (et-Tevbe, 9/61)

Görüldüğü gibi bu fiilin "be" harfi ile geçiş yapması ile "lam" harfi ile geçiş yapması arasında bir fark vardır. Birincisi haber verilen şey ile ilgili kullanılırken, ikincisi haber veren hakkında kullanılır. Burada "sen bizi tasdik edici değilsin" ifadesinde "lam" harfi ile geçiş yapılabilmesi bu kanaati reddetmek için yeterli değildir. Çünkü böyle bir manada "lam" harfi, âmilin amel gücünü pekiştirmek içindir. Tıpkı -ilgili bahislerde açıklandığı üzere.-ma’mül’ün tekaddüm etmesi yahut âmilin ism-i fail ya da mastar olması gibi.

Hulasâ; hiçbir zaman -ona inandım- anlamında: denilmeyeceği gibi; da denilmez. Bunun yerine sadece  ile: Ona ikrarda bulundum, denilmesi gibi. Buna göre (iman ettim) tabirinin  diye açıklanması  diye açıklanmasından daha uygundur. Bununla birlikte aralarında bir fark da vardır, çünkü aralarındaki fark, mana itibariyle sabittir. Çünkü ister görülebilen, ister görülemeyen (gayb) hakkında haber veren herbir kimseye dilde; ": Doğru söyledin" de denilir, ": Yalan söyledin" de denilir. Mesela sema bizim üstümüzdedir, diyen kimseye doğru söyledin denilirken tasdik kökünden gelen fiil kullanılır.

İman lafzına gelince, iman lafzı ancak gaib’ten haber vermek halinde kullanılır. Mesela güneş doğdu, diyen kimse hakkında; biz onu tasdik ettik, denilir ama; ona iman ettik, denilmez. Çünkü iman etmekte asıl mana "emn ve itimad (güvenmek ve güven duymak)"dır. Bu da ancak gaibe dair haber vermek halinde söz konusu olur. Ancak gaib olan husus hakkında haber veren kimseye iman etmek söz konusudur. Bundan dolayı ne Kur’ân-ı Kerîm’de, ne de başka sözlerde  ifadesi ancak bu türden olan anlatımlar hakkında kullanılır.

Zira tasdik lafzının zıttı olarak tekzib (yalanlama) kullanıldığı gibi, iman lafzı karşısında bu kökten bir lafız kullanılmayıp bunun karşıtı olmak üzere küfür kökü kullanılır. Küfür ise yalanlamaya has bir tabir değildir. Hatta bir kimse: Ben senin doğru sözlü (sadık) olduğunu biliyorum, ancak sana uymuyorum. Aksine düşmanlık ediyorum, buğzediyorum ve muhalefet ediyorum, diyecek olsa, böyle birisinin küfrü daha büyük çapta olur.

Böylelikle imanın tasdikten ibaret olmadığı, küfrün de sadece yalanlamaktan ibaret olmadığı ortaya çıkmaktadır. Hatta eğer küfür varsa tekzib olabildiği gibi, bazen tekzib olmaksızın muhalefet ve düşmanlık da olabilir. İman da aynı şekildedir. Tasdik, muvafakak, dostluk (muvalat) ve inkıyad (itaat) ile birlikte bulunur. İmanda mücerred tasdik yeterli değildir. O halde İslam da "iman" adının kapsamı içerisinde bir parçadır.

Bunların eş anlamlı oldukları kabul edilecek olsa dahi, tasdik fiillerle de olur. Nitekim Sahih’de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu sabittir: "Gözler zina eder, zinaları bakmaktır. Kulaklar zina eder, zinaları işitmektir... ferc ise bunu tasdik eder yahut yalanlar."[46]

Hasan-ı Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İman hoş şeyler istemek, temennilerde bulunmak değildir. Lakin o, kalbe yerleşen ve amel ile tasdik edilendir.[47]

Eğer iman tasdik diye anlaşılırsa, bu özel bir tasdik çeşididir. Namaz ve benzeri tabirlerde olduğu gibi. Nitekim daha önceden buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu, lafzı nakil (başka manaya taşımak) olmadığı gibi, onu tağyir (değiştirme) de değildir. Çünkü Yüce Allah bize mutlak olarak bir imanı emretmiyor, aksine niteliklerini belirttiği ve mahiyetini açıkladığı özel bir şekilde iman etmeyi emretmektedir.

İman demek olan tasdik’in asgari hali, genel tasdik’in bir çeşidi olmasıdır. O halde iman ve tasdik, umum ve husus bütün durumlarda birbirine mutabık değildir. Aksine iman şâri’in dilinde umum ve hususdan meydana gelir. Tıpkı insanın konuşan bir hayvan olmakla nitelendirilmesi gibi. Yahut ta kalb ile yapılan tam bir tasdik, kalbin ve azaların gerektirdiği bir takım amelleri de gerekli kılan bir tasdiktir. İşte bunlar eksiksiz bir imanın gerekleridir. Gerektiricinin bulunmaması, gerekli olanın da bulunmamasının bir delilidir.

Biz diyoruz ki: Bu gerekli olan şeyler kimi zaman lafzın ad olduğu şeylerin kapsamına girer, kimi zaman bu kapsamın dışına çıkar. Yahut ta lafız sözlük anlamı üzere kalmaya devam eder. Ancak şarî’ buna bir takım hükümler de katmış ya da şarî’ bu lafzı mecazî anlamı ile kullanmıştır. O takdirde bu şer’î bakımdan hakikat, sözlük bakımından mecazi bir mana taşır ya da şarî bu lafzın anlamını nakletmiş olabilir. İşte bunlar bu yolu izleyenlerin bu husustaki görüşleridir.

Bu görüşün sahipleri şunu da söylerler: Allah Rasûlü bize imanın muhtevasını göstermiş ve bize bundan neyi kastettiğini kesin olarak öğretmiştir. Mesela tasdik ettiği söylenen ancak gücü yetmekle birlikte diliyle iman ettiğini telaffuz etmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, Allah’ı ve Rasûlünü sevmeyen, Allah’tan korkmayan, hatta Allah Rasûlüne buğzeden, ona düşmanlık ederek onunla savaşan bir kimse asla mü’min değildir.

Amellerin İmanın Kapsamına Girdiğini Gösteren Hadisler

Ondan öğrendiklerimize göre kurtuluş ve umduğunu elde edebilmek, ihlâs ile birlikte şehadet kelimelerini söylemeye ve gereklerince amel etmeye bağlıdır. O şöyle buyurmuştur: " İman yetmiş küsur şubedir. Bunun en üstünü lâ ilâhe illallah demektir, en alt mertebesi ise yolda giden gelene rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır."[48] Başka hadislerde de şöyle buyurmaktadır: "Haya, iman’dan bir şubedir."

"Mü’minler arasında imanı en kamil olan ahlakı en güzel olanlarıdır."[49]

"Gösterişsiz elbise giymek imandandır."[50]

O halde iman asıldır. Onun bir çok şubesi vardır. Herbir şubesine de iman denilebilir. Namaz imandandır, zekat, oruç, hac, haya, tevekkül, Allah’tan korkmak ve O’na yönelmek gibi batınî ameller de imandandır. Nihayet bu şubeler yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaya varıncaya kadar dallanıp budaklanır. Çünkü bu da imanın şubelerindendir.

İşte bu şubelerden kimisinin zail olmasıyla iman da zeval bulur, şehadet şubesi gibi. Kimisinin de zail olmasıyla iman zeval bulmaz, yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırmayı terketmek gibi. Bu ikisi arasında çok büyük çapta farklılıklar arzeden pekçok şube vardır. Kimileri şehadet şubesine yakındır, kimileri de yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırma şubesine yakındır.

İmanın şubeleri iman olduğu gibi, küfrün şubeleri de aynı şekilde küfürdür. Mesela Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek, imanın şubelerindendir. Allah’ın indirdiğinden başkalarıyla hükmetmek de küfrün şubelerindendir.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle, gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin.) İşte bu imanın en zayıf halidir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[51] Bir başka lafızda da: "Bunun ötesinde ise iman namına hardal tanesi kadar dahi hiçbir şey yoktur."[52] diye buyurulmaktadır.

Tirmizî’de yer alan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren, Allah için alıkoyan kimsenin imanı kemale ermiş demektir."[53]

Bunun anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- şudur: Sevgi ve buğz (nefret) kalbin harekete geçmesinin esasıdır. Malı vermek ve alıkoymak da bunun kemal derecesidir. Çünkü mal nefse taalluk eden şeylerin sonuncusudur. Beden ise kalb ve mal arasında ortada bir yerdedir. İşinin başı da, sonu da Allah için olan kimsenin Allah her hususta ilahı demektir. Onda şirk namına hiçbir şey bulunmaz. Şirk ise Allah’tan başkasını murad etmektir. O’ndan başkasına yönelmek, O’ndan başkasından ummak demektir. İşte hadiste belirtilen durumda olan kimsenin imanı da kemale ermiş olur. Buna benzer imanın kuvvetine ve zayıflığına -amellere göre- delâlet eden diğer hadisler de bu kabildendir.

İleride Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-, sahabe -radıyallahu anhum-un durumu hakkında şu ifadeleri kullandığı görülecektir: "Onları sevmek dindir, imandır ve ihsandır. Onlara buğzetmek ise bir küfürdür, nifaktır ve tuğyandır." Görüldüğü gibi o sahabeyi sevmeyi iman, onlara buğzetmeyi küfür diye adlandırmıştır.

Sözü geçen imanın şubelerine dair hadisin delil gösterilmesine karşı Ebu’l-Muîn en-Nesefî ile başkalarının verdikleri cevab gerçekten şaşırtıcıdır. Onların verdiği cevab şöyledir: Ravi "altmış küsur yahut yetmiş küsur" demiştir. Böylelikle bizzat ravi kendisinin yanılmış olduğuna (gafletine) tanıklık etmiş oluyor. Çünkü o şüpheye düşmüş ve: Altmış küsur yahut yetmiş küsur demiştir. Bu hususta Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in şüpheye düşmesi düşünülemez, ayrıca bu hadis Kitaba Kur’ân’a da muhaliftir.

Böylelikle Ebu’l-Muîn bu hadisi ravî’nin yanılması ve kitaba muhalif olması dolayısıyla tenkid etmiştir. Bu tenkid gerçekten şaşırtıcıdır. Ravî’nin altmış ya da yetmiş deyip tereddüde düşmüş olması bu hadisi iyice zabtetmemiş olmasını gerektirmez, kaldı ki Buharî şüphe olmaksızın "altmış küsur" diye rivayet etmiştir.

Bu hadisi Kitaba muhalif olmak ile tenkide gelince, bunun Kitaba muhalif olduğuna delâlet eden Kitabtan delil nerede? Aksine Kitabta bunun Kitaba muvafık olduğuna delil olan buyruklar vardır. Şüphesiz ki böyle bir tenkit ancak taklid ve taassubun kötü bir meyvesidir.

Yine şöyle demişlerdir: Burada başka bir esas vardır, o da şudur: Söz söylemek iki kısımdır. Kalbin sözü olan itikad, bir de dilin sözü olan İslam’a girdiğini sözlü olarak söylemektir. Amel de iki kısımdır, kalbin ameli olan niyet ve ihlas’ı ile azaların ameli. İşte bu dört unsur ortada olmadı mı, iman da kemal ile ortadan kalkar. Kalbin tasdiki bulunmadı mı diğer bölümlerin faydası olmaz. Çünkü diğer bölümlerinin muteber olması ve fayda sağlayabilmesi için kalbin tasdiki bir şarttır. Kalbin tasdiki kalıp da diğerleri bulunmazsa, işte çatışmanın cereyan ettiği nokta da burasıdır.

Azaların itaatsizliğinin, kalbin itaatsizliğinin bir gereği olduğunda şüphe yoktur. Çünkü kalb itaat edip boyun eğse, azalar da itaat eder ve boyun eğerler. Kalbin itaat etmeyip, boyun eğmemesi de itaati gerektiren tasdik’in de olmamasını gerektirir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kalbte bir çiğnemlik et parçası vardır. Bu düzelirse, bunun düzelmesinden dolayı bedenin tümü düzelir. Bozulursa onun bozulması dolayısıyla, bedenin diğer bölümleri de bozulur. Haberimiz olsun ki o kalb’tir."[54]

Kalbi düzelen kimsenin, bedeni de kesinlikle düzelir. Halbuki aksi böyle değildir.

İmanın bir bölümünün zeval bulmasının, tamamının da zeval bulmasını gerektirmesine gelince, eğer bu ifade ile kastedilen önceki toplu ve birlikteki hali olup önceki haliyle birlikte ve toplu olarak kalmaz, denilmek isteniyorsa bu doğrudur. Fakat bir bölümünün zeval bulması, diğer bölümlerinin de zeval bulmasını gerektirmez. Bu gibi hallerde sadece imanın kemali zeval bulur.


[46] Buhârî 6243, 6612; Müslim 2657; Müsned, II, 276; Ebû Dâvûd 2152.

[47] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XI, 22.

[48] Buhârî 9; Müslim 35; Ebû Dâvûd 4676; Tirmizî 2614; İbn Mâce 57.

[49] Ebû Dâvûd 2682; Tirmizî 1163; Müsned, II, 250, 472, 527.

[50] Ebû Dâvûd 4161; İbn Mâce 4118.

[51] Müslim 49; Ebû Dâvûd 1140, 4340; Tirmizî 2172.

[52] Müslim 50; Müsned, I, 458, 461, 462.

[53] Müsned, III, 438, 440; Ebû Dâvûd 4681.

[54] Buhârî 52; Müslim 1599; İbn Mâce 3984.