armi
Wed 10 June 2009, 10:09 pm GMT +0200
Evliyânın büyüklerinden. Onuncu yüzyılda İran'ın Tûs şehrinde yetişti. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Hüseyin veya Hasan'dır. Künyesi Ebû Abdullah'tır. Tûs'un Turuğbad köyünden olduğu için Turuğbâdî nisbesiyle şöhret bulmuştur. Doğum târihi belli değildir. 961 (H.350) senesinde Tûs'da vefât etti.
Zamânında bulunan âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunan Ebû Abdullah-ı Turuğbadî ilimde derece sâhibi oldu. Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Onun tasavvuf yoluna bağlanması şöyle olmuştur: Ebû Abdullah'ın yaşadığı Tûs şehrinde büyük bir kıtlık oldu. Bu sırada insanlar açlıktan ot, çöp yiyorlardı. Bir gün evine geldi. Anbarında iki ölçek buğday olduğunu gördü. İnsanlara merhametinin çokluğundan içine bir ateş düştü ve kendi kendine; "Ey Ebû Abdullah! Müslümanlara şefkat ve merhametin bu mudur? Onlar açlıktan kırılıp geçerken, sen anbarında buğday saklıyorsun. Yazıklar olsun sana!.." dedi. Bu durum kendisine çok tesir etti, üzüntüsünden aklı başından gitti. Evinden ayrılıp, sahralara düştü. Uzun zaman açlık çekerek riyâzetlere başladı. Nefsinin kötü arzularından kurtulmak için çok mücâhede etti. Sonunda kendisini düşünecek hâli kalmadı. Sâdece Rabbini zikrediyor ve O'nun kullarına merhamet ve şefkat gösteriyordu. Bu hâl üzere devâm ederken, İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ebû Osman Hîrî hazretlerinin hizmetinde bulunmaya başladı. Onun sohbet meclislerinde yetişip tasavvuf yolunda ilerledi. Başka velîlerle de görüşüp sohbetlerinde bulunan Ebû Abdullah-ı Turuğbadî, Ebû Osman Hîrî hazretlerinin önde gelen talebelerinden oldu. Zâhirî ilimlerde yükseldiği gibi, tasavvufî hakîkatlarda da üstün mârifetlere kavuştu. Nefsinin isteklerine karşı çıkıp, riyâzetler çekerek üstün haller ve kerâmetler sâhibi bir velî oldu.
Hocası Ebû Osman Hîrî hazretleri, Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî'ye insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve talebe yetiştirmek husûsunda vazîfe verdi. O da insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdet ve kurtuluşa kavuşmaları için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. Hallâc-ı Mensûr hazretleriyle görüşüp sohbet etti. Bir gün talebeleriyle birlikte yolculuğa çıkmıştı. Yolda yemek yemek için bir yere oturdular. O sırada Keşmîr'de bulunan Hallâc-ı Mensûr da yola çıkmıştı. Aralarında çok uzun bir mesâfe vardı. Bir aralık talebelerine; "Şimdi bir genç yola çıktı. Şu şu vasıflardadır. Derhal onu karşılayınız! O, yüksek bir velî ve anlaşılmaz bir hâl sâhibidir." dedi. Talebeleri gidip onu karşıladılar. Bir müddet sonra Hallâc-ı Mensûr, yanında iki köpeği olduğu halde Ebû Abdullah'ın yanına geldi. Yemeğini bırakıp ayağa kalktı. Yerine Hallâc-ı Mensûr'u oturttu. Ona çok izzet ve ikrâm etti. Talebeler bu işe şaşıp kalmışlardı. Hallâc-ı Mensûr'un elbiseleri, üstü başı dağınık idi. O, ayrılıp gittikten sonra talebelerine, "Siz, onun dışına bakmayınız! O nefsi ile mücâhede hâlinde bir gençtir ve bütün kötü arzulardan kurtulmuştur. Velîlik âleminin pâdişâhı olmaya namzettir. Bu devlet kuşu, onun başına konacaktır." buyurdu.
Bir gün kendisine; "Allah yolunda bulunup, O'nun rızâsını kazanmak isteyen talebenin vasfı nasıldır?" diye sorulduğunda; "Talebe, bu yolda meşakkat ve sıkıntı içindedir. Fakat karşılaştığı zorluklar, kendisine neşe ve huzur vermektedir. Hakîkî talebe böyle olur!" cevâbını verdi.
Kendisine; "Sofî ve zâhid kime denir?" diye suâl edilince de;
"Sofî, her an Rabbi ile berâber olandır. Zâhid ise, daha o makâma kavuşamayıp, nefsi ile uğraşan, onun kötü isteklerinden kurtulmaya çalışandır." dedi.
Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî zühd sâhibi olup, dünyâya ve onun içindekilere meyletmezdi.
Takvâ ve verâda kemâl derecesindeydi. Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, her sözünün ve her işinin Allahü teâlânın rızâsına uygun olmasına çalışırdı ve buyururdu ki:
"Gençliğini, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymayarak geçiren kimseyi, Allahü teâlâ da ihtiyarladığında zelîl eder."
"Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, O'nun beğendiği şeylerden başkasını vesîle yapmayan kimselere müjdeler olsun! Çünkü O'na kavuşmak için, O'nun râzı olduğu şeylerden başka bir vesile yoktur."
Zamânında bulunan âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunan Ebû Abdullah-ı Turuğbadî ilimde derece sâhibi oldu. Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Onun tasavvuf yoluna bağlanması şöyle olmuştur: Ebû Abdullah'ın yaşadığı Tûs şehrinde büyük bir kıtlık oldu. Bu sırada insanlar açlıktan ot, çöp yiyorlardı. Bir gün evine geldi. Anbarında iki ölçek buğday olduğunu gördü. İnsanlara merhametinin çokluğundan içine bir ateş düştü ve kendi kendine; "Ey Ebû Abdullah! Müslümanlara şefkat ve merhametin bu mudur? Onlar açlıktan kırılıp geçerken, sen anbarında buğday saklıyorsun. Yazıklar olsun sana!.." dedi. Bu durum kendisine çok tesir etti, üzüntüsünden aklı başından gitti. Evinden ayrılıp, sahralara düştü. Uzun zaman açlık çekerek riyâzetlere başladı. Nefsinin kötü arzularından kurtulmak için çok mücâhede etti. Sonunda kendisini düşünecek hâli kalmadı. Sâdece Rabbini zikrediyor ve O'nun kullarına merhamet ve şefkat gösteriyordu. Bu hâl üzere devâm ederken, İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ebû Osman Hîrî hazretlerinin hizmetinde bulunmaya başladı. Onun sohbet meclislerinde yetişip tasavvuf yolunda ilerledi. Başka velîlerle de görüşüp sohbetlerinde bulunan Ebû Abdullah-ı Turuğbadî, Ebû Osman Hîrî hazretlerinin önde gelen talebelerinden oldu. Zâhirî ilimlerde yükseldiği gibi, tasavvufî hakîkatlarda da üstün mârifetlere kavuştu. Nefsinin isteklerine karşı çıkıp, riyâzetler çekerek üstün haller ve kerâmetler sâhibi bir velî oldu.
Hocası Ebû Osman Hîrî hazretleri, Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî'ye insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve talebe yetiştirmek husûsunda vazîfe verdi. O da insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdet ve kurtuluşa kavuşmaları için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. Hallâc-ı Mensûr hazretleriyle görüşüp sohbet etti. Bir gün talebeleriyle birlikte yolculuğa çıkmıştı. Yolda yemek yemek için bir yere oturdular. O sırada Keşmîr'de bulunan Hallâc-ı Mensûr da yola çıkmıştı. Aralarında çok uzun bir mesâfe vardı. Bir aralık talebelerine; "Şimdi bir genç yola çıktı. Şu şu vasıflardadır. Derhal onu karşılayınız! O, yüksek bir velî ve anlaşılmaz bir hâl sâhibidir." dedi. Talebeleri gidip onu karşıladılar. Bir müddet sonra Hallâc-ı Mensûr, yanında iki köpeği olduğu halde Ebû Abdullah'ın yanına geldi. Yemeğini bırakıp ayağa kalktı. Yerine Hallâc-ı Mensûr'u oturttu. Ona çok izzet ve ikrâm etti. Talebeler bu işe şaşıp kalmışlardı. Hallâc-ı Mensûr'un elbiseleri, üstü başı dağınık idi. O, ayrılıp gittikten sonra talebelerine, "Siz, onun dışına bakmayınız! O nefsi ile mücâhede hâlinde bir gençtir ve bütün kötü arzulardan kurtulmuştur. Velîlik âleminin pâdişâhı olmaya namzettir. Bu devlet kuşu, onun başına konacaktır." buyurdu.
Bir gün kendisine; "Allah yolunda bulunup, O'nun rızâsını kazanmak isteyen talebenin vasfı nasıldır?" diye sorulduğunda; "Talebe, bu yolda meşakkat ve sıkıntı içindedir. Fakat karşılaştığı zorluklar, kendisine neşe ve huzur vermektedir. Hakîkî talebe böyle olur!" cevâbını verdi.
Kendisine; "Sofî ve zâhid kime denir?" diye suâl edilince de;
"Sofî, her an Rabbi ile berâber olandır. Zâhid ise, daha o makâma kavuşamayıp, nefsi ile uğraşan, onun kötü isteklerinden kurtulmaya çalışandır." dedi.
Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî zühd sâhibi olup, dünyâya ve onun içindekilere meyletmezdi.
Takvâ ve verâda kemâl derecesindeydi. Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, her sözünün ve her işinin Allahü teâlânın rızâsına uygun olmasına çalışırdı ve buyururdu ki:
"Gençliğini, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymayarak geçiren kimseyi, Allahü teâlâ da ihtiyarladığında zelîl eder."
"Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, O'nun beğendiği şeylerden başkasını vesîle yapmayan kimselere müjdeler olsun! Çünkü O'na kavuşmak için, O'nun râzı olduğu şeylerden başka bir vesile yoktur."