armi
Wed 10 June 2009, 10:04 pm GMT +0200
Evliyânın büyüklerinden. Onuncu yüzyılda Bağdât ve Şam diyarlarında yaşamıştır. İsmi Ahmed bin Atâ'dır. Büyük velî Ebû Ali Rodbârî hazretlerinin kız kardeşinin oğludur. Ebû Abdullah künyesiyle ve Rodbârî nisbesiyle meşhur olmuştur. Bağdât'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 979 (H.369) senesinde Sûr şehri yakınlarındaki Menvas köyünde vefât etti. Kabri Sûr şehrindedir.
Bağdât'ta doğup büyüyen Ebû Abdullah-ı Rodbârî küçük yaşından îtibâren ilim öğrendi. Hadîs, fıkıh ve tefsîr gibi zâhirî ilimlerde yüksek ilim sâhibi oldu. Uzun müddet Bağdât'ta kaldıktan sonra Şam taraflarına gitti. O bölgenin âlimlerinin ilim meclislerinde ve velîlerin sohbetlerinde bulundu. Ebü'l-Kâsım el-Begâvî, Ebû Bekir binEbî Dâvûd, Kâdı el-Mehâmilî, Yûsuf bin Yâkub bin İshak bin Behlûl ve daha pek çok âlimden hadîs-i şerîf öğrenip, rivâyet etti. Tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaştı. Şam'ın sâhil tarafında bulunan Sûr şehrine geldi. Buradaki âlim ve velîlerle de görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ve mânevî ilimlerde yükseldikten sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İlim meclislerinde talebe yetiştirdi. Vâz ve nasîhatlarda bulunup insanların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için gayret etti. Hikmet dolu sözleriyle kalplere tesir edip insanların kurtuluşuna vesîle oldu.
Yaşadığı devirde Şam bölgesinin en büyük velîsi olarak tanınan Ebû Abdullah-ı Rodbârî bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "Sâdece ilim öğrenmek için evinden çıkan kimse, öğrendiği ilimden faydalanamaz. Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim öğrenen kimse, ilmi azalsa bile faydasını görür. İlim kendisiyle amel edilince kıymetlidir. Amel ise, ihlâs ile kıymetlenir. İhlâs, bir işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. Bu, Allahü teâlânın anlayış ihsân etmesine sebeb olur."
Güzel ahlâklı kimselerle oturup kalkmanın lüzûmunu ve herkese sır verilemeyeceğini bildiren Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki:
"Ahlâkı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhlar için kurtlardır. Bunlar insanın içini kemirirler. Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın bereketlere kavuşarak artmasına bunlar sebeb olur."
"Berâberce oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz. Her ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez. Yalnız emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!"
Ebû Abdullah-ı Rodbârî hazretleri bir vâzı sırasında namazın mâhiyeti ve huşû içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle buyurdu:
"Namazda huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi başında; "Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O müminler ki, namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz de buyurdu ki: "Bir müslüman doğru olarak ve huşû ile iki rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur." Yâni, Allahü teâlâ onun küçük günahlarının hepsini affeder. Huşûu terketmek ise, münâfıklık alâmetidir ve kalbin harâb olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi 117. âyetinde meâlen; "Gerçek şudur ki: Allah'tan başkasına tapınan kâfirler, felâha, kurtuluşa kavuşamazlar." buyurmaktadır."
Namazda huşû ve hudû: Bütün âzâların hareketsiz kalıp tevâzu hâlinde bulunması ve kalbin de Allahü teâlâdan korku üzere olması demektir. Hadîs-i şerîfte; "Kalbin hazır olmadığı namaza Allahü teâlâ bakmaz." buyruluyor. İbrâhim aleyhisselâm namaz kıldığı zaman, kalbinin hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu. Hazret-i Ali namaz için kalktığı zaman, vücûdunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişirdi ve; "Yedi kat göklere ve yere arzedilen ve onların taşıyamadıkları emânetin zamânı geldi." derdi. Süfyân-ı Sevrî de; "Namazı huşû ile kılmayanın, namazı doğru olmaz." derdi. Bunun için namazda tumânînete ve tâdîl-i erkâna dikkat etmelidir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "En büyük hırsız, kendi namazından çalan kimsedir." buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl çalar?" diye sordular. "Namazın rükûunu ve secdelerini tamam yapmamakla." buyurdu. Bir defâ da; "Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin namazını, Allahü teâlâ kabûl etmez." buyurdular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve secdelerini tamam yapmadığını görüp; "Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammed'in (aleyhisselâtü vesselâm) dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?" buyurdu. Yine; "Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükûdan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip durmadıkça, namazı tamam olmaz." buyurdu. Bir kere de; "İki secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz." buyurdu. Bir gün Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birini namaz kılarken, rükûdan kalkınca dikilip durmadığını ve iki secde arasında oturmadığını görüp; "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana, benim ümmetimden demezler." buyurdu. Bir kere de; "Altmış sene, bütün namazlarını kılıp da, hiç bir namazı kabûl olmayan kimse, rükû ve secdelerini tamam yapmayan kimsedir." buyurdu. Zeyd ibni Vehb, birini namaz kılarken rükû ve secdelerini tamam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp; "Ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun?" dedi. "Kırk sene." deyince; "Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dîni olan İslâmiyet üzere ölmezsin." dedi.
Bağdât'ta doğup büyüyen Ebû Abdullah-ı Rodbârî küçük yaşından îtibâren ilim öğrendi. Hadîs, fıkıh ve tefsîr gibi zâhirî ilimlerde yüksek ilim sâhibi oldu. Uzun müddet Bağdât'ta kaldıktan sonra Şam taraflarına gitti. O bölgenin âlimlerinin ilim meclislerinde ve velîlerin sohbetlerinde bulundu. Ebü'l-Kâsım el-Begâvî, Ebû Bekir binEbî Dâvûd, Kâdı el-Mehâmilî, Yûsuf bin Yâkub bin İshak bin Behlûl ve daha pek çok âlimden hadîs-i şerîf öğrenip, rivâyet etti. Tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaştı. Şam'ın sâhil tarafında bulunan Sûr şehrine geldi. Buradaki âlim ve velîlerle de görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ve mânevî ilimlerde yükseldikten sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İlim meclislerinde talebe yetiştirdi. Vâz ve nasîhatlarda bulunup insanların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için gayret etti. Hikmet dolu sözleriyle kalplere tesir edip insanların kurtuluşuna vesîle oldu.
Yaşadığı devirde Şam bölgesinin en büyük velîsi olarak tanınan Ebû Abdullah-ı Rodbârî bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "Sâdece ilim öğrenmek için evinden çıkan kimse, öğrendiği ilimden faydalanamaz. Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim öğrenen kimse, ilmi azalsa bile faydasını görür. İlim kendisiyle amel edilince kıymetlidir. Amel ise, ihlâs ile kıymetlenir. İhlâs, bir işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. Bu, Allahü teâlânın anlayış ihsân etmesine sebeb olur."
Güzel ahlâklı kimselerle oturup kalkmanın lüzûmunu ve herkese sır verilemeyeceğini bildiren Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki:
"Ahlâkı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhlar için kurtlardır. Bunlar insanın içini kemirirler. Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın bereketlere kavuşarak artmasına bunlar sebeb olur."
"Berâberce oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz. Her ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez. Yalnız emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!"
Ebû Abdullah-ı Rodbârî hazretleri bir vâzı sırasında namazın mâhiyeti ve huşû içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle buyurdu:
"Namazda huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi başında; "Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O müminler ki, namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz de buyurdu ki: "Bir müslüman doğru olarak ve huşû ile iki rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur." Yâni, Allahü teâlâ onun küçük günahlarının hepsini affeder. Huşûu terketmek ise, münâfıklık alâmetidir ve kalbin harâb olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi 117. âyetinde meâlen; "Gerçek şudur ki: Allah'tan başkasına tapınan kâfirler, felâha, kurtuluşa kavuşamazlar." buyurmaktadır."
Namazda huşû ve hudû: Bütün âzâların hareketsiz kalıp tevâzu hâlinde bulunması ve kalbin de Allahü teâlâdan korku üzere olması demektir. Hadîs-i şerîfte; "Kalbin hazır olmadığı namaza Allahü teâlâ bakmaz." buyruluyor. İbrâhim aleyhisselâm namaz kıldığı zaman, kalbinin hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu. Hazret-i Ali namaz için kalktığı zaman, vücûdunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişirdi ve; "Yedi kat göklere ve yere arzedilen ve onların taşıyamadıkları emânetin zamânı geldi." derdi. Süfyân-ı Sevrî de; "Namazı huşû ile kılmayanın, namazı doğru olmaz." derdi. Bunun için namazda tumânînete ve tâdîl-i erkâna dikkat etmelidir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "En büyük hırsız, kendi namazından çalan kimsedir." buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl çalar?" diye sordular. "Namazın rükûunu ve secdelerini tamam yapmamakla." buyurdu. Bir defâ da; "Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin namazını, Allahü teâlâ kabûl etmez." buyurdular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve secdelerini tamam yapmadığını görüp; "Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammed'in (aleyhisselâtü vesselâm) dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?" buyurdu. Yine; "Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükûdan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip durmadıkça, namazı tamam olmaz." buyurdu. Bir kere de; "İki secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz." buyurdu. Bir gün Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birini namaz kılarken, rükûdan kalkınca dikilip durmadığını ve iki secde arasında oturmadığını görüp; "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana, benim ümmetimden demezler." buyurdu. Bir kere de; "Altmış sene, bütün namazlarını kılıp da, hiç bir namazı kabûl olmayan kimse, rükû ve secdelerini tamam yapmayan kimsedir." buyurdu. Zeyd ibni Vehb, birini namaz kılarken rükû ve secdelerini tamam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp; "Ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun?" dedi. "Kırk sene." deyince; "Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dîni olan İslâmiyet üzere ölmezsin." dedi.