armi
Sat 13 June 2009, 08:50 pm GMT +0200
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Hüseyin, künyesi Ebû Muhammed, nisbesi Cerîrî veya Cüreyrî'dir. Cerîr, Kûfe yakınlarında bir yerin adı, Cüreyr ise Mekke yakınlarında bir yer ile Kûfe civârında yaşayan bir kabîlenin ismidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 923 (H.311) Hübeyr senesi diye bilinen, Karâmita ve Karmatî denilen sapıkların halkı kırıp geçirdiği yıl, yaşı yüzü aşkın iken vefât etti.
Ebû Muhammed Cerîrî, evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden ilim ve edeb öğrendi. Onun en önde gelen talebesi oldu. Fıkıh ilminde imâm ve müftî, edeb ilminde mükemmel bir zât olarak yetişti. Aynı zamanda büyük velî Sehl bin Abdullah Tüsterî'den feyz aldı. Tasavvuftaki derecesi o kadar yüksekti ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bunun için; "Zamânımızın velîsidir." buyurdu. Hazret-i Cüneyd'e vefât edeceği zaman; "Sizden sonra kimin sohbetlerine devâm edelim?" diye sordular. "Ebû Muhammed Cerîrî'ye gidin." buyurdu.Tasavvufun üstün hâllerine vâkıf olmakta nihâyette olup, mürşid-i kâmil bir zâttı. Edebinin çokluğundan, yalnızken bile ayaklarını hiç uzatmaz; "Allahü teâlâya karşı edebli olmak lâzımdır." buyururdu.
Bir sene müddetle Mekke-i mükerremede kaldı. Hiç uyumadı, konuşmadı, sırtını bir yere dayamadı ve ayağını uzatmadı. Ebû Bekr Kettânî; "Bu kadarını nasıl yapabildiniz?" diye sorunca; "Kalbimi ve niyetimi, Allahü teâlânın râzı olacağı şekilde düzelttim. (Kalbimi riyâ, kibir, ucub, düşmanlık gibi mânevî hastalıklardan temizledim.) Nihâyet bu, zâhirime tesir etti. Âzâlarım da Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmaya başladı. İşte, bende görüp beğendiğin hâlin sebebi ve sırrı budur." buyurdu.
Ebû Muhammed Cerîrî, Mekke-i mükerremeden döner dönmez, hemen hocası Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü. Ertesi sabah, namaz kılarken hocasını yanında duruyor gördü. Namazdan sonra; "Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceğinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim." dedi. Hocası Cüneyd; "O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfemizdir. Sen buna fazlasıyla lâyıksın." buyurdu. Çünkü, sâdık talebe, hocasını yanına çeker.
Talebelerinin arasında, içinden devamlı; "Allah Allah" diye zikreden birisi vardı. Bir gün bu gencin başına bir hurma dalı düşüp, başı yarıldı. Başından akan kan, yer üzerinde; "Allah Allah" yazıyordu. Anlaşıldı ki, her kaptan, içinde olan dışarı sızar.
Bir gün talebeleri kendisine; "Efendim, sizi üzen, unutamadığınız bir hâdise var mıdır?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Bir gün ikindi namazında mescidimize, hâlinden garîb olduğu anlaşılan bir kimse geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra başını önüne eğip tefekküre başladı. O gün akşam yemeğinde, halîfe bizleri dâvet etmişti. Gideceğimiz zaman o kimsenin yanına yaklaşıp; "Biz dâvete gidiyoruz siz de bulunmak ister misiniz?" dedim. Başını kaldırdı. "Dâvete gitmeyeyim. Bir bulamaç aşı getirebilirseniz yerim. Yoksa siz bilirsiniz." dedi. Ben de, her halde bizim arkadaşlarla berâber olmak istemiyor diye düşünüp, kendisine fazla iltifât etmedim. O gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanlarında yaşlıca iki zât ve arkalarında kendilerini tâkib eden birçok kimseyle geliyorlardı. Yanımdakilere, Peygamber efendimizin yanındaki iki zâtın kim olduklarını sordum. Birisi İbrâhim Halîlullah, diğeri Mûsâ Kelîmullah ve arkalarındakiler de binlerce nebîdir, dediler. İleri atılıp kendileri ile konuşmak istedim. Fakat, Peygamber efendimiz bana iltifât etmediler. "Yâ Resûlallah! Ne kabahatim var ki, mübârek yüzünüzü benden çeviriyorsunuz?" dedim. "Dostlarımızdan biri senden bulamaç aşı istedi. Sen ise vermekten çekindin." buyurdular. Ağlayarak uyandım. Hemen mescide koştum. O zât hâlâ başı önüne eğik olarak tefekkür ediyordu. Kendisine; "Ey efendim! Arzunuzu yerine getirebilmem için bir mikdâr bekleyiniz." dedim. Tebessüm edip; "Bir kimse bir ihtiyâcını size söylüyor. Siz de, yüz yirmi bin nebî şefâat etmedikçe onu yerine getirmiyorsunuz değil mi?" dedi ve çıkıp gitti. Bundan sonra ne kadar aradım ve sordum ise kendisini bulamadım. İşte kırk yıldır bu hâdisenin üzüntüsü bende devâm ediyor." buyurdu.
Bir gün Cerîrî'ye; "Tasavvuf nedir?" dediler. Cerîrî; "Tasavvuf, sulhu olmayan bir cenktir. Yâni, tasavvuf talep ve sulh ile ele geçmez. Ancak nefisle muhârebe netîcesinde gerçekleşir."
Başka bir keresinde de; "Tasavvuf, çirkin ve aşağı her türlü kötü huydan vazgeçmek ve güzel huylarla bezenmektir."
Tasavvuf kalp huzûru, murâkabe ve gönül uyanıklığı ile Allahü teâlâyı zikretmek, sünnete uygun amel etmektir." dedi.
Cerîrî hazretleri, çok Kur'ân-ı kerîm okur, Allahü teâlânın hitâbındaki mânâyı tefekkür eder, düşünürdü. Kur'ân-ı kerîmi dünyâlık ve fâni, gelip geçici şeylere âlet edenlerin, onun hayır ve bereketini büsbütün kaybettiklerini söylerdi.
Hikmet ehlindendi. "Allahü teâlâ indinde her şeyin bir hakkı vardır. Allahü teâlânın yanında hakların en yücesi hikmetin hakkıdır. Kim hikmeti (faydalı ilim, fen, sanat, söz, nasîhat, din ilmi, mânevî ilim, Peygamber efendimizin sünneti) ehli olmayana bırakırsa, Allahü teâlâ ondan hikmetin hakkını ister." buyururdu.
Ebû Muhammed Cerîrî, evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden ilim ve edeb öğrendi. Onun en önde gelen talebesi oldu. Fıkıh ilminde imâm ve müftî, edeb ilminde mükemmel bir zât olarak yetişti. Aynı zamanda büyük velî Sehl bin Abdullah Tüsterî'den feyz aldı. Tasavvuftaki derecesi o kadar yüksekti ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bunun için; "Zamânımızın velîsidir." buyurdu. Hazret-i Cüneyd'e vefât edeceği zaman; "Sizden sonra kimin sohbetlerine devâm edelim?" diye sordular. "Ebû Muhammed Cerîrî'ye gidin." buyurdu.Tasavvufun üstün hâllerine vâkıf olmakta nihâyette olup, mürşid-i kâmil bir zâttı. Edebinin çokluğundan, yalnızken bile ayaklarını hiç uzatmaz; "Allahü teâlâya karşı edebli olmak lâzımdır." buyururdu.
Bir sene müddetle Mekke-i mükerremede kaldı. Hiç uyumadı, konuşmadı, sırtını bir yere dayamadı ve ayağını uzatmadı. Ebû Bekr Kettânî; "Bu kadarını nasıl yapabildiniz?" diye sorunca; "Kalbimi ve niyetimi, Allahü teâlânın râzı olacağı şekilde düzelttim. (Kalbimi riyâ, kibir, ucub, düşmanlık gibi mânevî hastalıklardan temizledim.) Nihâyet bu, zâhirime tesir etti. Âzâlarım da Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmaya başladı. İşte, bende görüp beğendiğin hâlin sebebi ve sırrı budur." buyurdu.
Ebû Muhammed Cerîrî, Mekke-i mükerremeden döner dönmez, hemen hocası Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü. Ertesi sabah, namaz kılarken hocasını yanında duruyor gördü. Namazdan sonra; "Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceğinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim." dedi. Hocası Cüneyd; "O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfemizdir. Sen buna fazlasıyla lâyıksın." buyurdu. Çünkü, sâdık talebe, hocasını yanına çeker.
Talebelerinin arasında, içinden devamlı; "Allah Allah" diye zikreden birisi vardı. Bir gün bu gencin başına bir hurma dalı düşüp, başı yarıldı. Başından akan kan, yer üzerinde; "Allah Allah" yazıyordu. Anlaşıldı ki, her kaptan, içinde olan dışarı sızar.
Bir gün talebeleri kendisine; "Efendim, sizi üzen, unutamadığınız bir hâdise var mıdır?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Bir gün ikindi namazında mescidimize, hâlinden garîb olduğu anlaşılan bir kimse geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra başını önüne eğip tefekküre başladı. O gün akşam yemeğinde, halîfe bizleri dâvet etmişti. Gideceğimiz zaman o kimsenin yanına yaklaşıp; "Biz dâvete gidiyoruz siz de bulunmak ister misiniz?" dedim. Başını kaldırdı. "Dâvete gitmeyeyim. Bir bulamaç aşı getirebilirseniz yerim. Yoksa siz bilirsiniz." dedi. Ben de, her halde bizim arkadaşlarla berâber olmak istemiyor diye düşünüp, kendisine fazla iltifât etmedim. O gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanlarında yaşlıca iki zât ve arkalarında kendilerini tâkib eden birçok kimseyle geliyorlardı. Yanımdakilere, Peygamber efendimizin yanındaki iki zâtın kim olduklarını sordum. Birisi İbrâhim Halîlullah, diğeri Mûsâ Kelîmullah ve arkalarındakiler de binlerce nebîdir, dediler. İleri atılıp kendileri ile konuşmak istedim. Fakat, Peygamber efendimiz bana iltifât etmediler. "Yâ Resûlallah! Ne kabahatim var ki, mübârek yüzünüzü benden çeviriyorsunuz?" dedim. "Dostlarımızdan biri senden bulamaç aşı istedi. Sen ise vermekten çekindin." buyurdular. Ağlayarak uyandım. Hemen mescide koştum. O zât hâlâ başı önüne eğik olarak tefekkür ediyordu. Kendisine; "Ey efendim! Arzunuzu yerine getirebilmem için bir mikdâr bekleyiniz." dedim. Tebessüm edip; "Bir kimse bir ihtiyâcını size söylüyor. Siz de, yüz yirmi bin nebî şefâat etmedikçe onu yerine getirmiyorsunuz değil mi?" dedi ve çıkıp gitti. Bundan sonra ne kadar aradım ve sordum ise kendisini bulamadım. İşte kırk yıldır bu hâdisenin üzüntüsü bende devâm ediyor." buyurdu.
Bir gün Cerîrî'ye; "Tasavvuf nedir?" dediler. Cerîrî; "Tasavvuf, sulhu olmayan bir cenktir. Yâni, tasavvuf talep ve sulh ile ele geçmez. Ancak nefisle muhârebe netîcesinde gerçekleşir."
Başka bir keresinde de; "Tasavvuf, çirkin ve aşağı her türlü kötü huydan vazgeçmek ve güzel huylarla bezenmektir."
Tasavvuf kalp huzûru, murâkabe ve gönül uyanıklığı ile Allahü teâlâyı zikretmek, sünnete uygun amel etmektir." dedi.
Cerîrî hazretleri, çok Kur'ân-ı kerîm okur, Allahü teâlânın hitâbındaki mânâyı tefekkür eder, düşünürdü. Kur'ân-ı kerîmi dünyâlık ve fâni, gelip geçici şeylere âlet edenlerin, onun hayır ve bereketini büsbütün kaybettiklerini söylerdi.
Hikmet ehlindendi. "Allahü teâlâ indinde her şeyin bir hakkı vardır. Allahü teâlânın yanında hakların en yücesi hikmetin hakkıdır. Kim hikmeti (faydalı ilim, fen, sanat, söz, nasîhat, din ilmi, mânevî ilim, Peygamber efendimizin sünneti) ehli olmayana bırakırsa, Allahü teâlâ ondan hikmetin hakkını ister." buyururdu.