sumeyye
Wed 24 November 2010, 04:45 pm GMT +0200
Duyarsızlaş(ma)!
İnsanın acaba duyarsızlaşma gibi bir özelliği ya da böyle bir yaratılış yetisi olmasaydı ne olurdu?
Şöyle bir düşünün:
İçinde yaşadığınız dünyada her türlü iğrençlik, adâletsizlik, zulüm, işkence, işgal, terör, savaş, bireysel hırslar, gurur ve mücadeleler, entrikalar, birbirinin kuyusunu kazıp sinsi planlarla elde edilen makamlar, oynan oyunlar, yalanlar, dolanlar, sahtekârlıklar, ikiyüzlülükler, mâneviyatsızlıklar, ahlâki çöküşler, değersizlikler, hiçlikler… vs… vs… olmakta ve yaşanmakta.
Yaşadığımız her gün ve her an yeni bir olay, farklı bir sorunla karşılaşmaktayız. İnsan dışı davranışlar, akla-hâyale gelmeyecek yaşantılara şahitlik etmekteyiz. Gazetelerdeki sütunlar, manşetler; Tv ekranındaki haberler, görüntüler; kendi etrafımızda olup bitenler ve içinde yaşadığımız şehirde, ülkede ve dünyada her geçen saniye yeni bir olay ve birçok karmaşa yaşanmakta.
Nihayetinde “Tüm bu yaşantılara duyarsız kalma gibi bir yetimiz olsaydı acaba ne olurdu?” diye bir soru beraberinde duyarlı olmanın da bir tepki olarak saymış olduğumuz tüm olumsuz fiil ve davranışlara karşı bir cephe duruşu olurdu ki bu da karşılıklı bir mücadeleyi belki de beraberinde daha ağır sonuçları doğurabilirdi. Aynı şekilde duyarsız kalma gibi bir hakkımız da olmadığına göre bilemiyorum acaba her iki hâlinde olmadığı durumda neler olabileceğini!
İçinde yaşadığımız dünyada hele şu günlerde ne çok duyarlı ne de çok duyarsız olarak sürdürmeliyiz hayatımızı. Orta çizgide bir duruş belirlemeliyiz kendimize. Lakin bu duruş öyle bir duruş olmalı ki, kendimizi unutmadan, yerimizin ve konumumuzun farkında olarak, bilinçli tepkilerle duyarlılığımızı ortaya koymalıyız. Bununla birlikte çok farklı bir çağda yaşadığımızı; gördüklerimizle izlediklerimiz, okuduklarımız ve hatta yiyip içtiklerimizle bile duyarsızlaştırıldığımızı unutmamalıyız.
Bugün bu çağda çocuklarımızın oyuncaklarına kadar inen ve onların masum bedenlerini, zihinlerini ve bilinçlerini etkileyecek olan çok farklı kimyasal maddeler kullanılmakta. Çocuklarımıza ve bebeklerimize kadar inen bu duyarsızlaştırma hareketi bizleri unutmuş olmayacağına göre sâkin bir kafayla kendimize dönelim.
“Sâkin bir kafa” dedim de aklıma geldi: Sahi bizim kafalarımız en son ne zaman sakin oldu?
Bu önemli bir soru! En son ne zaman kendimizi rahat, huzurlu, güvenli, mutlu, istekli, coşku ve enerji dolu, kendimizle barışık gördük?
İşte bunu başardığımızda ve bu başarıyı arttırdığımız anda duyarlı bir birey olarak bir insanlık üzerinde oynanan oyunları göreceğiz. Diyorum ya çok farklı bir çağda yaşıyoruz. Kendimizi unutarak yaşıyoruz. Neyi niçin, kim için ve neden yaptığımızı bilmeden, önemsemeden, hissetmeden yaşıyoruz. Bazen günümüzü gün etmek için; bazen de olaylar karşısında dünyanın en duyarlı insanıymışız gibi yaşıyoruz. Çoğu zaman uymuyor davranışlarımız sözlerimize ve çoğu zaman kandırıyoruz kendimizi. Daha doğrusu kendimizin farkında olmadığımız için, kendimizi önemsemediğimiz ve kendi değerimizi bilmediğimiz için oluyor zaten tüm bunlar. O halde biz önce kendimize duyarlı olmalıyız. Ki dışımızda bize oynanan oyunların farkına varabilelim.
İşte asıl mesele bu!
Kendimize nasıl duyarlı olacağız?
Bunun için:
1) İnsanın hayatını devam ettirebilmesi için ilk başta fizyolojik ihtiyaçlarını karşılıyor olması gerekir. Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisini baz alsanız da almasanız da bu böyle. İşte bu fizyolojik yani ilk ve en önemli ihtiyaçları karşılarken gereken duyarlılığı gösteriyor muyuz?
İlk duyarsızlığımız bu duyarsızlıkla başlıyor işte. Bu nasıl oluyor? Buna da “A” diyelim:
A) Tükettiğimiz gıdaların nasıl, nerede, kim tarafından, hangi şartlar altında ve içerisinde hangi katkı maddeleri, hangi yağlar ve hangi duyarsızlıklarla üretildiğini bilmiyoruz. Bunları bilme ya da duyarlılık gösterip araştırma imkânımız de olmuyor çoğu zaman. İşin aslı çok da önemsemiyoruz. Duyarsız bir şekilde tüketiyoruz. Hem de bir tüketim çılgını olarak tüketiyoruz.
Aldığımız gıdaları, yediğimiz besinleri, tükettiğimiz her türlü yiyecekleri bir düşünün. Neler yiyor, neler içiyoruz? Hormonlarla şişirilen besinler, kimyasal maddelerle genetiği değiştirilen gıdalar, boyalarla renklendirilen içecekler…
Bazen ne yediğimizi bile bilmiyoruz. En çok tükettiğimiz, olmazsa olmazımız olan ekmeğimizde bile kanserojen maddeler olduğu öne sürülüyor. Temel tüketim gıdalarından olan ayçiçeği yağlarında, yağlı boyaların kimyasal maddeleri kullanıldığı tespit ediliyor. Sera mahsullerinin hemen hepsi hormonlu. Genetik yapısı değiştirilmiş gıdalar her yanımızı sarmış durumda. Hazır ürünler arasında katkı maddesiz gıda yok denilecek kadar az.
Çayımıza katılan kimyasal boyalar yetmedi, şekerimize de kemik tozları kattılar. Evet, belki bunu hiç duymamıştınız. Küp şekerlerde dağılmaması için ve toz şekerlerde beyazlatıcı olarak kemik tozu kullanılıyor. Bu amaçla Türkiye’deki kemik tozu üretimi % 20. Geriye kalan % 80’lik oran dışarıdan ithal ediliyor. Peki, hangi hayvanların kemikleri bunlar? Bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz ki domuz kemikleri yapışkan özellik taşıyor yani küp şeker için en ideal kemik.
Şimdi kocaman bir soru işareti koyuyorum buraya: (?)
İçinde et olmayan sucuk ve sosisler, içinde bal olmayan şeker ve katkı maddeleriyle bala benzetilmiş sahte ballar, tekstil boyalarıyla ve paslı demirlerle siyahlaştırılmış zeytinler ve içinde bir gram bile zeytinyağı olmayan, etiketinde ise zeytinyağı hatta sızma zeytinyağı yazan bitkisel yağlarla doldurulmuş sahte zeytinyağları market raflarını dolduruyor.
Bu ürünlerin hem kısa hem de uzun süreli etkilerinin olduğu bir gerçek. Tüm bunların sağlığımızı ne derece etkilediği her geçen gün daha açık olarak ortaya çıkıyor. Başta biyolojik yapımız olmak üzere; duygusal, ruhsal ve zihinsel yapımız da olumsuz olarak etkileniyor. İşte buna bilimsel bir örnek:
Sodyum Laktat denen kimyasal maddeler panik nöbetleri olan insanlarda nöbeti başlatabilirken; normal insanlarda böyle bir nöbeti oluşturamamaktadır. Aynı şekilde, Kafein, Kokain, Marihuana ve karbondioksit de panik nöbeti oluşturabilmektedir...
Bu yazı bir gıda analizi olmasın ve okuyucularıma bir nebzecik de olsa araştırma payı kalsın ve en azından bu şekilde duyarlılık gösterebilesiniz diye bunlara diğer daha birçok verileri eklemiyorum…
B) Ayakta tüketiyoruz.
Öyle bir hayat yaşıyoruz ki hep yetişecek bir yerler, yapılacak işlerimiz oluyor. Erel BLEDA’nın dediği gibi: “20’li yaşlardayken 30’lara kuruyoruz saatin alarmını. 30’larımızda 40’lara, belki sonra 50’lere...” Yanlış şeylere yatırım yaptığımız, acı bir gerçek olarak çıkıyor sonra karşımıza… Zira koşuşturmacalarla geçen bu yoğun hayat temposunda bir şeyi unutuyoruz: Kendimizi… Farkında bile olmadan kendimize duyarsızlaşıyoruz.
Kendimizin farkında olabilmemiz için ilk başta fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılıyor olmamız gerektiğini izah etmeye çalıştım. Şimdi de bu yediklerimizi nasıl, nerede ve kimlerle birlikte yediğimize bir göz atalım:
Sabah kahvaltısı için vaktimiz olmuyor çoğu zaman. Alelacele giyinip çıkıyoruz evimizden. Ne eşimizle ne de çocuğumuzla vedalaşıyoruz çıkarken… Zira eşimiz ya uyuyor oluyor ya da çalıştığı işyerine yetişmek için o da koşuşturuyor. Hem de öyle bir koşuşturma ki, hangi kıyafetin kendini nasıl göstereceğini düşünerek, tek tek deneyerek, aynanın karşısında makyajını eksiksiz yapıp kendince kusursuz olana dek uğraşıyor. Çocuğumuz ise bakıcıya emanet. Onu hiç anlatmayalım…
Yaptığımız iş her ne ise kahvaltımızı o işimize göre yolda ya da işyerinde geçiştiriyoruz.
Sonra öğle yemeği vakti geliyor. Lakin işler bitmiyor. Hayat devam ediyor. Eve gitmeye vakit yok. Gitsen de evde yemek yok. Eş yok çünkü evde… O halde geriye bir tek seçenek kalıyor: Ayaküstü yiyeceksin…
Bu şekilde hazır tüketime alışıyoruz. Bir telefonla sipariş veriyor, yemeğimiz ayağımıza geliyor, bir çırpıda yiyor ve işimize devam ediyoruz.
Nihayet gün bitiyor. Güneş batıyor. Karanlık çöküyor dünyaya. İşler yine bitmiyor. Üstelik bu işler sözde bizzat kendi ailemiz, eşimiz, çocuğumuz için ve daha iyi bir gelecek için oluyor. Lakin akşam olup, gece çöktüğü halde o eve çoğu zaman baba geç geliyor; çoğu zaman anne geç geliyor ve çoğu zaman her ikisi de geç geliyor.
Neden: Bitmeyen işler yüzünden!
Nihayetinde eve geldiğimizde sıcak bir çorba, donatılmış bir sofra bulamıyoruz. Eşimiz bizden dertli; biz eşimizden… Eşimiz haklı olarak diyor: “Ben de akşama kadar çalıştım. Yoruldum. Elin ağız kokusunu çektim. Bittim. Tükendim…. Ben çalışıyorsam, ben yoruluyorsam sen de bana yardım edecek, yemeği bir gün de sen yapacaksın.”
Sonra bir yemek kavgası başlıyor. Günün acısını, yorgunluğunu, ötekilerine olan hıncını eşler birbirlerinden alıyor: Bir yemek yüzünden.
Bakıyorlar bu iş böyle olmuyor ve “İkisi de çalıştığı için aç kalıyorlar” o halde bir güzellik yapalım diyorlar: Akşam yemeklerini romantik bir lokantada baş başa yemeye karar veriyorlar. Bu, çok harika bir fikir olarak çıkıyor karşılarına. Nasıl olsa ikisi de çalışıyor ve ikisi de çalıştığı için aç kalmak istemiyorlar…
Bir gün, iki gün, iki hafta derken olmuyor her akşam lokantada yemek. Uymuyor ikisine de... Acil yapılması ve bitirilmesi gereken işler bir türlü bitmeyebiliyor. Bunun bir de maddi sonucuna katlanmak zor geliyor ve vazgeçiyorlar. Bu kez: “Eve kim erken gelirse yemeği o yapacak!” diye anlaşıyorlar. Bununla birlikte eve gelmeme, daha da geç gelme için gizli bir yarış başlıyor. Yalanlar üretiliyor: Bitmeyen işler yüzünden!
Sonra ne mi oluyor?
Ayakta tüketmeye devam ediyoruz. Hazır tüketime devam ediyoruz. Koşuşturarak, kızarak, öfkelenerek, yemeye devam ediyoruz. Bunun sonucunda kendimizi kaybediyor, kendimize duyarsızlaşıyoruz ve:
Birlikte yemek yemenin, yerken sohbet etmenin, sohbet ederken eşimizin ve çocuklarımızın dertlerini, sıkıntılarını, problemlerini dinlemenin önemini kaybediyoruz. Eşimizin kendi elleriyle bizim için, bize özel hazırladığı yemekleri göremiyoruz. Bu şekilde onun değerini, onun marifetlerini, onun bizim için uğraştığını hissedemiyor, yaşayamıyor ve yaşatamıyoruz. Marifet ve uğraşlara bakış açısı değiştiği için; hissedilen duygular da değişmeye başlıyor sonra… Aynı sofrada yemek yemekten, aynı çorbayı içmekten ve aynı duyguları paylaşmaktan uzaklaştıkça ailemizden de uzaklaşıyoruz. Aslında kendimizden uzaklaşıyoruz.
Neden?
Bitmeyen işler yüzünden değil elbet!
Duyarsız bir kişiliğe büründüğümüzden…
Anlatacak, yazacak çok şey var da birinci maddeyi burada noktalamak istiyorum. Devamını siz getirin istiyorum duyarsızlaşmadan ve ben de fizyolojik ihtiyaçlardan diğer bir maddeye geçeyim:
2) İnsan, hayatını devam ettirebilmesi için yemesi; neslini devam ettirebilmesi için de evlenmesi ve sağlıklı bir cinsel yaşantısının olması gerekiyor ki duyarlı bir kişiliğe sahip olabilelim.
Peki, bugün bu çağda kaçımız duyarlı bir birliktelik yaşıyoruz eşimizle? Kaçımız huzurlu, mutlu, güven dolu bir yuvaya sahip? Devam etmeyelim isterseniz! Zira birinci maddede örneklemeye çalıştığım yeme duyarlılığındaki aile modelimizi hatırladığımızda, bu tür ailelerin etrafımızda hiç de az olmadığını ve belki de bizlerin de onlardan biri olduğunu göreceğiz. İşte bunu gördüğünüz an, yani ailenizden, eşinizden uzaklaşıp bitmeyen işler yüzünden, hep farklı erkek ya da kadınlarla birlikte, aynı ortamı eşinizden çok, hatta daha çok, paylaşmaya başladığınız an diyecek bir şey kalmıyor. Burada söylemek istediklerim kalemime sığmıyor ve ben bu satırları yazarken sadece ellerim değil; yüreğim de titriyor...
Kendi yuvamızda, kendi eşimizde bulamadığımız güzellikleri başka yerlerde aramaya başlıyor ve nasıl ki aç bir mideyi doldurmak için lokantalara ya da hazır bir yiyeceğe konduğumuz gibi; doyurmadığımız, aç bıraktığımız, duyarsız kaldığımız cinsel ihtiyaçlarımızı karşılamak için evimizin, eşimizin, dışında hazır “Lokantalara” gidiyoruz.
Ne demek istediğimi gayet iyi anlıyorsunuz. Kendi eşimize, kendi ailemize duyarsızlaşıyoruz. Aslında kendimize duyarsızlaşıyoruz.
Neden?
Eşimizin duyarsız oluşundan ve bir eş olarak kendi duyarsızlığımızdan!
3) Her şey fizyolojik ihtiyaçlar değildir elbet. İnsanın mânevi, ruhsal ihtiyaçları da vardır. Ki bu ihtiyaçlar fizyolojik ihtiyaçlardan daha da önemlidir.
Şimdi yine kendinize yönelmenizi istiyorum:
* En son ne zaman ruhunuzun huzur ile dolduğunu gördünüz?
* Yaptığınız iş her ne ise, işinizi bir tarafa bırakıp en son ne zaman kendinize yöneldiniz?
* Kendinizle baş başa kalıp en son ne zaman şöyle bir tefekkür ettiniz?
* Onu da geçtik, yaptığınız, çalıştığınız iş, sizin hangi yönlerinizi geliştiriyor ve hangi yönlerinizi köreltiyor, hiç düşündünüz mü?
* Akşam eve geldiğinizde her gün aynı yorgunluğu, bitkinliği, tükenmişliği hissediyor ve başta kendiniz olmak üzere eşinize ve çocuklarınıza gereken zamanı, ilgiyi ayıramıyorsanız daha fazla şey söylemeye lüzum kalmıyor.
Yıllar yılı çalışıp didinmenin, ev sahibi, araba, mal-mülk sahibi olmanın ötesinde hiçbir yatırım yapmadıysak bugüne kadar; gerçekten yanlış şeylere yatırım yapmışız demektir.
Ama bunu ne zaman anlayacağız? Ne zaman kendi ruhumuza dokunan işlere yatırım yapmaya başlayacağız? Bu dünyanın, yaşantımızın, yaptığımız her şeyin geçici olduğunu ne zaman anlayacağız? 50 yaşından sonra mı? Yoksa daha ileriki yıllarda mı? Belki de ölüm yaklaştığında değil mi?
Lütfen şöyle bir duralım. Geriye dönelim. Geçen günlerimize, aylarımıza ve yıllarımıza şöyle bir bakalım. Kendi muhasebemizi kendimiz yapalım, geç olmadan!
Sonra tekrar düzenleyelim yaşantımızı. Yaptığımız iş her ne ise kendi ruhumuza, değerlerimize, yaşantımıza bir şeyler katması için çalışalım. Mânevi değerlerimizden uzaklaşmadan, kendimize ters düşmeden ve bize ihtiyaç duyanları ihmâl etmeden yaşayalım şu kısa hayatımızı. Bedenimize gösterdiğimiz özeni ruhumuza da gösterelim. O nedenle ruhumuzun ne istediğini, neye ihtiyaç duyduğunu da öğrenelim:
Ruh Ne İster?
Ruh, yaratılış itibari ile yücelerdedir. Allah’ın kendi nefsinden üflediği ruh, her insanda aynı yüceliğe kavuşmak ister. Lakin insan yaşantısıyla, ruhunun bu isteğine ters düştüğü anda ruh ile beden arasında bir çatışma başlar. Zira ruh, insanın yaşantısına göre değil; kendi yaratılış emrine göre hareket etmek ister. Bu istek insan benliği ile çeliştiği anda ruh acı çekmeye başlar. Bu acı her geçen gün artarak devam ettiğinde ruh, iyice daralacak, problem ve sıkıntılar da o denli artacaktır.
Bizim “Ruhsal Bunalım” ya da “Ruh Hastalıkları” adı altında saydığımız bir dizi karmaşalıkların aslında ruhtan değil; insanın kendi benliğinden kaynaklandığını da bu şekilde görmüş olacağız. Çünkü ruh hasta olmaz. Biz kendi benliğimizle, yaptıklarımız ya da yapmadıklarımızla ruhumuzu yüceltir, asıl hoşnut olduğu, ulaşmak istediği derecelere çıkarırız ya da ruhumuzun mâna ile değil; madde ile doyacağını düşünür, yaşantımız boyunca bunun için tüm maddi kazanımları elde eder ve ruhumuzu kaybederiz.
* O halde ruhumuza da duyarsız kalmadan sürdürelim hayatımızı.
* Madde ile geçen ömrümüze biraz da mâna katalım.
* Sevdiklerimize, eşimize, çocuklarımıza biraz daha fazla vakit ayıralım.
* Birlikteliklerimizi daha da anlamlı hale getirelim.
* Sohbet kültürümüzü canlandıralım.
* Esiri olmayalım televizyonun medyanın ve yoğun hayat temposunun…
* Kendimize, kendi özümüze, kendi ruhumuza yönelelim.
4) Üç maddede genişçe izah etmeye çalıştığım bireysel duyarsızlaşmanın doğal bir sonucu olarak bireyden topluma yansıyan bir “Toplumsal Duyarsızlaş(ma)!” görülecektir.
Bugün toplum olarak geldiğimiz nokta bunu göstermektedir: Bir şeyler ciddi anlamda patlak vermeden, sarsıcı gelişmeler olmadan duyarlılığımız gösteremiyoruz. Bir örnek ile bunu da açalım:
Son günlerde artan terör olaylarına ya da sınır ötesi operasyonlara, ülke halkımın çok büyük bir kısmının “Duyarlı” olduğu sanılmaktadır. Toplumsal bir bilinç kazanıldığı düşünülmektedir. Evet, birçok açıdan doğrudur bu. Lakin bu bilinçte etki eden faktör bireylerin kendi duyarlılıklarından öte, medyanın yoğun haber ve yorumlarıyla oluşan bir duyarlılıktır.
Eğer öyle olmasaydı her gün teröre verdiğimiz şehit sayısının en az on misli üzerinde olan “Trafik Terörü”ne verdiğimiz “can”lara da duyarlılık gösterir ve bu teröre de “dur!” diyen bir toplumsal bilinç gözleyebilirdik.
İşin daha da duyarsızlaştığını gördüğüm yanı ise her gün ekranlarda bir şehit haberi, bir şehit cenazesi ve benzer feryatlar, görüntüler, yakarışlar olmakta, acıyı ise o “can”ı kaybedenler yaşamaktadır. Zira bilinç aynı görüntüler karşısında alışmaya ve bu alışma, tepkilerin normalleşmesine neden oluyor. İlk günlerdeki tepkilerimizle şu son günlerdeki tepkilerimiz bir birini tutmaz oluyor. Sınır ötesi operasyon aslında “Sinir Ötesi”ne yapılıyor. Üstelik bunu kimin yaptığı belli olmuyor. Olsa da gizleniyor, perdeleniyor, hâsılı bir toplum duyarsızlaştırılıyor bu şekilde.
Sonra gerilen sinirler yumuşuyor, giden canlar, şehitler, mehmetçikler, operasyonlar haber bültenlerinde, gazete manşetlerinde sıradan bir habere dönüşüyor. Bazen içimizi dağlıyor. İzlerken ya da okurken yüreğimizde bir acı, gözümüzde bir yaş beliriyor. Sonra bir sonraki haberle unutuveriyoruz. Bir sonraki gün tekrar hatırlıyor ve bir sonraki haberle tekrar unutuyoruz. İşte böylece bir “Sinir Ötesi Operasyon” başarıyla sonuçlanıyor: Toplum olarak duyarsızlaşıyoruz.
Şimdi tekrar başa dönüyor ve ilk soruyu soruyorum:
İnsanın acaba duyarsızlaşma gibi bir özelliği ya da böyle bir yaratılış yetisi olmasaydı ne olurdu?
Anti tepkilerle başlayan savaşlar, işgaller, dağılan-yıkılan yuvalar, cesetler, kanlar…vs. örneklerini çok gördüğümüz bu tür hadiselere bir yenisi daha eklenirdi, değil mi?
Peki, çözüm duyarsız kalmak da olmadığına göre ve her geçen gün yenisi eklenen şehitlerimize bir yenileri daha eklenmesini istemediğimize göre, bu gibi toplumsal duyarlılığın, az ya da çok, bir yerlerden etkilenerek ya da etkilenmeyerek tırmandığı, toplumsal bilincin alevlendiği dönemlerde ne yapmak gerek?
Bu gibi dönemlerde hiçbir şey yapmamak, bir toplumu oyalamak, ya da başka bir devletten medet ummak (hele o devlet senin karşındakini destekliyorsa, yani düşmanının dostu ise) en büyük gaflet olacaktır. Yapılması gereken tek şey:
Sağlam, kararlı, bilinçli adımlarla hareket ederek ortaya gözle görülür sonuçlar koymak ve tırmanan gerilimi, bir anti duyarlılığı, kendi içinde patlamadan söndürmektir.
Her bir maddedeki ve her bir paragraftaki örnekleri, yaşantıları ve olayları arttırmak mümkün. Bunu sizlere bırakıyorum. Bunlarla yetinmeyin. Araştırın… Yorumlayın… Düşünün… Zaman ayırın kendinize. Bu hayat sizin hayatınız! Kendi hayatınız üzerinde oynanan oyunların, kurulan tuzakların esiri olmamak için kendinize duyarlı olmalı, daha dikkatli ve daha bilinçli olmalısınız.
Kendinize, ruhunuza ve yaşantınız içerisinde olan her şeye daha fazla duyarsızlaşmadan kendi kararlarınızı kendiniz almanız dileğiyle…
İdris Bilen