saniyenur
Mon 23 July 2012, 11:30 am GMT +0200
Düşünce Ve İfade Hürriyeti
Düşünce ve ifade hürriyeti insanlar için vazgeçilmez bir esastır. Böylece, insanlar başkalarının haklarına el uzatmamak ve ülkenin kanunlarını çiğnememek kaydıyla, gerçek ve doğru olduklarına inandığı şeyleri Özgürce düşünebilir ve konuşabilirler. Bu insan benliği ve şahsiyetinin gelişimi için lüzumludur. Ayrıca bu, din ve inanç hürriyetini de temin edecektir. Zira, din ve inanç, insanın vicdanıyla ilgili bir husustur ve hiçbir güç ve zorlama onu etkileyemez. Dahası, insanları vicdanlarıyla inanmadıkları birşeye inanmaları için zorlamak gereksizdir. Hepsinin ötesinde, Hesap gününde insanın kaderi, yeryüzünde kendi istek ve serbest iradesiyle yaptıklarına göre belirlenecektir. Zorlama ile yapılanlar önem taşımayacaktır. İnsanlar siyasî otoritelerin baskı ve zorlamalanyla yapamadıklarından sorumlu olmayacaktır. Kur'an açıklıkla bu prensibi belirtir: "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır." (2: 256).
Bu âyet din ve inanma ile ilgili bir konuda zorlamayı (ikrah) kesinlikle yasaklar. İstisnasız bütün fâkihler, zorlamanın her hâlu kârda gayri meşru olduğu; ve bir kâfire İslâm inancını zorla kabul ettirme teşebbüsünün vahim bir hata, büyük bir günah olduğu görüşündedirler. Bunun yapılmaması için Kur'ân iki ikna edici sebep İleri sürer. îlki, din, inanç ve isteğe bağlıdır, eğer zorla kabul ettirilirse bunların bir anlamı kalmayacaktır. İkincisi, hak ile bâtıl Allah'ın lûtfuyla apaçık bir şekilde gösterilmiş ve açıklanmıştır. Öyle ki, hakikat düşkünü ve doğru düşünceli insanların kafalarında inancın gerekleri ve sırat-ı müstakîm'e yönelik hiçbir şüphe kalmayacaktır. Gerçek hayat tarzı, yaratılıştan, geride hiçbir şüphe kalmayacak şekilde çok açık olarak ayrılmıştır. (The Holy Qur'an, sh. 103). Bundan böyle insanlara neleri yapmalarının güzel olduğunu, nelerin onlar için zararlı olduğunu ve nelerden kaçınmaları gerektiğini bildirmek için zora başvurmaya gerek yoktur. Çünkü nihayetinde, Hesap günü kazanacak veya hüsrana uğrayacak olan kendisidir.
Düşünce ve ifade hürriyeti şu âyetle dolaylı olarak korunmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Rasûl'e ve sizden olan emir sahibine İtaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün..." (4: 59).
Bu, müslümanlardan iki grup arasında (başka bir ifadeyle, yönetenler ve yönetilenler) herhangi bir noktada fikir ayrılığı çıkabileceğini, o zaman bu ayrılıkların Kur'ân ve Sünnet ışığı altında dostça halledilmesinin lüzumunu açıkça belirtir. Yöneticiler ile halk arasında farklılıklar ve anlaşmazlıklar çıkabileceği gerçeği, düşünce ve ifade hürriyetinin İslâm toplumunda herkesin tabiî hakkı olduğunu gösterir. Hiç kimsenin bu hürriyeti, herhangi bir şekilde yasaklamaya veya kısıtlamaya meşru veya ahlakî hakkı yoktur.
Bununla beraber, son tahlilde, halkla idarecilerin ihtilâf ve ayrılıkları, ilgili tarafların menfaatleri gözönüne alınmaksızın Kur'ân ve Sünnetin hükmüne bırakılmalıdır. Sonra da Kur'ân ve Sünnetin karan hem idareciler hem de idare edilenler tarafından kabul edilmelidir. İfade hürriyeti kişinin doğuştan gelen hakkıdır; baskı altında tutulamaz veya kısıtlanamaz. Fakat, anlaşmazlık çıkarsa, Kur'ân ve Sünnet'e göre âdil olarak ve gereğince, tarafların haklarına zarar vermeden çözümlenmelidir. Bu düşünce aşağıdaki âyet tarafından da desteklenir: "Eğer mü'minlerden iki grup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri Ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) âdil olun. Allah, âdil davrananları sever." (49: 9).
Şûra hakkındaki ayet, Kur'ân ve Sünnet'ten çıkarılan bu düşünceyi daha da kuvvetlendirir. Âyette şöyle ifade edilir: "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak dav-randın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurlarm)dan geç, onlar için mağfiret dile. (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan; çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever." (3: 159).
Bu âyet çok önemli konularda bile ifade hürriyetinin ve fikir ayrılıklarının önemini tam olarak belirtir. Bundan dolayı Hz. Peygamber'e yönetimi ilgilendiren işlerle ilgili olarak onların fikirlerini alması, mümkün olan en güzel çözüm bulunduğunda da kararını azimle vermesi ve Allah'a güvenmesi öğütlenir. Hz. Peygamber bu prensibi husûsî ve toplum hayatında bütün genişliğiyle uyguladı. Halifeleri de buna tamamıyla itibar ettiler. Aslında, modern yönetimlerdeki temsilcilik şekilleri, aynı ilkenin devlet işlerinde tatbikine yöneliktir.
"...(Mü'minlerin) İşleri, aralarında danışma, iledir..." (42: 38). Kur'ân'm bu âyetlerinde belirtilen emirlerin Hz. Peygamber'e hitap etmesine rağmen, bütün müslümanlan, her zaman ve mekânda bağlayıcı olduğu fâkihlerin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. (The Message ofthe Qur'an, sh. 92).
Rasûlullah, kamuyu ilgilendiren bütün devlet işlerinde, bir karar vermeden önce, daima ashabıyla istişare etmiştir. İlk büyük olay Kureyşlilerle Bedir'deki karşılaşmaydı.
Rasûlullah, düşmanın esas ordusuyla karşılaşmak üzere Bedir denilen mevkie doğru yürüyüşe geçme kararını vermeden önce ashabıyla istişare etti. Ebu Bekir ve Ömer ayağa kalkarak, güzel konuşmalar yaptılar. Sonra Mikdad söz aldı ve savaşı destekleyici kararlı bir konuşma yaptı. Bundan sonra Sa'd b. Mu'âz büyük bir coşku ve kararlılıkla konuştu. Rasûlullah Sa'd'ın bu sözlerinden memnun oldu. (İbni îshak).
Rasûlullah kamp için bir yer seçtiğinde Habbâb b. Münzir O'na şöyle dedi "Yâ Rasûlullah! Burası, ileri geçemeyeceğimiz Allah'ın konaklamanı emrettiği yer midir, yoksa sizin görüşünüz ve bir harb taktiği midir?" diye sordu. Rasûlullah: "Hayır, o bir görüştür ve harp taktiğidir" buyurdu. Bunun üzerine Habbâb, buranın konaklamak için uygun bir yer olmadığını, düşmana yakın bir suyun başında konaklamalarını, sonra düşmanı susuz bırakmak için diğer kuyuları kapatmalarının daha iyi olacağını, bunun sonucunda içecek sıkıntısı çekecek düşmana karşı daha üstün savaşabileceklerini söyledi. Rasûlullah, Habbâb'a "İyi bir görüşe işaret ettin" buyurdu ve dediğim yaptı. O zaman Sa'd b. Mu'âz'ın teklifiyle Rasûlullah için bir çadır kuruldu. Burada, Rasûlullah binek develerinin desteğiyle daha iyi korunabilecekti. Sonuçta Hz. Peygamber burada kaldı. (îbni îshak).
Savaştan sonra Hz. Peygamber Bedir esirlerine ne yapacakları konusunda, ashabına tekrar danıştı. Ebu Bekir'in düşüncesi kabul edilerek, esirler fidye karşılığı serbest bırakıldılar. .(Taberi ve Ebû Davud).
Bunun gibi Rasûlullah Medine'de, Uhud savaşından önce ashabın fikirlerini aldı. Abdullah b. Ubey savaşa çıkmayıp, Medine'de kalmayı teklif etti. Sahabeden birkaç kişi de şehrin tahkim edilmesinin ve düşmanla şehirde karşılaşılmasının lehindeydiler. (Taberi, İbni Sa'd ve İbni îshak). Bununla beraber, Allah'ın Uhud'da şehitlik şerefi vereceği bazıları ve Bedir'de bulunmayan diğerleri şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasûlü, onlar bizim sa-vaşamayacak kadar korkak ve zayıf olduğumuzu düşünmesinler, bunun için düşmanlarımıza karşı çıkmada öncü ol." (İbni îshak, Ta-beri). Rasûlullah, gençlerin ve amcası Ab-bas'ın da ısrarım görünce evine girdi, zırhım kuşandı. Cuma namazından sonra Uhud'a doğru yürüyüşe geçtiler. (İbni İshak, İbni Sa'd, Taberi).
Bu birkaç örnek Rasûlullah'in diğer insanların düşüncelerine ne kadar değer verdiğinin, kamuyu ilgilendiren çok önemli olaylarda daima onlara, düşüncelerini açıklama fırsatı tanıdığının yeterli delilleridir. Genellikle Rasûlullah, aksine bir ilâhî emir olmadıkça, Bedir savaşında olduğu gibi, çoğunluğun fikrine göre hareket ederdi. Birçok kişi Ebû Süfyân'm denetiminde olan Kureyş kervanına saldırmayı isterken, aralarında Sa'd b. Mu'âz, Ebu Bekir, Ömer ve diğerlerinin bulunduğu sahabenin önde gelenleri, Rasûlullah'ı şartlara göre hareket etmesi konusunda serbest bırakmışlardı. Açıkça söylemese de, Rasûlullah nihai olarak, esas düşman ordusunun Bedir'de karşılanması gerektiğini düşünüyordu. Nitekim bu düşüncesi daha sonra Kur'ân tarafından teyid edilmişti (8: 5-8). Ahzab (Hendek) savaşında Rasûlullah ashabına danıştı ve sonunda Selmân Fârisî'nin teklifi olan, şehrin zayıf ve açık taraflarım korumak için Medine'nin etrafında hendek kazma fikrini kabul etti.
Görüldüğü gibi, bütün bu tartışmalarda değişik çözümler ele alınır. Sonunda da en uygun teklif herkes tarafından kabul edilirdi. Bu tartışmalarda tam bir ifade serbestiyeti vardı ve herkes açıkça kendi fikrini söyleyebilirdi. Müslümanlarla Kureyş arasında yapılan Hu-deybiye anlaşmasının maddelerinin görünüşte zayıf ve aleyhte olması sahabileri hayal kırıklığına uğratıp canlarım sıkmıştı. Rasûlullah onlardan hayvanlarını kurban edip, başlan* nı tıraş etmelerini istediğinde, uygun şekilde cevap vermediler. Bunun üzerine Rasûlullah çadırına girip, hanımı Ümmü Seleme'ye sahabilerin hareketleri hakkında şikâyette bulundu. Hanımı şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer bunu yaptırmak istiyorsan, kimseye birşey söylemeden hayvanını kurban et, berberini de tıraş için çağır." Rasûlullah bu teklifi uyguladı. Bütün sahabe O'nun yaptıklarını izleyerek hayvanlarını kurban etmeye ve saçlarını tıraşa başladı. (Taberi).
Şüphesiz, Rasûlullah sahabileri arasında ifade hürriyetini geniş olarak desteklemiş, çeşitli kamu işlerinde onlann fikirlerine başvurmuştu. Sonraları sahabeler de hayatlan boyunca O'nun Örneğine göre hareket ettiler. Ebû Bekir, bazı kimseler zekât vermeyi reddettiklerinde sahabilere danıştı. Daha sonra ülkede genel bir ayaklanma olunca ve bazı kabileler Medine'deki merkezî otoriteye isyan edince onlarla yine istişare etti. O, sahabilere danışmadan bir tek önemli karar almamıştı. Bunun gibi O'ndan sonra Hz. Ömer de Rasûlullah'ın örnek uygulamalanna göre hareket etmeyi sürdürdü. O, diğer insanlann düşüncelerine önem verir ve faydalı bulduğunda onlarla birlikte hareket ederdi.
Bir defasmda, Cum'a günü cemaate hutbesini irad ederken, bir adam O'nu durdurarak şöyle dedi: "Üzerindeki cübbeye nasıl sahip olduğunu açıklayıncaya kadar seni dinlemeyeceğiz. Zira, savaş ganimeti olarak aldığım parça, senden daha ufak yapılı olduğum halde, bir elbiseye yeterli gelmedi. Ömer, oğlu Abdullah'a işaret etti. O da ayağa kalktı ve elbiselik hakkını babasına verdiğini, babasının da bu giysiyi ancak bu şekilde yaptırdığım söyledi. (Şibli Numanî, el-Faruk). Yine O, insanlardan, mallann bolluğu sebebiyle o günlerde kadınlara çok fazla miktarlarda mehir verilmemesini istediğinde, bir kadın O'nu durdurdu ve şöyle dedi: "Ey Ömer, sen hangi hakla Allah'ın bizler için uygun gördüğü hakkı sınırlıyorsun?" Bunu duyan Ömer, ümmetin içinde hata ettiğinde kendisini düzeltecek böyle insanlar olduğu için Allah'a hamdetti.
(el-Faruk). Bunlar, bir yöneticinin diğer insanların fikirlerine gösterdiği saygının derecesini ve gerçek İslâm toplumunda varolan ifade hürriyetinin genişliğini gösteren ikna edici örneklerdir. Hz. Ömer kendi fikrinden vazgeçmekle kalmadı, aynı zamanda toplumda imamlarını bile doğrultmaktan çekinmeyen ve gerçekleri söyleyen bu tip insanlar olduğu için Allah'a şükretti, Dördüncü halife Hz. Ali, Haricilerin bütün muhalefetlerine ve eleştirilerine müsamaha gösterdi ve onlan bunu yapmaktan alıkoymadı. Bir kişi, Haricilerin Ali'yi öldürmeye niyetlendiklerini, bunun için onlan tutuklamasını istediğinde, O şöyle cevap vermişti: "Allah'ın hadlerini aşıncaya kadar, onlara herhangi birşey yapamam."
Böylece İslâm, inanç ve ifade hürriyetini kavramının esasını belirledi. Irk, renk ve soylarına bakılmaksızın bütün insanlara, kamuyla ilgili genel konularda tam bir inanç, düşünce ve ifade hürriyeti verilmişti. İnsanlar oturdukları yerlerde, kasaba veya köylerinde inançlarının gereklerini serbestçe yapabilecek, istedikleri fikirleri açıklayacak, yönetimin icraatlarını veya siyasetini eleştirebileceklerdi. Bütün bunlar için tek şart, devletin kanunlarını ihlal etmemekti. Eğer bunu yapacak olurlarsa, mahkemede yargılanırlar, suçlu bulunurlarsa uygun bir şekilde cezalandırılırlardı. Bu hürriyetten, daha Önce zikredilen Yunan ve Roma Örneğinde olduğu gibi yalnızca belirli azınlıklar değil, bütün vatandaşlar faydalanmaktaydı.
Medine'li Yahudilerle "hürriyet mukavelesi" (charter of liberry) akteden Rasûlullah s.a.v. mükemmel bir örnek olmuştur: "Yahudilerden her kim bize uyarsa O'na yardım edilecek ve bizimle eşit olacaktır; onlar incitilmediği gibi düşmanlarına yardım da edilmeyecektir. Yahudiler kendi dinlerinde, Müslümanlar da kendi dinlerinde kalacaklardır. (Farklı kabilelere mensup olanlar) bu anlaşmaya bağlılıkları süresince Yahudilerden sayılır; İhlâl edenler, adaletsizce ve günahkârca davrananlar ancak kabilelerine ve ailelerine zarar verirler.
Bağlılık, hıyanete karşı bir tedbirdir. Yahudilerin yakınları da kendileri gibidirler. Saldırıya uğrarlarsa herkes yardıma gelecektir. Yes-rib (Medine) vadisi bu anlaşmaya katılan herkes için aziz ve taarruzdan masum kılınacaktır. Himaye altındaki yabancılara hamilerine olduğu gibi aynı esaslara göre davranılacak-tır." (İbni Hişam, M. Hamidullah, Muhammed Rasûlullah, Karaçi, 1979, sh. 63-66).
Rasûlullah'in diğer dinlerdeki insanlara eşit haklar ve inanç hürriyeti tanımasının diğer bir örneği, onun Necrân Hristiyanları ve komşu ülkelere karşı olan tavrıdır. O, şu sözleri ihtiva,eden bir mektup göndermişti: "Allah'ın himayesi ve Peygamberi Muhammed'in zimmeti, Necrân ve havalisinde olanların şahıslan, mallan, dinleri, topraklan, şimdi bulunanları, bulunmayanları ve diğerleri ile mabetleri ve suret ve haçları üzerindedir. Kimse dininden döndürülmeyecektir; hak ve hukuklanna, suret ve haçlanna dokunulmayacaktır; rahip rahipliğinden, papaz papazlığından, kilise bakıcısı bu görevinden uzaklaştı-nlmayacaktır. Onlara zulüm ve işkence yapılmayacak, cahiliye kan davası güdülmeyecektir. Onlar» savaşmak üzere toplanmayacaklan gibi kendilerinden ö§ür (ondabir vergi) de alınmayacaktır. Topraklanna ordu ayak basmayacaktır. Necran'da, aralarında biri hakkını istediğinde, insafla hareket edilecek; onlar ne zulüm edecek ne de zulme maruz kalacaklardır. Bundan sonra kim ribâ (faiz) yerse, o, benim zimmetimin dışında kalacaktır. Hiç kimse, başkasının yaptığı fenalıktan mesul olmayacaktır." (Belâzurî, Fütûhu'l-Büldân ve İmam Ebu Yusuf, Kitâbu'l-Harac).
Halife Ömer'in Mısır'ın fethinden sonra, Hris-tiyan kiliselerine tahsis edilmiş malları titizlikle koruması ve onlara el sürmemesi ve pa-pazlan desteklemek için eski yönetimin verdiği tahsisatları devam ettirmesi modern zamanlarda bile çok az benzeri olan unutulmaz bir olaydır. Hristiyanlara ve diğer dinlerin mensuplarına İslâm'ın ilk günlerinde verilen inanç hürriyetini en güzel biçimde yine hristiyanların kendileri ispatlar. Üçüncü halife Osman devrinde, Mera patriği, Simeon isimli Fars piskoposuna şu sözleri söyler: "Tanrının (yeryüzünün) krallığını verdiği Araplar hristi-yan inancına saldırmıyorlar, tersine dinimize yardım ediyorlar; tanrımıza ve azizlerimize saygı gösterip, kilise ve manastırlarımıza hediyeler sunuyorlar."
Hristiyanların inanç ve törenleri üzerinde hiçbir kısıtlama yoktu, dinî ayin ve törenlerinin gereklerini yapma ve tapınma haklarını serbestçe kullanırlardı. "Tamamıyla müslüman beldelerde bile önceden yapılmış gayri müs-lim mabetlerine karışılmaz, eğer buraları eskir veya tahrip olursa, zımmîlerin yeniden inşâ veya tamir etme hakları vardı. Fakat onların bu beldelerde yeni binalar inşâ etmelerine izin verilmezdi. Bu türden kısıtlamalar tamamıyla müslüman olmayan bölgelerde yoktu. Bunun gibi önceden tamamıyla İslâm toprağı olan, ancak artık bu özelliğini kaybetmiş, cuma ve bayram namazlarının kılmmadığı, hadlerin uygulanmadığı şehirler ve beldelerde, zimmîler yeni ibadet yerleri inşâ edebilir, dinî ayinlerinin gereklerini yapabilirlerdi. (Alaaddin Ebu Bekir, Bedaiüs-Senai, c. VII, sh. 113-114'ten Ebû'1-A'lâ Mevdûdî, The Is-lamic Law and Constitution, sh. 274-275).
Dolayısıyla, hristiyanlann da en az müsıü-manlar kadar kasaba veya köylerinde dinî tören ve ayinlerini yapma hakkına sahip olduğu görülmektedir. Tamamıyla İslâmî yerleşim birimi teriminin kapsamına girmeyen beldelerde, müslümanlarm sayısı azımsanmayacak kadar olsa da, zımmîlerin şarap ve domuz eti satmalarına, haçlı âyinler düzenlemelerine, nefesli borular (conches) çalmalarına karışılmaz. Buna karşılık bu olaylar tam anlamıyla müslüman beldeler (bir başka deyişle, Cuma ve bayram namazlarının kılındığı yerler) sayılan kasaba ve yerlerde yolsuzluk olarak telâkki edilir. Zina gibi kendi yasalarınca da yasaklanmış hareketleri beldelerinin sımrlan içinde dahi yapmaları yasaklanır, (ğerhü's-Siyerul-Kebir, c. III, sh. 251'den Mevdûdî, The Islamic Law and Constitution, sh. 274-275).
Bu durum Abdullah b. Abbas'm şu sözlerinden de anlaşılır: "Müslümanlann kurduklan şehirlerde zimmîler yeni ibadet yerleri inşâ edemez, pazarlarda, yollarda boru çalamaz, açıkça şarap veya domuz eti satamazlar. Ancak esasen gayri müslimlerin kurduklan, daha sonra da müslümanlann fethettikleri şehirlerde, gayri müslimlerin haklan anlaşmalarla belirlenir ve bu anlaşmalara uymak müslümanlann yükümlülüğüdür." (Ebû Yusuf, Kita-bü'l-Harâc, sh. 88'den Mevdûdî, a.g.e.).
Şüphesiz, müslümanlann diğer dinlerin men-suplanna yönelik bu davranışlan, Kur'ânî öğretilerin ve Rasûlullah'in uygulamalannın açık sonuçlanydı. Daha Önce de işaret edildiği gibi, Kur'ân samimi gerekçelerle inanç hürriyetini destekler. Kur'ân'da açıkça, Allah'ın insanı yarattığı, imanı kabul veya red hususunda onu serbest bıraktığı, bunu kendi nzâsıyla yaptığı, tekrar tekrar ifade edilir. Allah'ın rehberliği, herhangi bir baskı olmadan insanın tercih ettiği hareket tarzını uygulaması ve yeryüzünde özgürce yaşaması hususî gayesine yöneliktir. Allah, rehberliğini yalnızca peygamberleri vasıtasıyla gerçekleştirir. Peygamberler, hak ile bâtılı açık bir biçimde, kesinkes birbirinden ayınrlar; doğru yolu izlemenin faydalarını, ilâhî rehberlikten yüz çevirip, bâtıl ve kötü bir hayat yaşamanın zararlarını anlatırlar. Ancak son söz insanındır; o izleyeceği hareket tarzım hür iradesiyle seçmesi gereken kişidir, zira yeryüzünde işlediklerinin bir sonucu olarak ödüllendirilecek veya zarara uğrayacak olan kendisidir. Bu sebeple, insanın inancında tam bir seçim serbestisine sahip olması kesin bir esastır. Aksi takdirde seçim serbestisi amacına ulaşamaz. Aşağıdaki Kur'ân ayeti şahsî sorumluluğa şu sözlerle işaret eder: "...Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabb'inizedir; (O) aynlığa düştüğünüz gerçeği size haber vereçektir." (6: 164). Bu akide, herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğunu ve onların hesabını vereceğini, bu sorumluluğun başka birinin hesabma yüklenemeyeceğini anlatır.
Daha sonra Tür sûresinde şu ifadeleri görürüz: "Onlar ki inandılar, zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; (onları cennete sokarken) zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi amellerinin sevâb)ından da hiçbir şey eksiltmemi sizdir. Herkes kendi kazandığına karşılık bir rehindir." (52: 21). Bakara sûresinin son âyetinde ise şu ifadeleri okuruz: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi faydasına, kötülük de kendi zararınadır..." (2: 286). Bu husus Nisa sûresinde (4: 32) tekrar edilir. Böylece şunda hiçbir şüphe yoktur. "Mükâfat ve cezalar kadm olsun, erkek olsun her ferdin kendi işlediği iyi ve kötü amellerin sonuçlarıdır. Kişi ancak kendi işlediği iyi amellerin mükâfatım alır; başkalarının yaptığı iyiliklerin karşılığını değil. Bununla birlikte, eğer bir kimse ölümünden sonra da iyi sonuçlar doğurmaya devam eden bir iyilik yapmışsa, bu iyi sonuçların hepsi o iyiliği yapanın hesabma yazılır. Aynı şekilde eğer bir kimse, ölümünden sonra da kötü sonuçlar doğurmaya devam eden bir kötülük yapmışsa, bu sonuçların tamamı o kimseye yazılacaktır. Fakat bütün bu iyi ve kötü neticeler, kişinin kendi işlediği amellerin karşılığı olacaktır. Kısacası kişi ancak bilerek ve isteyerek katkıda bulunduğu bir şey sebebiyle ceza ve mükâfat alacaktır. Allah'ın sünnetinde hesapların, ceza ve mükâfatların başkalarına devredilmesi söz konusu değildir." (The Meaning ofthe Qur'an, c. I, sh. 209-210).
Bu, herkese hayatında beğendiği yolu izleme hürriyeti verilmesi sebebiyledir. Ayrıca, iyi ve kötü amellerin karşılıkları bildirilmiştir. Böylece, serbest iradesiyle yapacağı amellerinin karşılığı konusunda uyarılan her insan yaptıkanndan kendisi hesap verecektir. Şahsî sorumlulukla ilgili aynı hükümler îsrâ sûresinde tekrarlanır: "Kim yola gelirse ancak kendisi için yola gelmiş olur, kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz (herkes kendi günahım çeker). Biz, elçi göndermedikçe (hiç bir kavme) azâb edecek değiliz." (17: 15).
İnanç konularındaki şahsî hürriyetin hikmeti Yûnus sûresinde açıklanır: "Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi. O halde sen mi insanları mü'min olmaları için zorlayacaksın?" (10: 99).
Burada Allah'ın insanlığa bahşettiği, kendisine inamp-inanmama hürriyetine atıf vardır. Yoksa, bütün insanları mü'min ve itaatkâr kullar olaı'ak yaratması ve yeryüzünde hiçbir âsi ya da kâfir kul bırakmaması içten bile değildi. Yahut da, Allah kolaylıkla kullarını iman ve itaate çevirirdi. Fakat o zaman insanoğlunun yaratılış gayesinde yatan hikmet geçersiz hâle gelirdi. (The Meaning of the Qur'an,c. V, sh. 59).
Bu hususta kesinlikle şüphe yoktur ki, eğer Allah'ın iradesi ve planı insana ihsan ettiği hür iradeyi vermemek yönünde olsaydı bu takdirde herkes birbirinin aynı olarak yaratılacaktı. O zaman herkes iman sahibi olacak, ancak iman insanlara herhangi bir değer kazandırmayacaktı. Gerçek dünyada ise, insana çeşitli güçler ve yetenekler verilmiştir. Böylece o, araştırıp keşfedebilir ve kendisini Allah'ın iradesiyle uyumlu bir hâle getirebilir. Sonuçta iman ahlakî bir başarı, imana karşı durmak ise bir günah olur. (The Holy Qur'an, sh. 510).
Bütün bunlar insanın hür iradesi ile imanı kabul veya reddetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla baskıyla kabul ettirilmiş imanın hiçbir değeri olamaz. "O halde sen mi insanları mü'min olmaları için zorlayacaksın?" sözleri hiçbir zaman, Hz. Peygamber'in insanları inanmaları için zorladığı manasına gelmez. Ancak daha önce de belirtildiği gibi Peygamber'in, insanları kötü yola düşmekten, dolayısıyla cehennemden kurtarmak için çok arzulu olması ve bu sebeple sık sık onlar hakkında endişelenmesi, elem duyması mânasına gelir. Bu âyette, tartışma veya rica vasıtasıyla,^hakla bâtıl arasındaki farkı açıkça anlatarak görevini yaptığı için Hz. Peygamber, Allah tarafından teselli ediliyor. Şimdi, güzel öğütleri kabul edip, Allah'ın yol göstericiliğini kabul etmek veya öğütleri reddederek, kötü hayat tarzlarım seçmek insanlara kalmıştır. Hz. Peygamber görevini yapmıştır ve ilâhî rehberliği insanlara zorla kabul ettirmesi O'nun görevi değildir. Eğer Allah bunu yapmak dileseydi, Kendisi yapar ve bütün insanları hakikî mü'minler olarak yaratırdı. Bu durumda, insanlara yol gösterici olarak peygamber göndermeye gerek kalmazdı. Ve Kehf sûresinde şu ifadeleri görürüz: "...Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Çünkü biz zâlimlere öyle bir ateş hazırladık ki, cadın (dumanı veya duvarı) onları kuşatmıştır..." (18: 29).
İnsana, istediği gibi bir hayat sürmesi hususunda serbestlik tanınmakla beraber amellerinin -iyi veya kötü- sonuçlarına da katlanması gerektiği hatırlatılmaktadır. Peygamberlerin "görevleri, yalnızca Rablerinden aldıkları yol gösterici emirleri insanlara iletmektir. Onlar, insanlara istemedikleri belirli hareket tarzlarını benimsetmekle görevli bekçiler veya yöneticiler olarak gönderilmemişlerdir. Bu husus, aşağıdaki âyette tekrar vurgulanır: "...Biz seni onların üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin!" (6: 107).
Bu âyet Peygamberin ilâhî görevinin halkı dine davet etmek olduğunu, yoksa bir polis müfettişi gibi onları gözetlemek olmadığını açıkça belirtir. Bu nedenle O'nun görevi yalnızca, mesajı halka sunmak ve onları hakikat konusunda ikna etmeye çalışmaktır. Bundan sonra, hakikatin kabul veya reddi hususunda onlar kendi başlarına bırakılır. Peygamberlik sahası içinde hiçbir bâtıla kulluk eden kalmasın diye, insanları hakikati kabule zorlamak için görevlendirilmediği, bundan dolayı kendisini üzmemesi, onların bilerek kapattıkları gözlerini açmaya çalışmaması hatırlatılmaktadır.
Eğer Allah hikmetîyle hiçbir bâtıla tapmanın kalmamasmı dileseydi, o zaman Peygamber'i bu vazifeyle görevlendirmezdi. O, yalnızca tek bir emriyle her bir insanı hakikat izleyicileri yapabilirdi. Ancak bu hiçbir surette insanın yaratılış gayesine uymaz. Esas gaye, insana, hak ile bâtıl arasında seçme serbestiyeti verilmesi, ve bu seçiminin hakikat ışığında değerlendirilmesidir. Bu durumda Peygamber'e düşen dosdoğru yolu izlemesi, insanları da bu yola davet etmesidir. Sonra kabul edenleri kendisine dost edinmeli ve dünyaya meyleden kişilerin gözünde çok önemsiz de olsalar onları hiçbir şekilde terketmemelidir. Diğer yandan', hakikati kabul etmeyenleri kendi hâllerine terk eder; onları gitmek istedikleri, yapmakta ısrarlı oldukları kötü sonlarıyla başbaşa bırakır." (The Meaning of the Qur'an,c. IV, sh. 139-142).