hafiza aise
Thu 24 May 2012, 03:30 pm GMT +0200
DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DARBE
Mustafa ŞENTOP • 44. Sayı / DİĞER YAZILARSon yıllarda yaşamış olduğumuz hâdiseler de göstermektedir ki Türkiye’nin gerçekte temel sorunu, iktidarın kaynağı ile ilgili bir sorundur. Rivayete göre, Cumhuriyet’le beraber, “teokratik” kökenli devlet anlayışı terk edilmiş, egemenliğin kaynağı gökten yere indirilmiştir. Kelimelerin örtüsünü kaldırıp baktığımız zaman, görünen, devleti altıyüz yıl idare eden Osmanlı ailesinin yönetimden uzaklaştırılması, yerini, uzun bir süre “şeklî” anlamda da olsa, seçimle işbaşına gelen yöneticilerin alması hâdisesidir. Devletin algılanması, konumlandırılması, milletle münasebeti ve yönetim usullerine dâir hususlarda yani muhtevada kayda değer bir değişiklikten söz etmek mümkün görünmemektedir. Saltanatın resmen kaldırılışından bu yana geçen yaklaşık seksenaltı yıllık zaman diliminde, dünyadaki gidişata da paralel olarak devlet yöneticilerinin seçimle belirlenmesi esası yerleşmeye başlamıştır. Ancak, 27 Mayıs 1960’ta yapılan askerî darbe ile başlayan süreç, seçimle belirlenen yöneticilerin “iktidar”ını içerik olarak sınırlı ve görüntüsel hâle getirmiş, bürokrasiye kaynağı belli olmayan bir egemenlik yetkisini kullanma imkânı vermiştir. Türkiye, elli yıldır, “düşük yoğunluklu darbe” süreci içinde, seçilmişlerin iktidar oyununu izlemektedir. Bu değerlendirmenin bir mübalağa içerdiği düşünülmemelidir; demokratik bir ülkede mümkün olabilecek en büyük çoğunlukla (yüzde elli) iktidara gelen ve ülkeyi beş yıldır yöneten bir siyasî parti, kızların üniversitelere başörtülü olarak girmesini sağlayacak bir adım atamamakta, buna teşebbüs ettiğinde kapatma hamlesiyle karşılaşmaktadır.
Egemenliğin “gökten yere indirilmiş” olmasına rağmen, iktidarın halkın oylarıyla belirlenemiyor olmasının iki temel sebebi vardır: Bunlardan birincisi Türkiye’ye mahsus bir sebeptir. Yüzyıllar içinde oluşmuş ve gelişmiş bir devlet ve yönetim anlayışının, “Arkadaşlar, yarın Cumhuriyet’i ilan ediyoruz” sözüyle değişivermesini beklemek doğru olamaz. Özellikle, 19. yy başlarından itibaren iyice yerleşen, padişahı ve yetkilerini sembolik hâle getirip asker ve sivil bürokrasiyi güçlendiren bir gelenek, İstiklal Savaşı sırasında da önemli ölçüde beslenmiştir. Kendini devletin gerçek sahibi addeden, devlet ve millet işlerini sadece kendisinin bilebileceğine inanan bu bürokratik anlayış, zengin bir tarihî birikime dayanmaktadır.
Cumhuriyet ve demokrasi benimsendiği hâlde, iktidarın bir türlü seçimle belirlenememesinin ikinci temel sebebi daha geneldir; bu sebep, Batı dışındaki dünyada silahlı kuvvetlere yüklenen misyonla alâkalıdır. Birçok ülkede modernleşme askerin modernleşmesiyle başlamıştır. Silahların ve eğitimin modernleştirilmesi maksadıyla başlayan süreç, askeri Batı dışı dünyada modernleşme ideolojisinin taşıyıcısı hâline getirmiştir. Bu sürecin sadece kendiliğinden geliştiğini düşünmemek gerekir; Batı, kendi değerlerinin daha hızlı ve daha kolay bir şekilde taşınmasını mümkün gördüğü için askerleri desteklemiş, onların bir siyasî güç hâline gelmesini arzu etmiştir. 20. yy’da Batı dışı dünyadaki ülkelerin büyük bir çoğunluğunda askerî diktatörlüklerin bulunması, yine önemli sayıda ülkede sık sık askerî darbelerin yapılması, askerin modernleştirici misyonuyla alâkalıdır. Böyle bir durumun Batı için arzu edilen sonucu verip vermediği ayrıca tartışılmalıdır. Ancak, Batılı olmayan ülkeler bakımından asker aracılığı ve öncülüğüyle modernleşme bir paradoksa dönüşmüştür; askerin almış olduğu eğitimin, meslekî karakter ve deformasyonunun, zekâ ve birikiminin modernleşmeyi bir zihniyet meselesi olarak algılayabilecek imkânı sunmaması, içi boş, sadece görüntüye dayalı bir modernlik, kısır bir “gardrop devrimciliği” tablosu ortaya çıkartmıştır. Böyle bir modernleştirme misyonu, gerçek anlamda modernleşmeyi sağlayamadığı, bu bakımdan ülkeleri en azından maddî anlamda güçlü hâle getiremediği gibi, zor kullanımı suretiyle gerçekleştirilmeye çalışıldığından, ülkelerin kendine mahsus değerlerini de tahrip etmiştir. Bu durum, tam anlamıyla, Dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olmaktır.
Batılı olmayan ülkelerde ve özellikle Türkiye’de, asker ve sivil bürokrasinin bugün gelinen durumla alâkalı bir muhasebeyi yapmadığını ve yapamayacağını düşünüyoruz. Hâlâ, darbe planları ve müdahaleler üzerinden tartışma yürütüyor olmamız bunun göstergesidir. Askerin eğitiminin, meslekî karakterinin, zekâ ve birikiminin modernleşmeyi gerçekten anlayabilecek seviyede olamayacağını ifade ederken, zaten böyle bir muhasebeyi yapamayacağını da belirtmiş oluyoruz. Buna Türkiye’den iki örnek verebiliriz: Uluslararası ilişkilerin yapısını ve işleyişini bir bütün olarak kavrayamayan anlayış, Türkiye’nin Yunanistan’a karşı en büyük kozu olan NATO’ya dönüş vetosunu bir “asker sözü”ne inanarak imha edebilmiştir. Birkaç sene önce, eğitim meselelerinin tartışıldığı bir ortamda, bütünüyle pozitivist bir bilim anlayışını yegâne hakikatmiş gibi savunan, başka ihtimâli aklından bile geçirmeyen, bilime ve bilimselliğe dâir süregelen yaklaşık yüzyıllık tartışmalardan bîhaber olan bir yetkilinin ülkeye şekil verme gayreti ne kadar hazindir.
Son günlerde, en azından, psikolojik ortam itibarıyla hareketlenen şu veya bu derecedeki “müdahale” ihtimallerinin sadece tartışılıyor olması bile Türkiye’ye yeni bir darbe vurmaktan başka bir mânâ taşımamaktadır. Bu konuda seçilmiş siyasetçilerin vurdumduymazlığını da gözardı etmemek gerekir. Türkiye yaklaşık elli yıldır bir “düşük yoğunluklu darbe” ortamında yaşarken, demokratik hukuk devletinin güçlendirilmesi için atılmış somut, güçlü ve kalıcı bir adım görülmemektedir. Böyle bir adım, ancak yaşanan darbelerin bütün boyutlarıyla tartışılması ve darbecilerin yargı önüne çıkartılması ile atılabilecektir. 12 Eylül’ün sadece işkencelerle, bireysel hak ihlalleriyle tartışılması bize bir çıkış sağlamaz; darbelerin uluslararası sistemin bir kontrol aracı olarak gerçekleştirildiği, dolayısıyla millete ve devlete karşı açık bir ihanet olduğu ortaya konulmadan, yani darbeler “deşifre” edilmeden Türkiye bir mesafe alamayacaktır.