- Dünyaya Sahip Çıkmak

Adsense kodları


Dünyaya Sahip Çıkmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Thu 22 September 2011, 06:42 pm GMT +0200
Dünyaya Sahip Çıkmak



Ağustos 2007 104.SAYI
 


Ahmet MİROĞLU kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Biz ahireti dünyaya tercih etmemiz gerektiğini biliyoruz. Çünkü geçici, kısa dünya hayatı, sonsuz ahiret hayatının yanında bir şey değil. Biz yine biliyoruz ki şu an ayaklarımızın basılı olduğu yer dünyadır. Ahiret burada kazanılır. Ebedi hayatın tarlası burasıdır. Bu tarlayı başkaları ektikçe bizim ahiret payımız azalmıyor mu? Ya şu yaşadığımız dünyayı sahiplenip kendi tarlamız yapacağız; Ya da gittikçe yabancılaşıp iki hayatı da elimizden kaçıracağız.

Keçecizade İzzet Molla (vefatı: 1829): “Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin / Bülbül hamûş (suskun), havz tehî (havuz boş), gülistan harâb” demiş. Hakikaten dünyanın öyle bir mevsimine geldik ki bülbül
susmuş, bereketli nisan yağmurlarının doldurması gereken havuz boşalmış, gül bahçesi tarumar olmuş... Daha önceki bir dönemde de Fuzulî (vefatı: 1556) şöyle demişti: “Dost bî-pervâ felek bî-rahm devran
bî-sükûn / Derd çoh, hemderd yoh, düşman kavî, talî zebûn” Yani dost pervasız; dünya acımasız, zaman dur duraksız, dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talih yaver gitmiyor.

ZAMANE SELİNİN ÖNÜNDE

Karamsarlığa kapılmadan Mehmet Akif’in Safahat’ını okuyanlar da, zamanla İslâm alemiyle ve topyekûn bir müslüman camiayla özdeşleşen koca şairin olanca hassasiyetiyle ağladığını, inlediğini ve feryat ettiğini görürler. İslâm alemine yönelik her darbe adeta onun vücuduna indirilmiş, dünyanın ıssız, ücra falanca köşesindeki zavallı bir müslümanın yaşadığı olay sanki bütün vahametiyle onun başına gelmiş gibidir.

Bunları karamsarlığa kapılalım, her şeye büsbütün boş verelim diye değil, içinde bulunduğumuz durumu tespit edelim diye söylemek zorundayız. Günümüz İslâm dünyası ne İzzet Molla, ne de Akif devrinden daha
iyi bir durumda... Kanuni Sultan Süleyman Devri’nden söz ediyoruz demektir ki, hele Fuzulî’nin yaşadığı çağı hiç karıştırmayın.

Asırlar var ki müslümanların talihi tersine döndü. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in bize öğrettiği duaya sarılmanın zamanı geldi de geçiyor: “Allahım, senden korkmayan ve bize acımayan kimseleri üzerimize musallat etme!”

O, bize bir süre sonra yabancıların, yemeğe davet edercesine müslümanlara çullanmak üzere birbirlerini çağıracaklarını bildirmişti. O gün, müminler sayıca kalabalık olacaklardı. Fakat sel suyunun önüne katıp
sürüklediği ağırlıksız, kıymetsiz, nereye istenirse oraya götürülen, en sonunda bir kıyıya atılıveren yahut sular çekildiğinde hareketsiz, cansız, işe yaramaz biçimde güneş altında yanıp kavrulmaya teşne çer
çöp misali bir görüntü sergileyeceklerdi. (Hadisin aslı için bkz. Ebu Davud, melâhim 5, hadis no: 4297)

SUÇ KİMDE?


Hakikaten acınası bir haldeyiz. Bunun sebebi de, ne düşmandır ne de bazı kıt akıllıların zannettiği gibi Allah’ın emaneti mübarek dinimizdir. Bizzat müslümanlardır.

Acı gerçeği daha dün denecek bir tarihte aramıza katılmış olan bir mühtedi kardeşimiz yüzümüze tokat gibi vurmuştu: “İyi ki müslümanlardan önce Kur’an’la tanıştım. fiayet Kur’an’dan önce müslümanlarla tan ışsaydım, muhtemelen müslüman olamazdım!” Müslüman olmak tabii ki bir hidayet meselesidir ve Allah’ın yardım ve dilemesiyle gerçekleşir. Kimin öncelikle kiminle yahut neyle tanışacağını takdir eden O’dur. Hatta tam tersi bir sıralamayla, önce müslümanlarla sonra Kur’an’la tanışarak müslüman olanların sayısı da az sayılmaz, o başka...

Geleceği inşa etmek istiyorsak, zihniyet değişikliğine gitmeli, geçmişi bilip öğrenmeli ve günü değerlendirmeliyiz.

Zira şaşmaz hakikat ve kuraldır: “Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.” (Ra’d, 11). Ayetten zihniyet değişiminin zamanla tavır ve davranışlara yansıyacağı ve nihayet Cenab-ı Hakk’ın köklü değişimi nasip edeceği anlaşılmaktadır.

GELECEĞİN İNŞASI İÇİN GEÇMİŞİ BİLMEK


Zihniyet değişiminin yolu geçmişi bilip tanımaktan geçtiğine göre, işe oradan başlayalım isterseniz. Peygamber Efendimiz s.a.v. İslâm tebliğiyle ortaya çıktığında güçlü, soylu bir aileye mensup olmasına, Hz. Hatice r.a. gibi zengin bir hanımın servetini kullanmasına, Ebu Talib gibi saygın ve etkin bir reis tarafından desteklenmesine rağmen yine de 13 yıllık bir çaba sonunda ancak sınırlı sayıda kimseye ulaşabilmişti.

Bazı hesaplamalara göre, Hz. Ömer’in müslüman oluşu sırasında Habeşistan’a hicret edenler de dahil, inananların sayısı 139 kadardı. Demek ki Medine’ye hicretten önce iyimser tahminlerle 150-200 kadar müslümanın kendisine inandığını söyleyebiliriz. Üstelik inananların çoğu, Abdullah b. Ümmi Mektum, Bilal-ı Habeşî, Ammar b. Yasir... örneklerinde görüldüğü gibi zayıf, köle ve tecrübesiz kimselerden meydana gelmekteydi. Ama yılmadı, devam etti. Görevini ciddiyet ve titizlikle sürdürdü.

Sahabenin Medine’ye hicret edişlerini hatırlayın. Hz. Ömer r.a. hariç, hemen hepsi gizlice göç etmişlerdi. Peygamber Efendimiz s.a.v. de Hz. Ebu Bekir’le birlikte bin bir sıkıntı ve meşakkatle yolculuk yapmıştı. Medine’de onları çok güçlü bir düşman bekliyordu: Yahudiler... Mekke’de bıraktıkları hasımları kadar azılıydılar. Ya ilk gazve? Bedir’de sahabenin ne denli teçhizatsız olduğunu unutmayalım. Silahları yoktu. Keza binitleri de... Sayıları ise rakiplerinin üçte biri kadardı. Ellerinden geleni yapmışlardı. Allah sebeplerin tükendiği noktada onları takviye etti.

Saadet Asrı’nın Medine’deki 10 yıllık döneminin hangi safhası rahat ve huzur içinde geçmiştir? Hz. Aişe r.a. annemiz bize peygamber hanesinde bir ay yemek pişirilmediğini, o sırada ehl-i beytin tek gıdasının su ve hurma olduğunu söylemiyor mu? Kimi zaman Allah Rasulü s.a.v. sabah namazından sonra eşlerinin odalarını birer birer dolaşır, hiçbirinin yanında yiyecek bir şey bulamazdı. Bunun üzerine “Öyleyse ben bugün nafile oruca niyetlendim.” deyiverirdi.

ÜÇ AŞAMALI DAVRANIŞ PLANI


Allah Rasulü’nün bütün olumsuz şartlara karşı umutsuzluğa kapıldığına dair bir rivayet hatırlamıyoruz, yoktur. O, en zor anda bile mücadele azminden hiçbir şey kaybetmeden daima ileri bakmıştır.

Onun için İslâm alimleri Hz. Peygamber s.a.v.’in hayatından bir müslümanın şu üç aşamalı davranış planına göre hareket etmesi gerektiği sonucunu çıkarmışlardır:

Esbaba tevessül, Hakk’a tevekkül, kazaya rıza... Yani dünya sebepler dünyasıdır. Hiçbir şey durup dururken kendiliğinden olmaz. Çalışmak çabalamak, arzuyu gerçekleştirmek için gereği neyse yapmak lazımdır. Tevekkül ondan sonra gelir. Üzerinize düşeni yaptıktan sonra artık meseleyi gönül huzuruyla Allah’a havale edebilirsiniz. Ve belki de asıl önemlisi bütün çabalamalarınıza rağmen Mevlâ bazen nasip etmez,
bazen de netice beklentinizin ötesinde veya berisinde tecelli eder. İşte o merhalede size düşen mümin hassasiyetiyle nasibinize razı olmaktır.

Değilse, ilk basamağı atlayıp doğrudan tevekküle sığınmak İslâm’ın ruhunu anlamamak olur ki, merhum Mehmet Akif Ersoy arz ettiğimiz şiirinde böylelerinin tevekkül anlayışını yerden yere vurmaktadır.

Peygamber s.a.v. Efendimiz’in dünyadan göç etmesinin hemen ardı ndan onun gösterdiği hedef ve ondan aldıkları ilham doğrultusunda fetih hareketlerine girişen sahabe-i kiram, kısa zamanda tarihin hâlâ hayranlıkla andığı zafer ve başarılar kazandı. Bütün imkansızlıklarına rağmen İslâmî yaşantılarındaki sadelik ve samimiyetle, dinin kurallarını tavizsiz tatbikatlarıyla o günkü dünyanın iki büyük süper gücünü dize getirdiler.

Ne Donkişotluk yapmaya ne de korkaklığa meydan vermediler. Maceraperestlikten uzak atılganlıklarıyla, savaşçılıklarıyla ve Allah’ın yardımıyla günümüz İslâm dünyasının en büyük kısmını bizlere hatıra bırakıp
gittiler.

EMEVÎLER, ABBASÎLER, OSMANLILAR

Dört Büyük Halife’nin çabasını önce Emevîler, ardından Abbasîler sürdürdüler. Abbasîlerin başşehri Bağdat, neredeyse herkesin gözünü diktiği ihtişamıyla, debdebesiyle, zenginliğiyle ve şöhretiyle dünya başkenti konumundaydı. Harun Reşid’in kız kardeşi dünya modasını tayin ediyordu. Bir gün alnına saçlarının üzerinden bir mücevher parçası sarkıtmıştı da bütün batılı kadınlar arasında moda oluvermişti. O vakitler İslâm alemi işte böyle taklit eden değil, taklit edilen bir mevkideydi. Harun Reşid’in Alman İmparatoru’na gönderdiği saatin uyandırdığı hayranlık, şaşkınlık ve aynı zamanda korku tarihçilerce küçümser ifadelerle kaydedilmiştir.

Gustav le Bon, Victor Robinson, vb. Batılı yazarların da itiraf ettiği üzere, Endülüs Müslümanları İber Yarımadası’nı kısa sürede bütün Batı diyarlarının çok ötesinde bir medeniyet seviyesine taşımışlardı. Londra ve Paris, sokak aydınlatmasıyla Kurtuba’dan tam yedi asır sonra tanışmıştı. Avrupa’nın büyük şehirleri çamura batmış birer bataklık halinde iken, Kurtuba caddeleri taş döşeliydi...

Osmanlı Medeniyeti'nin gerçekleştirdikleri ise zamanla daha iyi anlaşı lacaktır. Nitekim tarih sahnesinden çekilişinin üzerinden henüz bir asır bile geçmediği halde Osmanlı, yönettiği topraklarda aranır hale gelmiştir. Aslında aranan bizzat Osmanlı Devleti değil, onun anlayışı, temsil ettiği zihniyet ve başarılı yönetim tarzıdır.

BAŞARININ SIRRI


O anlayışa bakarsak müslümanların tarihî başarılarının sırrını çözebiliriz. Tefekkür ve ilimle uğraşmayı nafile ibadete yeğleyen, ilmi her vesileyle teşvik eden, alimin uykusuna bile bir ayrıcalık veren, ulemanın mürekkebini şehitlerin kanından daha değerli gören bir dinin mensubu ilimle meşgul olmayıp da ne yapacaktı?

Çalışmayı, didinmeyi, rızkını aramayı en şereşi bir görev, bir nevi ibadet, günahlarına kefaret ve insanlığın şartı sayan anlayış da buna eklenince, müslümanlar daima ilerlediler.

İyiyi, güzeli, doğruyu sadece kendine hasretmeyen, başkalarının da istifadesine sunmaktan zevk alan, bu uğurda malı ve canı dahil her türlü fedakârlığa hazır müslümanlar karşısında dünyanın diğer milletlerinin direnebilmesi neredeyse imkansızdı. Hakikaten asırlarca da öyle oldu.

Bu sayede İslâm dünyası Batı'ya göre daha yüksek bir medeni seviyeye ulaştı. Batı, İslâm dünyası karşı sında çok zayıf ve güçsüz kaldı. Eksiğini gidermek için müslümanlardan istifade yollarını arayıp durdu. Bilim ve teknolojiyi sessizce alıp geliştirdi. Kaynağını ise hiç anmadı, hep kendisine mal etmeye çalıştı.

ZAMANA MEYDAN OKUYAN ÇINARLAR GİBİ


Elbette amacımız kökleriyle öğünen patates misali basit tavırlar sergilemek değildir. Ama köksüz, cılız bitkilerin mevsimlik olduğunu da unutmayalım. Biz kökü çok derinde ve alabildiğine güçlü, dalları geleceğe uzanan, zamana meydan okuyan çınarlar gibi olmalıyız. Hatta ne çınarı? Kökünü cennet toprağına salmış, dallarını ise cennet semalarına uzatmış, nazlı nazlı salınan, ebediyet sırrına mazhar Tûba Ağacı gibi olmalıyız. Zira ötenin de ötesi vardır.

Yani bir zamanlar biz üstündük, ahiret zaten bizimdi, ama dünya da bizimdi. Rakiplerimiz gerideydiler. Sebeplerine inip tahlil etmek uzun sürer, fakat öyle ya da böyle bir şeyler oldu. İşler tersine döndü. Biz geriledik, onlar ilerlediler. Artık biz imrenir ve onları taklit eder hale düştük. Halbuki en iyi taklit dahi yine taklittir, özgün değildir.

Allah’ın “Yeryüzüne salih kullarım vâris (hakim) olacaktır.” (Enbiya, 105) sözü vardır. Allah’ın vaadi hak olduğuna göre, bu sözün gereğini yerine getirme zorunluluğu bize düşmektedir. Çünkü hemen peşinden
gelen ayette “fiüphesiz bunda kulluk eden kimseler için yeterli bir açıklama öğüt vardır.” (Enbiya, 106) buyrulmaktadır. Yeryüzüne inkârcıların hakim olması müminlerin vebalidir. Ne yapıp edip hakimiyeti almak gerekir. Sade kendimiz için değil, bütün bir insanlık için bu şarttır.

Düşmandan bir zamanlar bizim onlara davrandığımız gibi kandırmadan, aldatmadan, hilesiz, yalansız, hakkaniyetle, adaletle, eşit, dengeli, insanlık değer ve ölçüleri içinde muamele etmesini boşuna bekliyoruz.
Zira bunlar islâmî değerlerdir ve müslüman olmayanlardan beklenmemelidir.

Hakimiyeti ele almanın, tüketen değil, üreten konuma yükselmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Daha çok çalışılmalı, daha çok üretilmelidir. Batılıların alayımsı bir dille “şarklı kurnazlığı” olarak nitelendirdiği hileler bir kenara itilmelidir.

YENİ BİR DEVİRE DOĞRU

Batı, müslümanlarla arasındaki uçurumu, sadece kendi zayıf ve güçsüzlerini ölümüne çalıştırarak kapatmadı. Birkaç yüzyıllık bir sürede Afrika’nın, Asya’nın, Uzakdoğu’nun ve Amerika’nın kaynaklarını sömürerek, sermaye edinerek ve insanının sırtına binerek kapattı. Dünyanın bütün imkanlarını bazen zorla, bazen satın almak yoluyla, çoğu zamanda sinsice tuzak ve kurnazlıklarla istihdam ederek nihayet arayı açmayı başardı. Bu defa iş tersine döndü. İslâm dünyasıyla Batı arasında arasındaki uçurum şu anda müslüman camianın aleyhine açıldı.

Geçme geçilme konusunda İslâm dünyası artık ciddi bir tarihi tecrübeye sahip oldu. Açığın kapatılabilece- ğini, bunun yolunun ne olduğunu biliyor. Üstelik kendisini yönlendirip motive edecek dinî, ahlâkî, sosyal her türlü imkân elinin altında. Zihniyet devrimini gerçekleştirir, geçmişini irdeler ve gününü değerlendirebilirse, dünya ve insanlık müslümanların yeni bir altın devrine tanık olabilir.

“Kadermiş” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru; Belanı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu. “Çalış” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya! Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden, Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecir-i hâsın iken! Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini; Birer birer oku tekmil edince defterini; Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir... Yükün hafişedi... Sen şimdi doğru kahveye gir! Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak... Hüda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak! Onun hazine-i in’amı kendi veznendir! Havale et ne kadar masrafın olursa... verir! Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen O; Levazımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O! Çekip kumandası altına ordu ordu melek, Senin hesabına küffarı hak-sar edecek! Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin: “Yetiş” de, kendisi gelsin, ya Hızır’ı göndersin! Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak; Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak. Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O: Çoluk çocuk O’na ait: Lâlan, bacın, dadın O; Vekil-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O; Alış seninse de, mes’ul olan verişten O; Denizde cenk olacakmış.... gemin O, kaptanın O; Ya ordu lazım imiş... Askerin, kumandanın O; Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O; Tabib-i aile, eczacı... Hepsi hasılı O. Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu! Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu! Hüda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda; Utanmadan da “tevekkül” diyor bu cür’ete, ha?!...

ÖNE GEÇMEK İÇİN


İslâm’ın temel kurallarına taban tabana zıt ilkel vakit anlayışı derhal terk edilmelidir. Bir saniye önce iftar açamayan, bir saniye önce namaza başlayamayan, ille de vaktin girmesini bekleyen “zaman disiplini” hayatın bütün alanlarına yayılmalıdır.

İslâmiyet’in hiçbir meslek arasında ayrım yapmadığı anlayışı her vesileyle dile getirilmelidir. Allah, ne olursa olsun “Yaptığı işi tam ve eksiksiz biçimde mükemmel yapanı sever.” Allah bir de “Çalışıp kazananı sever.” Dolayısıyla Allah’ın sevgisini kazanmanın bir yolunun da çalışıp kazanmak ve işini düzgün yapmak olduğu fikri yaygınlaştırılmalıdır.

Hedefi büyük tutmak… Ki ecdadımız buna “himmeti âlî olmak” demişler, esas olmalıdır. Tevazuu ihmal etmeden, önce ülkenin o alandaki en iyisi, ondan sonra da dünyada bir numarası olmak için gayret göstermek gerekir. İşte belki o zaman bizi geçenlerle başa baş mücadele etmeye başlayabilir ve gün gelir onları geride bırakabiliriz.

Hz. Hüseyin’in ifadesiyle “Hayat, iman ve cihattır.” Yani iman ettikten sonra her alanda mücadele etmek gerekir. Bilimde, teknolojide, buluşta... mücadele sürmelidir. Çünkü cihat sadece savaştan ibaret değildir.

Din, sohbet malzemesi olmaktan çıkarılıp hayatın tam ortasına, asıl hak ettiği yere oturtulmalıdır. Dikkat edilirse din, düşünmek ve karar verip uygulamak şeklinde tercüme edebileceğimiz “niyet ve amel” den ibarettir. Hakiki dindarlık budur.

O halde niyetler tashih edilip, azimler bilenmeli ve gereğince amel edilmelidir.