- Dünyanın gerçek yüzü ve zühd

Adsense kodları


Dünyanın gerçek yüzü ve zühd

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Wed 27 October 2010, 04:48 pm GMT +0200
DÜNYANIN GERÇEK YÜZÜ VE ZÜHD


Bu dünyada niçin bulunuyoruz?


Bir zaman hayatta yoktuk. Birgün gelecek daha tadı damağımızdayken bu tatlı hayatımızı da terk edip gideceğiz. Buraya kendi arzumuzla gelmedik. Arzumuzla da gitmiyoruz.

Peki, bizi bu dünyaya kim getirdi? Niçin getirdi? Bizden neler istiyor? Niçin bizi burada bırakmayıp başka bir yere sevk ediyor? Nereye gönderiyor?

Bizi en güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatıp bu dünyaya gönderen hiç şüphe yok ki Allah'tır. Bu dünyayı daima dolup boşalan bir han, bir misafirhane, gelip geçenlerin kısa bir süre kaldıkları bir konak yapmış. Bizleri de birer misafir. Bizi sonsuzluk yurduna sevk ediyor. Ve bizi sonsuz saadeti kazanmak için buraya göndermiş.

Yaratıcımız o saadeti kazanmak için ömür sermayesi denen çok önemli bir sermayeyi de elimize vermiş. Onu, emri dairesinde kullandığımızda ebedî saadeti bize bahşedecek.

Öyleyse dünyayı ebedî kalınacak bir yurt olarak değil, kısa bir süre konaklanıp gidilen bir misafirhane şeklinde görüp ona göre hareket eden o sonsuz saadete hak kazanacaktır.

Evet, burada birer misafiriz. Buradan diğer bir âleme gideceğiz. Yunus Emre'nin dediği gibi,

"Bu dünyaya gelen kişi âhir yine gitse gerek
"Misafirdir vatanında bir gün sefer etse gerek."

Bediüzzaman'ın ifadesiyle de, "Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getirmediği bir şeye kalbini bağlamaz."' Bu gerçekler çerçevesinde şu hakikatlere de kulak verelim:

"Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye [sonsuz hayat] burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhâne-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne de fenalık cezasız [karşılıksız] kalmayacaktır. Hem madem "Allah hiçbir kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez" sırrınca teklif-i mâlâyutak [güç yetirilmeyecek teklif] yoktur. Hem madem zararsız yol zararlı yola müreccahtır [tercih edilir]. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

"Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın; âhiretini dünyaya feda etmesin; hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviyesi için bozmasın; mâlâyanî şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediye ye girsin..."

Dünyanın gerçek yüzü

Dünyanın gerçek yüzü nedir? Onu sevmeli, bütün varlığımızla bağlanmalı mıyız? Yoksa ondan her türlü bağlarımızı koparmalı mıyız?
Hıristiyanlık, dünyadan bütün bütün el etek çekmeyi emreder.

Yahudilik ise hiç Ölmeyecekmişçesine dünyaya bağlanmayı telkin eder.

İslâm ise her konuda olduğu gibi bu konuda da orta yolu tutmayı tavsiye eder. Dünyanın gerçek yüzünü göstererek ona karşı alacağımız tavrı gösterir.

Çağımızın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman, dünyanın üç yönü bulunduğunu söyler.()  Biri âhirete bakar. Bu yönüyle dünya âhiretin tarlasıdır. İnsan tarlasına ne ekerse onu biçer. Dünya tarlasına günah tohumlarını saçanlar, bunda devam ettikleri sürece zakkum meyvelerini toplayacak; îman ve salih amel tohumlarını dikenler de Cennetin tuba ağacının meyvelerini yeme hakkına sahip olacaklardır.

Dünyanın diğer yönü ise Esmâ-i Hüsnaya, yani Cenab-ı Hakkın güzel isimlerine bakmakta, Allah'ın isim ve sıfatlarına güzel bir tecellî yeri ve her bir yaratık da bunları yansıtan birer ayna olmaktadır. Zerreden kürelere kadar her şey, canlı cansız her bir yaratık Allah'ın sonsuz rahmet, kudret, irade, ilim, hikmet, kısacası bütün sıfatlarının okunduğu birer mektup haline gelir. Biz de bu tefekkür hazinelerinden yararlanmaya bakarız.

Bu iki yönüyle dünya ne kadar sevilse ve o yönde çalışılsa o kadar faydalıdır. Bu yönleriyledir ki Sahabîler hiç ölmeyecekmişçesine dünyaya, hemen ölecekmişçesine de âhirete çalışmışlar, ebedî Cenneti kazanmakla kalmamış, dünyayı da âdeta küçük bir Cennete döndürmüşlerdir.

Evet, dünya bu yönleriyle ne kadar sevilse ve ona çalışılsa o kadar faydalıdır. O artık dünya olmaktan da çıkmış, âhiret hesabına geçmiştir.

Dünyanın üçüncü yönü ise geçici keyif ve hevesâta bakan fânî yönüdür ki işte dünyanın kötülenen, her türlü kötülüğün anası ve kaynağı olarak gösterilen yönü budur. Bu yönüyle dünyayı sevmek felâkettir, her türlü hatanın başıdır. Bundan sonraki açıklamalar dünyanın hep bu yönüyle alakalıdır.

Kötülenip yerilen dünyayla sevilmesi gereken dünyayı şöyle özetlemek de mümkündür: "İnsanı Allah'tan alıkoyup oyalayan her şey dünya, Allah'a yönelmeye ve rızasını kazanmaya yardımcı olan her şey de âhirettir."

Cenab-ı Hak dünyanın bu son yüzünün hakikatini ve iç yüzünü birçok âyet-i kerimesinde anlatır. Bunlardan biri şöyledir: "Bilin ki dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu yağmurun bitirdiği ve ekicinin de hoşuna giden bir bitkiye benzer, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çör çöp olur, âhirette çetin azap da vardır, Allah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır. Dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir. "

Başka bir ayetinde ise Rabbimiz, "Ey insanlar! Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın, Allah'ın affına güvendirerek garûr sizi aldatmasın" buyurur.

Aynı hakikati Hadid Sûresinin 14. âyetinde de şöyle anlatır: "Allah'ın buyruğu [ölüm] gelene kadar dinde şüpheye düştünüz, sizi kuruntular aldattı, sizi garur Allah'a karşı aldattı."

Her iki âyet-i kerimede geçen "garûr"dan maksat şeytandır. "Garûr" kelimesinin mastarı olan gurur ise, kalbin güvenip dayanması uygun olmayan bir şeye itimat etmesi demektir. Meselâ, alimin beni kurtaracaktır diye ilmine, akıllının aklına, zahidin görünüşte dünyayı umursamamasına, günahkârın ise, Allah'ın hemen yakasına yapışmayıp günah işlemesinde kendisine mühlet vermesine, mal sahibinin zenginliğine güvenmesi hep gurur ve aldanmışlığın örnekleridir. Şeytan bu ve buna benzer şeyleri vasıta yaparak insanı aldattığı için Cenab-ı Hak, böyle esassız ve temelden çürük şeylere güvenmememizi, kuvvetli bir iman, ihlâslı bir amel ile kurtuluşa ermemizi ısrarla öğütlemektedir.
Birçok insan yukarıda ifadeye çalıştığımız çirkin bir sıfat olan gururu ümitle karıştırır. Halbuki kurtuluş yollarına başvurduktan sonra beslenmesi gereken ümit, böyle vesilelere teşebbüs etmeden mükâfat beklemek demek olan gururdan çok daha farklıdır. O halde insan salih amel işlemeden âhiret mükâfatını bekleyemeyeceği gibi yürekten tevbe etmeden de Cenneti hak edemez.

Bunun gibi yürekten pişmanlık duymadan, günahlara devam ettiği halde af edileceğini ummak, rızasına uygun işler yapmadan Allah'a manen yaklaşacağını beklemek, nihayet Cehennem tohumuyla Cennet ürünlerini elde edeceğini sanmak en büyük aldanmışlıktır. Allah böylelerini şöyle anlatır: "Yoksa kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve diriliklerinde kendileri ni, inanıp yararlı iş işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!"

Bir hadis-i kudsîde de Yüce Rabbimiz, "Amel işlemeden Cennetimi uman kişi ne kadar hayasızdır. Bana itaat etmekte cimri davranan kimseye, rahmetimle nasıl cömert davranırım" buyurur.
Hiç şüphesiz dünya sevgisi, bütün dinler tarafından yerilmiş, her türlü günah ve hataların başı ve fitnelerin kaynağı olarak kabul edilmiştir. Bu sevgi girdiği her kalbi çoraklaştırır, orada hayır ve kemâlatın yeşermesine fırsat vermez.

Resûl-i Ekrem (a.s.m) Efendimiz de dünyayı bu yönüyle sevenleri şiddetle uyarır: "Dünyasını aşırı seven, ahiretine zarar verir, aynı şekilde âhiretini seven dünyasına zarar verir. O halde bakî ve daimî olanı fânî ve geçici olanına tercih ediniz."()

Dünyanın geçici saltanatına şaşaa ve debdebesine gönül kaptırmanın, fânî zevk ve lezzetlerin peşinde koşmanın, gayr-ı meşru bir hayat geçirmenin sayılamayacak kadar zararları vardır. Âhireti berbat etmekle kalmaz, dünyayı da harap eder. Dünyadan başka bir şey düşünemez hâle gelmiş insanların perişan halleri bunun açık delilidir. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bütün duygularıyla dünyaya yönelen böyle insanların hâlini gayet veciz olarak şöyle anlatır: "Kimin niyeti ve düşüncesi âhiretse Allah onun iki yakasını bir araya getirir, gönlünü zengin eder, dünya da ayağına gelir. Kimin niyet ve düşüncesi de dünya ise Allah onun işini dağıtır, fakirliğini iki gözünün arasına yerleştirir, dünyadan da Allah'ın kendisi için takdir ettiğinden başkası gelmez."

Bu gerçeği anlatmakla yetinmeyen, dünyayı sadece söz ile yermekle kalmayan Allah Resulü (a.s.m) hal ve hareketiyle de onun fâni ve geçiciliğini, gönül bağlamaya değmediğini, bizzat yaşayışıyla da herkese göstermiştir. Meselâ, bir defasında bir hasır üzerinde yatmış, hasırın, mübarek yüz ve yanlarında iz bıraktığı görülmüştü. Bunu gören Hz. Ömer gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.) "Ey Ömer niçin ağlıyorsun?" diye sormuş, Hz. Ömer de, "Kisra ve Kayser'i ve içinde bulundukları dünya nimetlerini hatırladım. Siz ise Ey Allah'ın Resulü, hasır üzerinde yatmaktasınız" diye cevap vermişti. Resûl-ü Ekremin (a.s.m) cevabı şu oldu: "Onlar bütün nimetlerinin dünyada kendilerine verildiği bir topluluk, biz ise nimetlerimizin bizim için ahirete bırakıldığı bir topluluğuz."

Dünya hayatı nedir ki? Bugün varsın, yarın yok. Ömür bir kuş misali uçup gitmekte. Insan ne kadar tantanalı, şaşaalı bir hayat sürse de sonu bir hiç değil mi? Hayat öyle de geçiyor, böyle de. Fânî dünyaya gönlünü kaptıranların kazandıkları nedir ki? Ellerinde kalan ızdırap ve sıkıntı dolu günahlardan başka bir şey var mı? Ama âhireti esas alıp o çerçevede ömür sürenler ise belki az bir şey kaybediyorlar, ama buna karşılık çok şey kazanıyorlar. Kazanılan ebedî hayat olduktan sonra bunun yanında ne kaybedilirse kaybedilsin büyük değildir. Kaldı ki âhireti hedef alan insanın dünyası da Cennettir.

Sahabîler de, Islâm büyükleri de mü'minlerin dünyanın geçici zevk ve lezzetleri içerisinde boğulmamaları için birçok ikaz da bulunmuşlardır. Dersini bizzat Resûl-ü Ekremden (a.s.m) alan Hz. Ali şunları söyler: "Ben sizin için en çok şu iki şeyden korkuyorum: Bir tanesi, tûl-i emel, yani dünyada uzun süre yaşama hayalini taşıma, ikincisi ise nefsin isteklerine uymanızdır.
Tûl-i emel âhireti unutturur, hevâ-i nefse uymak da haktan saptırır. Dünya arkasını dönmüş gidiyor, ahiret ise yüzünü dönmüş geliyor, her birinin çocukları, talipleri vardır. Siz ahiretin talip ve tabileri olunuz. Dünyanın talip ve tabileri olmayınız. Bugün çalışmak ve taat var, fakat hesap vermek yok, yarın âhirette ise hesap var, amel imkânı yok."

Resûlullah (a.s.m) bir gün Abdullah bin Ömer'e (r.a.) ve onun şahsında bütün Müslümanlara şu öğüdü verirler: "Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol. Kendini ölülerden say. Sabahladığın zaman akşama kavuşacağını, akşamladığın zaman da sabaha ulaşacağını düşünme, hastalığın için sağlığından, ihtiyarlığın için gençliğinden, ölümün için hayatından faydalan."

Görüldüğü gibi Resûl-i Ekrem (a.s.m.) dünyayı, üzerinden geçilen bir köprü olarak görmemizi, devamlı olarak asıl yurdumuz olan âhirete gitme bekleyişi içinde bulunmamızı ve dar günler gelmeden, geniş imkânlardan faydalanma- mızı öğütlüyorlar. Bu şekilde davranmayanları ise kötü akıbetlerin beklediğini şöyle anlatıyorlar: "Kim ki dünya kendisinin en büyük kaygısı olursa, onun Allah yanında hiç bir değeri yoktur. Allah onun kalbinden şu dört hasleti eksik etmez: Bunlar daimî bir üzüntü, hiç yakasını kurtaramayacağı bir meşguliyet, sonuna ulaşamayacağı bir fakirlik ve asla bitmeyecek bir kuru hayalden ibarettir."
Hz. Ali, dünyanın kaygı edilecek önemde olmadığını anlatırken, dünyanın başının sıkıntı, sonunun ise yokluk ve zeval olduğunu söyler. Der ki: "Dünyayı elde edeceğim diyen kimse onunla yarışa girişir. Oysa dünya kendisini önemsemeyip hırsla istemeyene gelir. Kendisine gözünü dikenin ise gözünü kör eder. Kendisinden ibret alanların da gözlerini açar."

Evet, dünya kendisine önem verdikçe kaçar, önem vermedikçe de insanın ayağına gelir. Öyleyse dünya hırsla değil, tevekkül ve kanaatle, şartlarına uyarak istenmelidir. Her şey Allah'ın takdiriyle olduğuna ve O dilemedikçe hiçbir şey elde edilemeyeceğine göre başka ne yapılabilir ki? Cenab-ı Hak dünyayı yaratırken ona şöyle seslenmiş: "Bana hizmet ve kulluk edene hizmet et, sana hizmet edeni ise hizmetçi edin." Öyleyse dünyayı elde etmek isteyen her şeyden önce onun sahibini tanımalı, Ona kullukta bulunmalıdır.

Bazı insanlar ebedî kalacakmışçasına dünyanın fânî mal, mülk ve makamına gönül kaptırırlar. Oysa bunların hepsi gelip geçici şeylerdir. Insanı tatmin etmekten çok çok uzaktırlar. Kaldı ki bütün bunlar âhiret nimetleri yanında bir hiç hükmündedir. Bir hadis-i şerifte, "Dünya, ahiret hayatına nisbetle birinizin parmağını denize sokmasına benzer, parmağının ne kadar bir su ile dönmüş olacağını bir düşünsün" buyrularak bu gerçeğe dikkat çekilir. Insan eğer âhirette kavuşacağı nimetleri bir bilebilse, ne hırsla dünyaya yönelir; ne elde ettikleri için sevinir, ne de elde edemedikleri için üzülür.

Dünyadaki durumumuzu ve âhirette karşılaşa caklarımızı bir gözden geçirsek durumumuz bugünkünden daha farklı olurdu. Bizim anne karnındaki yavrudan pek farkımız yok. O yavru dar ve karanlık yerden çıkarken ağlar; aydınlık, geniş bir dünyayla karşılaşınca da sevinir, geldiği yere gönderseler de gitmek istemez. Mü'min de böyledir. Ölüm söz konusu olunca sızlar, Rabbine kavuşunca da dünyaya bir daha dönmek istemez.

Durum bu olunca fani dünyaya gönül kaptırmanın ne kadar yanlış olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu dünyada gelip geçici bir yolcu olduğunu kalb ve gönüllerine nakşedenler, âhiretleri yanında dünyalarının zindan gibi kaldığını düşünür, ebedî nimetleri elde edebilmenin gayreti içerisinde olurlar.

Bir gün kendisinden faydalı öğütler isteyen halka Ibrahim bin Ethem'in verdiği cevap şöyleydi: "Insanların dünya işleriyle uğraştık- larını görünce, siz âhiret işleriyle uğraşın. Onlar dış görünüşlerini süslemekle meşgul olurlarken siz içinizi güzel itikad ve huylarla süslemeye çalışın. Onlar bağ, bahçe ve saraylarının imarıyla meşgul olurken siz kabirlerinizi mamur etmeye bakın. Onlar başkalarının ayıp ve kusurlarını sayıp dökerlerken, siz kendi hata ve kusurları- nızla meşgul olmayı tercih edin. Onlar yaratıkla- rın hizmetiyle çırpınırlarken siz bütün mahluka- tın Yaratıcısının taat ve hizmetiyle uğraşın."

Bu öğütlere eklenebilecek başka ne olabilir ki?

Dünya kesben değil,
Kalben terkedilmeli:
Yalnız buraya kadar söylenilenlere bakıp da, "Dünyayı bütün bütün terk etmek gerekir. Dünya kâfirlerin olsun bize âhiret yeter. Dünyaya çalışıp da ne yapacaksın? Çalış çalış hepsi boş" denilmemelidir. Daha önce dile getirdiğimiz dünyanın üç yönü asla akıldan çıkarılmamalıdır. Bütün bu kötülemeler insanın hevesâtına hitap eden dünyanın fânî ve geçici olan yönüdür. Yoksa dünya âhiretin tarlası olması yönüyle ne kadar çalışılırsa o kadar faydalıdır. Ibadet, hayır ve hasenat yapabilmesi için insanın maddeten ve manen güçlü ve zengin olması gerekir. Meselâ zekât gibi bir hayır ancak zengin olmakla işlenebilir. Birçok Islâmî hizmete maddî imkânla koşulur.

Bediüzzaman'ın şu tespitleri bu konuda gayet güzel bir ölçüdür. O, bu zamanda Islâmın terakkisinin maddeten terakkiye bağlı olduğunu belirtirken, dünyanın kesben değil, ancak kalben terk edilmesi gerektiğine dikkat çeker. Yani mü'min çalışma noktasında dünyaya alabildiğine çalışacak, elde edebildiğince elde edecek, sadece elinde olacak, ama onlara gönlünde asla yer vermeyecek. Bediüzzaman niçin dünyaya kalbi bağlamama gerektiğinin sebeplerini ise şöyle sıralar:

Birincisi: Dünyanın ömrünün kısa olup, süratle yokluğa gitmesi. Yok oluşunun elemiyle, ona kavuşmanın lezzetinin kaybolması.

Ikincisi: Dünyanın lezzetlerinin zehirli bala benzemesi; lezzeti nisbetinde acı vermesi.

Üçüncüsü: Bizi beklemekte ve kendisine süratle gitmekte olduğumuz kabrin dünyanın süslü, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmemesi. Çünkü dünya ehlince güzel kabul edilen şey orada çirkin kabul edilmektedir.

Düşmanlar ve zararlı haşerat arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmanın kabir ile dünya arasında benzerliğin aynı olması. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak bir anlık helal olmayan lezzeti terk etmeye davet etmektedir ki senelerce dostlarla beraber rahat edebilelim. Sonra da şöyle diyor Bediüzzaman: "Öyle ise kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel Allah'ın davetine icabet et."

Dünyadan el etek çekmeli mi?

Daha önce dünyanın üç değişik yönü bulunduğunu belirtmiştik. Ve demiştik ki; dünya âhiretin tarlası ve Es-mâ-i Hüsnanın tecelligâhı oluşu yönüyle ne kadar sevilse çok sayılmaz. Çünkü böyle bir sevgi, dünyayı asıl vatanımız olan Cennete bir basamak hâline getirmiş olur.

Peki, dünyanın nefse hitap eden arzu ve isteklerine karşı tutumumuz ne olacaktır? Tek kelimeyle ifade etmek gerekirse onunla mücadele etmek gerekir. Zâten hayat nefis ve şeytanla mücadeleden ibaret değil midir? Bu mücadelede kullanılacak silâhın adı ise zühddür.

Zühd:

Sözlükte, istek ve rağbet duymama, önemseme me mânâsına gelen zühd, terim olarak; dünyaya yani maddiyata ve menfaata değer vermeme; hırs göstermeme, aç gözlü, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmama, kalpten dünya sevgisini çıkarıp atma, âhirete vasıta olmayan madde ve menfaati soğuk karşılama, tûl-i emel sahibi yani muhtaris olmama, kasr-ı emel sahibi olma, manevî değerlerin maddî değerlerden daha üstün ve önemli olduğuna inanma demektir.

Zühdün sınırı konusunda ise değişik görüşler vardır. Aslında bu bir ihtilaf değil, zühdün değişik yönlerini nazara vermekten başka bir şey değildir.

Bazı âlimler, "Zühd harama karşı olur. Çünkü Allah helali mubah kılmıştır. Kul eğer kazandığı helal mala karşılık Allah'a şükranda bulunur, kullukta kusur etmezse, o nimeti terk etmesine gerek kalmaz. Allah'ın izin ve rızası dairesinde istifadesine hiçbir engel gösterilemez" demişlerdir

Bazı âlimler de, haramda zühdü şart, helalde zühdü ise fazilet olarak görmüşlerdir. Çünkü kul, yokluk dahil her haline şükr ve sabreder, kısmetine rıza gösterir, kanaatkar davranırsa, bu durumda az mal ile yetinmek, şükredilmeyen zenginlik ve rahatça yaşamaktan daha iyidir. Cenab-ı Hak, "De ki, dünya metaı azdır. Takva sahibi olanlar için âhiret daha hayırlıdır" âyetiyle böyle bir zühdü tavsiye buyurur. Dünyayı yeren ve ona karşı isteksiz davranmayı tavsiye eden nice âyet de buna dikkat çeker." Alimler, "Elinizden çıkana üzülmeyiniz. Size verdiğine de sevinip şımarmayınız" âyet-i kerimesini zühdün kaynağı sayarlar. Buna göre zühd sahibi, yâni zâhid, elindeki dünyalıkla şımarmayan ve elden çıkanlarla da hayıflanmayan kimsedir.

Gerçek zühd sahibi, dünya imkânlarına sahip olsun olmasın, sabredip şükredebilen, onlara gönlünde yer vermeyen, Allah yolunda harcamakta tereddüt etmeyen kimsedir.

Resûlullah (a.s.m.), böyle kimselerle beraber olmayı öğütler ve "Dünyaya karşı zâhid olan, zühdü telkin etme meziyeti verilen bir kimse gördünüz mü ona yaklaşınız. Çünkü o, ilim ve hikmet aşılar" buyururlar.

Bu öğütlerin sahibi Allah Resulü hiç şüphesiz zühd konusunda da herkesten önde olmuştu. Görünüşte halk ileydi, ama gerçekte Hak ileydi. Beden olarak dünyadaydı, ama ruhen ulvî âlemlerdeydi. Dünyaya âhiret hesabına bakıyor, âhiret için çalışıyor, eline geçeni ümmeti için harcıyor, daima ihtiyaç sahiplerini kolluyor, fakir ve yoksullara dağıtıyordu.

Ebû Zer'in (r.a.) anlattığına göre, bir gün Resûlullahla (a.s.m.) yürürlerken karşılarına Uhud Dağı çıkmıştı. Resûlullah (a.s.m) "Ey Ebû Zer!" demişti. "Emret, ey Allah'ın Resulü" deyince Resûl-i Ekrem (a.s.m) şöyle buyurmuşlardı: "Yanımda şu Uhud Dağı kadar altın olsa, borcu ödemek için beklettiğimden başka yanımda bir dinar kalarak üç gün geçmesi beni sevindirmez. (Resûlullah (a.s.m.) sağına, soluna ve Önüne doğru işaretler yaparak) "Böyle böyle dağıtmayı isterim." Sonra yürümeye devam etmiş ve "Burada malı en çok olanlar, Kıyamet günü sevabı en az olanlardır. Ancak sağından, solundan ve önünden şöyle şöyle verenler müstesna... Fakat onlar da ne kadar azdır!" buyurmuşlardı.

Resûlullah, eline alabildiğince geniş imkânlar geçtiği halde bunları bir bir dağıtmış, söyledik- lerini herkesten önce kendileri yaşamışlardı. Onun çoğu zaman karnını dahi doyuramadığını görüyoruz. Hz. Ömer (r.a.), "Yemin ederim ki ben, Resûlullahı (a.s.m.) açlıktan iki büklüm kıvrandığını, karnını doyaracak kadar âdî bir hurma dahi bulamadığını gördüm" derken bunu anlatır. Aişe (r.a.) validemizin de şöyle anlattığını öğreniyoruz: "Resûlullah (a.s.m) benim rafımda olan birazcık arpadan başka, evimde ciğer sahibi canlının yiyeceği bir şey yokken vefat etti. Ben o arpadan uzun bir süre yedim. Nihayet kileye vurup ölçtüm ve tükeniverdi."

Abdullah bin Mes'ud naklediyor: "Resûlullah (a.s.m.) bir hasır üzerinde uyumuştu. Biz, 'Ey Allah'ın Resulü! Sizin için bir döşek hazırlasak olmaz mı?' dedik. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.), 'Benim dünyaya ülfetim yoktur ki yatağa rağbet edeyim. Ben, dünyada ancak bir ağaç altında gölgelenen, sonra da ayrılıp giden atlı bir yolcu gibiyim' buyurdu."
Dünyaya bu gözle bakan Resûlullahın muhterem eşi Hz. Aişe'nin odasında sadece şu eşyalar vardı: Sedir, bir hasır, bir yatak, bir yastık, iki çanak ve su içmek için bir kâse.

Mü'minlerin annesi Hz. Cüveyriye de (r.a.), Resûlullah (a.s.m.) vefat ettiğinde, bindiği beyaz katır, bir silah ve yolculara sadaka olarak vakf ettiği araziden başka bir şeyi bulunmadığını anlatır.

Bütün bu örnekleri dünya malına sahip olmamak değil, ona gönül vermemek şeklinde değerlendirmek gerekir. Çünkü zaman zaman Resûlullahın eline çok büyük imkânlar geçmiş, ama bütün bunları halkın saadeti yolunda harcamıştı. Onun en büyük endişesi ümmetinin dünya malına sahip olmaları değil, ona gönül kaptırmalarıydı. "Benden sonra üzerinize gelmesinden korktuğum şeylerden birisi dünya güzellik ve zinetlerinin genişleyip sizi âhiretten alıkoymasıdır" buyurmuştur.
Başka bir hadis-i şeriflerinde aynı gerçeği şöyle belirtirler: "Her ümmetin bir imtihan sebebi vardır. Ümmetimin imtihanı da mal ile olacaktır."



DIPNOTLAR:

1-Mesnevi-i Nuriye, s.112.
2-Bakara Suresi, 286.
3-Mektubat, s.94.
4-Mesvevi-i Nuriye, 74.
5-Hadid Suresi: 20.
6-Fatır Suresi: 5.
7-Casiye Suresi: 21.
8-Terğib Terhib, 5:136 (Müsned ve Hakim'den.)
9-Terğib Terhib, 5:82 (Ibni Mace ve Tirmizi'den.)
10-Terğib Terhib, 5:159 (Buhari'den.)
11-Tenviru'l Kulub, s.445
12-Terğib Terhib, 5:204 (Tirmizi'den.)
13-Tenviru'l Kulub, s.446 (Taberani'den.)
14-Edebü'd-Dünya ve'd-Din, s.115.
15-Tenviru'l-Kulub, s.448.
16-Müslim, Cennet:55.
17-Mesnevi-i Nuriye, s.114.
18Kureyşi Risalesi, s.211.
19Nisa Suresi: 77.
20-Hadid Suresi: 23.
21-Ibni Mace, Cenaiz: 47.
22-Buhari, Müslim, Riyazü's-Salihin Terc., s.372.
23-Müslim, Riyazü's-Salihin Terc., s.376.
24-Buhari, Müslim, A.g.e., s.376.
25-Tirmizi, Riyazü's-Salihin Terc., s.381.
26-Buhari: Riyazu's-Salihin Terc., s.377.
27-Tirmizi: A.g.e., s.379.



Prof. Dr. Abdûlaziz HATİP