hafiza aise
Thu 6 October 2011, 01:59 pm GMT +0200
DOST KAPISINA EŞİK OLMAK GEREK
Mayıs 2009 44.SAYI
Antalya’nın eski kale içi evlerinin yasemin ve portakal çiçeği kokan bahçelerinde geçen çocukluğumda, babaannemden duymuştum “ahretlik” sözünü ilk defa. Yanımızdaki büyük bahçeli evde oturan ve her daim gülümseyen arkadaşı Aliye Nine için kullanmıştı bu ifadeyi.
Aliye Nine babaannemin dostuydu, hatta dosttan da öte… Onlar birbirlerinin ahretliği olmuşlardı. Öyle kavilleşmişlerdi, birbirlerini ilk gördüklerinde ahirette de bir arada olmak için. Sürekli birbirlerini Allah için sevdiklerini söylerler, birbirlerine isimleriyle hitap etmezlerdi. “Ahretliğim” sözü çok uzaklardan gelip çok uzaklara ulaşan bir dua kuşuydu onların dillerinde, gönüllerinde. Bir temenni…
RABBİM, SEVDİĞİ BİR KULUNU BANA YAREN YAPTI
Babaannemin ahiret kardeşi Aliye Nine ne kadar eski olduğu sararmış kabından anlaşılan Kur’an-ı Kerimi’ni elinden düşürmez, daima yanında taşırdı. Sadece eşi dostu, torunları geldiğinde okumasına ara verir, fakat yine de yanı başından ayırmazdı. İnsanı diyar diyar gezdiren sohbetlerini bir şekilde Kur’an’da geçen peygamber kıssalarına getirirken Aliye Nine, ortamda hoş bir Akdeniz meltemi eserdi. Ondan aynı hikayeler defalarca dinlense de hep farklı bir haz alırdı dinleyenler.
Aliye Nine hiç boş durmazdı. Ya dizinin dibine toplanan mahallenin çocuklarına bir şeyler öğretme ya da eşe dosta Kur’an hatimi indirme gayretindeydi. Babaannem onun için hep şöyle söylerdi: “Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Sevdiği bir kulunu bana yaren yaptı. Ne güzel bir ahretliğim var. Hediyelerin en kıymetlisini veriyor dostlarına… Kur’an-ı Kerim hatimi...”
Çocukları çok severdi. Hele yetim denilince hemen hüzünlenirdi ve sağ eli sürekli yetimlerin üzerindeydi. Okuldan sonra ona uğramayı adet haline getirmiştik. Nasıl getirmezdik, o güzel tebessümüyle ve insanın içine işleyen sesiyle bizlere ya tarçın kokulu masallar ya da evliya menkıbeleri anlatırken kulağımız onda, gözlerimiz de masada bizi bekleyen portakallı kekte, cevizli kurabiyelerde olurdu. Aslında bize anlattıklarından mı yoksa masada bizi bekleyenlerden mi daha çok hoşlanırdık çocuk aklıyla o zaman anlamazdık. Fakat bir gerçek vardı ki maneviyat hamurumuzu o yoğurmuştu sevdiğimiz kurabiyeler misali Allah ve peygamber sevgisiyle. Ondan öğrenmiştik; Hz. Adem ile Havva annemizi ve onlardan sonra gelen bütün peygamberleri… Allah’ın habibi Efendimiz’i (s.a.v)… Peygamber varisleri olan evliyaları… Onların sevgilerini, sadakatlerini, hüzünlerini, çilelerini…
BENİM (RIZAM) İÇİN BİRBİRLERİNİ SEVENLER NEREDE?
Babaannemden başka ahretlikleri de vardı Aliye Ninenin. Gerçi o herkese dünyalık değil ahretlik bir gözle bakar, gönülle severdi; büyük küçük ayırt etmezdi. Onun yanında olduğumda kendimi çok büyümüş de adam olmuş gibi hissederdim. Tılsımlı bir aynaydı sanki. Ona bakan ne isterse onu görürdü. Çocukluk işte, demek ki o yaşlarda büyümek ulaşılmazdı.
Gün geldi büyüdük onun faklı iklimleri solutan sohbetleriyle… Sevecen bir ses tonu ve “Evlatçım, yavrucum…” sözleriyle başlayan nasihatleri gençliğimizde de bizi bırakmadı. Arkadaşlarımızı seçerken titiz davranmamızı isterdi. Gerçek arkadaşlığın dayanması gereken temellerini yaşanmış örneklerle, hikayelerle bizlere anlatırdı. Ebedi dostlara sahip olan kişinin iki cihanda da bahtiyar olacağını bir gün şu hadisle anlatırken boncuk mavisi gözlerinden damla damla süzülen sanki Akdeniz’in berrak suyuydu. “Kıyamet günü olunca insanlar arasındaki akrabalık bağları kesilirken kardeşliğin hükmü de biter. Ortada sadece Allah için yapılan kardeşlik kalır ve Allah Teala kıyamet günü; ‘Benim rızam için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi (rahmet) gölgemde gölgelendireceğim’ buyurur.”
O babaannemden yaşça biraz büyüktü ve hep “Ahretliğim, yaşı büyük olan yolda da büyüktür. Mevlam bilir ama benim vuslatım senden önce olacak. Kardeşçiğim benim yetimlerim sana emanet, onları iyi kolla!..” derdi. Babaannemden başka kimse anlamazdı bu yakarış kokan sözleri. Çünkü arkasına bırakacağı küçük çocuğu, torunu yoktu; “yetimleri” kimler olacaktı ki ondan sonra?
İnsanın en güzel ahretliğinin mürşidi olduğunu söylerken “Dost kapısına eşik olmak lazım” sözünü de dilinden hiç düşürmezdi. Babaannemle yaptıkları sohbetlerde hep o dosttan bahsederlerdi. İç çekerek bu dünyada ondan zahiren ayrı kaldıklarını söylerler, Mevla’ya ahrette onunla beraber olmak için dua ederlerdi. İkisi de aynı Allah dostuna gönülden bağlıydılar. Babaannemle ziyaretine gittikleri mürşitlerinin diyarında tanışmışlar ve orada birbirleriyle ahretlik olmuşlardı zaten.
ALİYE NİNENİN “YETİMLERİ”
Antalya’nın nefes aldırmayan yağmuru bir Kasım akşamı gailesizce yağarken farklı bir hava esiyordu Aliye Ninenin odasında. Yatağının başında dünyada çok sevdiği ve geride bırakacağı ahiret kardeşleri onun için Kur’an-ı Kerim okuyorlardı. Bir ara Aliye Nine dudaklarını kımıldattı; “Hoş gelmişsin Efendim…” diyerek son nefesini mütebessim bir şekilde verdi.
Yatağının biraz ötesinde duran sandığın üstündeki pembe bohçayı babaanneme vermesini kızından istemişti vefatından sonra. Babaannem bohçayı açarken arasından düşen kağıda Aliye Nine; yetimlerinin bohçanın içindeki seccadesi, günlük zikrini çektiği tespihi ve sararmış kaplı Kur’an-ı Kerim’i olduğunu yazmıştı. Babaanneme bunları bir yetim gibi emanet etmiş ve özellikle geceleri yetimlerine iyi bakmasını, arkasından garip kalmamalarını istemişti. Gecelerin dostlar için vuslat vakti olduğunu söylemiş ve gecelerde yine Allah için kavuşalım temennisinde bulunmuştu.
Hülya BALÇIN