- Dînî görevler

Adsense kodları


Dînî görevler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Wed 12 January 2011, 08:15 am GMT +0200
Dînî Görevler

1388. O sıralarda başkanların temel görevleri dinsel törenlerle yakından ilişkiliydi. Kâ’be mâbedi bu şehirde idi ve çoğu uygulamalar bu kuruma bağlıydı:

1389. Sidâne (mabedin bakımı ve korunması) ve Hicâbe (mabedin kapısının korunması), kaynaklarımıza göre birbirinden farklı iki görevdi. Putperestliğe rağmen, Beytullah (Allah’ın Evi), kendisi put olarak görülmeksizin, her şeyin üstünde tutuluyordu. Bu mabet bir giriş kapısıyla bir tek odadan ibaretti. İçerisi duvar resimleriyle süslüydü. Ancak görüldüğü kadarıyla iç kısımda hiçbir zaman put olmamıştır. Büyük put Hubel bile dışarıda, dam üzerinde bulunuyordu. Kâ’be’nin içerisinde, değerli eşyalardan oluşan bağışların atıldığı bir kuyunun bulunduğundan bahsedilir. Bu durumda, Kâ’be’nin anahtarları çok büyük bir öneme sahiptiler. Kusay ölürken, bu anahtarları oğlu Abd ed-Dâr’a bırakmıştı ve onun soyundan gelenler Resulullah (AS) şehri fethettiği sırada bunların muhafazasını üstlenmişlerdi. İslâm Peygamberi bu muhafızlar ailesini değiştirmemiş olup, aynı aile bugünkü Suud yönetiminde bu görevi sürdürmektedir. Kusay’ın M.S. 4. yüzyılda yaşadığını da hatırlatalım.

1390. Kur’ân’a göre,283 Ka’be’yi ibadet amacıyla ziyaret etmenin kuralları, İbrahim (AS) tarafından belirlenmişti; hacıların Mekke yakınlarında toplanmaları, eti yoksullar ve kurban kesen kimse arasında taksim edilen hayvanları kurban etmeleri, Kâ’be’yi ziyaret ederek samimi ve içten duygularla etrafında yedi defa dönmeleri (tavaf) ve böylece insanı “zühd ve takva bakımından yücelten” bu ibadeti tamamlamaları gerekiyordu. Başka bir ayette ise284 tavaf, diz çökme (kâde) ve secde dışında, hacıların Meş’aru’l-Harâm’da durarak tam Arafat’a girdikleri yerde, yılın belirli bir döneminde, Mekke’de itikaf’a girilmesi (dünyadan el-etek çekip oraya sığınılması), ayrıca Kâ’be’nin önünde kurban kesilmesi söz konusu edilmektedir. (İbrahim AS’in bu sünneti, Muhammed AS tarafından muhtemelen çevre ve halk sağlığı göz önünde bulundurularak değiştirilmişti: o dönemden beri kurbanlar şehir dışında, Mina’da kesilmektedir. Hatîm denilen ve Kâ’be’nin yarım daire şeklinde üstü açık kısmı, Gulam Yezdânî’nin düşüncesine göre,285 kanları derin bir çukur içine toplamak üzere evvelce kurban kesme mahalli olarak kullanılmış olabilir.) Kur’ân’da geçen bu hususlar286 Büyük Hac ile ilgilidir. Küçük Hac ise, muhtemelen Umre denilen ve Kur’ân’ın başka bir yerde287 bahsettiği, Safa ile Merve tepeleri arasında koşulmasını bildirdiği hac olsa gerektir. Nihayet, bir başka ayete göre:

           “Onların Beytullah yanındaki duaları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.”288

           (Acaba bu yaptıkları, Şeytanı korkutup kaçırmak için miydi?). Tarihçilerin bildirdiğine göre,289 Hac yapmak üzere her grubun ayrı bir ibâdet ve dua şekli vardı. Örneğin, “ ‘Âkk’lar Mekke’ye yaklaştıklarında bir deveye bindirilmiş iki zenci çocuğu önden gönderirlerdi; bunlar, giysileri olmayan ve tamamen çıplak kölelerdi; bunlar: “Biz ‘Akk’ların iki kargasıyız!” diye haykırınca, onların arkasındaki hacılar da: “Senin Yemenli kulların olan ‘Âkk’lar Sana tâbî olup bağlılıklarını ifade ederler; ancak selâmet getiren güçlüklere rağmen (umarız) bir daha hac yapmak üzere geliriz” diye bağırırlardı.

1391. Yukarıda, Mekke yakınlarındaki Arafat ve Meş’aru’l-Harâm’da yerine getirilen dua ve ibâdet toplantılarından bahsetmiştik. İfâze ile görevli başkan, Arafat’ta haccın kurallarının usûlüne uygun olarak yapılmasını denetler290 ve (izdiham yaşanmasını önlemek için) buradan ilk çıkan kişi olma ayrıcalığını elinde bulundurarak, hacılara çıkış izni verirdi. İcâze ise, sabahleyin fecir vaktinde Minâ’ya doğru hareket etmek üzere gecenin geçirildiği Meş’aru’l-Harâm’daki (buraya Müzdelife de denir) bir toplantıda benzer bir ayrıcalık sağlamaktaydı. Kaynaklarımıza göre,291 daha çok Sûfe lakabıyla ünlü Gavs ibn Murr kabilesi, icâze görevini üstlenmişti. Ancak bir ara bu ailenin neslinden kimse kalmayınca, bunların kuzenleri olan Temimler tevarüs yoluyla bu görevi devralmışlar ve İslâm’ın zuhuruna kadar bunu sürdürmüşlerdir. İbn Habîb’in naklettiğine göre,292 –herhalde Mekke’nin fethedildiği H. 8 yılında-, Resulullah (AS), görevi kendisine vermek için onu daha önce tevarüs yoluyla kimin üstlendiğini sormuş, ancak bu imtiyazı üstlenen en son kişinin, geriye sadece bir kız çocuğu bırakmış olduğunu öğrenmiştir. Böylece bu kurum fiilen yürürlükten kalkmış oldu. Bilindiği gibi, iki yıl sonraki Veda Haccı sırasında, Resulullah (AS), eskiden kalma bütün bu bireysel ayrıcalık ve görevleri yürürlükten kaldırdığını ilan etmiştir. İfaze görevi ile ilgili olarak, Taberî, Advânlar’ın bu görevi kendi kabilelerinin uhdesinde muhafaza ettiklerini belirtir.293 Aynı kaynak, yine Murre ibn Avflar’ın elinde bulunan diğer bir dinî yükümlülükten, bunun niteliği hakkında ayrıntılı bir açıklama yapmaksızın bahsetmektedir. Murreler, Gatafân’ların bir kolu idi ve daha önce de belirttiğimiz gibi, Gatafânlar son zamanlara kadar İslâm’a karşı yorulmaksızın savaşmışlardı. Belki de İslâm tebliğinin özellikle bu Murre ibn Avf kabilesinin sahip olduğu imtiyazlara darbe vurduğunu ve bunların Resulullah (AS)’a olan düşmanlıklarının da buradan kaynaklandığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

1392. Mekke’de Beytullah (Kâ’be) ile herhangi bir ilişkisi olmayan birçok put daha vardı. Hubel’den başka, Safa ve Merve tepelerinde İsaf ve Nâ’ile adlı putlar bulunuyordu. (Efsaneye göre bunlar birbirine âşık bir çift idi ve şehevî arzularını dindirmek amacıyla Kâ’be’ye girdikleri için İlâhî bir ceza ile taş haline getirilmişler ve diğer insanlara bir uyarı olmak üzere bu tepelere dikilmişlerdi. Ancak sonraki nesiller bu durumu unutarak onlara tapmağa başlamışlardır.)294 Kâ’be’nin etrafında 360 put olduğu söylenir.295 Bazıları bu 360 rakamının, bir yılın günlerinin sayısına işaret ettiğini düşünürler. Şunu belirtelim ki, bu putlara karşılık Tâif ve Nahle’de de Lât ve Menât adlı putlar dikili olmasına rağmen, Uhud savaşının yapıldığı gün, Ebû Sufyân bu iki putu kollarının altında taşıdığı söylenir.296 Acaba bu iki put, Mekkelilerin saflarını takviye için, Tâif ve Nahle’den gelen askerî kıtalar tarafından birlikte mi getirilmişlerdi, yoksa bunlar sadece Mekke şehrine ya da şahsen Ebû Sufyân’a ait kopyalar mı idi? Son ihtimali kabul etmemiz halinde, 360 rakamının, fazla açık ve anlaşılır olmamakla birlikte sadece çokluk ifade etmek için kullanıldığını ve bu putların, gerçekten de Kâ’be’ye kendi putlarından daha fazla saygı ve hürmet gösteren çeşitli kabilelere ait tapınma eşyalarını temsil ettiklerini düşünmek daha doğru olacaktır. Böylece Kâ’be, Mekkelilerin “hoşgörü” anlayışı sayesinde anıt-tapınak haline gelmişti.

1393. Mekke’deki bu putlara tapınma törenleri, Kâ’be için yapılanlardan daha renkli ve hareketli olmalıydı. Ama ne yazık ki, bu konuda elimizde herhangi bir ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.

1394. Tahtırevan ve At Dizginleri olarak bilinen iki yönlü görev, yukarıda belirttiğimiz kaynak tarafından, bir askerî sefer için ve özellikle süvari kıtaları komutanına yapılacak ödemelerin toplanmasını amaçlayan, tamamen askerî bir imtiyaz olarak tanımlanmaktadır. Baş komutanın yetkisindeki imtiyazların bu şekilde bir alt bölümlenmeye tâbi tutulması ihtimalini göz ardı etmeksizin, bu görevlerin, günümüzdeki bazı yazarların da tahmin ettikleri gibi, barış zamanında sadece dini törenlere tahsis edilmiş olduğunu düşünebiliriz. Bu durumda tahtırevanın, tören sırasında putun taşınması için kullanılan büyük şemsiye olması; ve dinî bir tören sırasında bu putu taşıyan atı dizginlerinden tutarak götüren kişinin de şehrin süvari komutanı olması gerekir. Barış ortamının bir tehdide maruz kalması durumunda, acaba halkı silâh altına çağırmak için tahtırevan kurmaktan ve bunun içine bir put yerleştirerek, halkı, şehrin ya da kabilenin düşmanı tarafından bu puta karşı girişilebilecek bir saldırıdan onu korumak için bir miktar ödeme yapmaya davet etmekten daha etkili bir çözüm olabilir mi?

1395. Başlangıçta nesî, yani takvim işiyle ilgilenme görevi de Mekke’ye, sadece dinî bir amaçla sokulmuştu: Böylece Hac mevsimi sürekli olarak yılın aynı dönemine rastlıyor ve Mekkeli tüccarların da katılması gereken çeşitli fuarlara yetişmeleri sağlanıyordu. Mekke’de nesî işleriyle uğraşanların önceleri Yemenli Kindeliler olduğunu ve rivayete göre bunun, Kindelilerin hem Mudarlı hem de Rebi’alı Arapların toprakları üzerinde egemen oldukları bir döneme rastlaması oldukça ilginçtir.297 Ancak, Mâlik ibn Kinâne, Mu’âviye ibn Sevr el-Kindî’nin kızı ile nikâhlanınca, takvim işleri ile ilgilenme görevini de üstlendi ve bu iş, kendi aile bireyleri arasında babadan oğula geçmeye başladı. Bu Mâlik ibn Kinâne, Resûlullah’ın 13. kuşaktan bir dedesinin kardeşidir. Kaynaklar298 aynı şekilde İcâze görevinin Gavs ibn Murr kabilesine Kinde’liler tarafından bağışlanmış olduğunu belirtirler. Bu nesi uygulamasının tam olarak hangi tarihte başladığı belli değildir. Bu işle görevli kimseye Kalammas yahut Kalanbas deniliyordu. Hac sırasında bu kimse Kâ’be’nin kapısı önüne varır ve yardımcısı, mabedin Hatîm denilen üstü açık kısmına geçer ve her biri şu sözleri okurdu: “Ben, bütün ayıp ve kusurlardan arınmış, hiç kimsenin bir günah isnat edemeyeceği, verdiği hüküm asla reddedilmeyecek biriyim.” İnsanlar, sözlerini kabul edip onayladıkları bu iki görevliye ne yapmaları gerektiğini danışmak üzere gelirlerdi. Daha sonraki iki yıl boyunca Kalammas, normal Kamerî takvimin akışını izlemelerini söyler; ancak her üç yılda bir ise bunun aksini söyleyerek, o yılın 12. ayından sonra bir boş ayın (Safer) geleceğini ve aydan sonra yeni yılın ilk ayının başlaması gerektiğini belirtirdi. Örneğin Hac, ilk iki yıl 12. ayda, sonra birinci, daha sonra ikinci ilah. olmak üzere yılın bütün aylarını dolaşırdı.299

1396. Nesî ile yakından ilişkili bir kurum da Allah’ın haram kıldığı aylardı (Eşhuru’l-Hurum). Mekkeliler arasında bunun süresi dört ay idi. Onların takviminde, 7. sıradaki Receb ayı tek başına ve 11, 12 ve 1. aylar (Zu’l-Ka’de, Zu’l-Hicce, Muharrem) ise peş peşe olmak üzere dört ay süren Eşhuru’l-Hurum, aynı zamanda, Küçük Hac (1 ay) ve Büyük Hac (3 ay) ile aynı zamana rastlardı. Büyük Hacc’ın gerektirdiği ibadetler, Ukâz, Mecenne vs. (bunlara özel bir bölüm ayıracağız) gibi önemli fuarlar mevsiminde yerine getirilirdi. Bu kutsal aylarda her türlü kan akıtılması ve her çeşit silâh kullanımı yasaklanmıştı. Bu kurala titizlikle uyulurdu. Ancak nesî uygulaması, Hacc’ın işleyişini karıştırıyordu: Bilindiği gibi, her üç yılda bir olmak üzere, takvim aylarının on ikinci ve birinci ayları arasına fazladan bir “on üçüncü ay” eklenirdi. Eklenen bu ay kutsal olmadığı için, Kutsal Aylar’ın akışını istenmeyen bir biçimde bozuyordu. Ne yazık ki Arabistan sürekli savaşların yapıldığı bir ülke idi ve bu “ilave ay” sırasında yağmacı haydutlar, meydanı boş bularak tüccar ve hacıların başına büyük dertler açıyorlardı. Doğal olarak, hiçbir eğitim görmemiş olan savaşçı Bedeviler, “ay eklemenin” (bilimsel nedenini) hiç anlamıyorlar, ancak silâhların bu şekilde zorunlu olarak üç ay boyunca kullanılmaması hoşlarına gidiyordu. Kur’ân bu konuya da değinmiş300 ve nesî (ay ekleme) yöntemini yürürlükten kaldırdığını açıklamıştır. Birkaç kuşak sonra, Müslüman olan Bedevilerin bu konuda eskiye ait olarak sakladıkları tek hatıra, -belki de nesî ile uğraşan Kinâneler dışında-, vaktiyle yağmacıların her türlü kanı dökmekten sakındırıldıkları “haram aylar”a bir süre için ara verilmiş olmasıdır. Nesy’in uygulanmadığı Kamerî takvim’e alışmış olan bu Bedevîler, Ay yılı ile Güneş yılı arasındaki farkı en az Gregoryen takviminin uygulandığı ülkelerde yaşayan avam tabakasından insanlar kadar anlamakta güçlük çekiyorlardı. Gregoryen takviminin uygulandığı ülkelerdeki insanlar, Ramazan ayının ya da Zu’l-Hicce’nin, Güneş takvimindeki aylardan hangisine karşılık geldiğini anlamakta gerçekten güçlük çekmektedirler.

1397. İbn İshâk’ın belirttiğine göre,301 Mekkeli bazı aileler bütün yarımadanın her yerinde tehlikesizce seyahat edebilecekleri sekiz aylık sürekli bir Eşhuru’l-Hurum’dan yararlanma hakkına sahip idiler. Bu hakka Basl adı veriliyordu. Ancak adı geçen yazar, bu konuda bize daha fazla ayrıntılı bilgi vermemektedir.

1398. Mekkeliler sadece putlarına tapınmakla yetinmiyorlar, aynı zamanda tasarladıkları bir işe girişip girişmeme konusunda onlara akıl danışırlardı ki, bu uygulama bize Araplardan başka çevrelerde rastlanan, bazı konularda tanrıların görüşlerini alma, yani putlar aracılığıyla fal bakma âdetini hatırlatmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Mekkeliler, eysâr ya da ezlâm adını verdikleri ucu olmayan çok sayıda oku bir torba içinde karıştırarak, putların fikrini alırlardı. Tevarüs yoluyla iş başına gelen bir din adamı bu okları muhafaza ederek para karşılığında bunların yorumunu yapardı.302 İbn Habîb bu işin nasıl yapıldığını bize nakletmekte,303 Kur’ân da bu adetin yasaklandığını belirtmek için göndermede bulunmaktadır.304

1399. Mekke’de çok eskilere dayanan bir uygulama da, mabede takdim edilen hediyelerden oluşan “koruma altındaki mallar” (emvâlu’l-muhaccere) idi. Bu işin sorumluluğunu, tevarüs yoluyla işbaşına gelen bir muhafız üstlenmişti. Cürhümlüler savaşta yenilip Mekke’yi terk ettikleri sırada bu “kutsal emanetleri” Zemzem kuyusuna atmışlar, sonra da üzerini toprakla doldurarak bütün izleri yok etmişlerdi. Abdu’l-Muttalib bu eşyaların yerini keşfedince, burayı kazdırmış ve buradan birkaç kılıç ve yakut gözlü, altından yapılmış bir ceylân heykeli çıkarmıştır. Suheylî’ye göre305 bunlar, İran’daki Sasani İmparatorluğunun kurucusu Sâsân tarafından takdim edilmiş ceylânlardı. İbn Habîb’in ilâve ettiğine göre306 ceylânın iskeleti, üzeri altın kaplı ve kıymetli taşlarla süslenmiş tahtadan yapılmıştı; boynunda ve kulaklarında da birçok süs vardı ve bu eşyaların tamamı Arap köselesinden yapılmış bir torbanın içinde bulunuyordu. Kaynaklarımız, İslâm’dan önce, bu hediyenin daha fazla içki içmeye paraları kalmayan bazı sarhoş Mekkeliler tarafından çalındığından bahsederler. Bîrûnî’ye göre,307 Abdu’l-Muttalib Zemzem kuyusunu yeniden kazdırdığı sırada, burada kalaiyye308 denilen, sonradan Kâ’be’nin kapısına astığı ve sert demirden yapılmış birkaç kılıç; ayrıca altından mamûl ve kıymetli taşlarla süslü, biri Kâ’be’nin kapısının süslemelerinde kullanılmış, diğeri ise mabedin iç kısmına asılmış iki ceylan heykeli bulmuştu. Yemen’in İranlı valisi Bâzân’ın Mecûsilikten (Zerdüştlük) ve onun kurallarını yerine getirmekten vaz geçip İslâm’ı kabul etmesinin anısına hediye olarak gönderdiği altından yapılmış birsim (?) konusunda da Resulullah (AS) aynı şeyi yapmıştı. (Bîrûnî, a.g.e.).

1400. Arapların konuk severliği, yörenin başkanının yabancıları genel bir yemek ziyâfetine davet etmesini gerektiriyordu. Hattâ Arabistan’ın muhtelif bölgelerindeki fuarlarda bu genel kutlama (sanî’a) neredeyse olağan hale gelmişti. Belki de bu gelenek Mekke’de Curhumlular zamanında iken düzenlenmekteydi. Her ne olursa olsun Kusay, kabile mensuplarından özel bir fon oluşturmalarını isteyerek, “Tanrı misafirlerine” umûmî bir ziyafet vermelerini ve aynı zamanda yurduna dönüş imkânı olmayan yoksul hacılara yardım etmelerini söylemişti.309 Ya’kubî, bu katkının sağlanması için başka gerekçeler de olduğunu söylerken hiç de haksız sayılmaz.310 Kusay’ı Mekke’de iktidara getiren olay bir Hükümet darbesi olmuştu. Dolayısıyla, buraya Hac yapmak üzere gelen, ülkenin diğer kabileleri tarafından da “tanınması” gerekiyordu. Üstelik, kutsal mabedin civarında yerleşim birimleri inşa etme gibi bazı yenilikler konusunda da bu misafirlerin görüş ve onaylarını almak gerekiyordu. Bu vergiye rafâde (katılma, katkı) adı verilmişti. Daha sonraları, tevarüs yoluyla gelen bir başkan, herkesin kendi imkânı doğrultusunda ödediği bu vergiyi her yıl toplamaya başlamıştır.

1401. Mabedin duvarını Curhumlu başkan el-Hâris ibn Mudâd’ın damadı olan, Ezd kabilesinden ‘Amir inşa etmişti (Kendisi, meslekten mimar idi). Kendisine verilen Câdir (duvar kuran, mimar) lâkabı, onun soyundan gelenlerle birlikte devam edip gitmiştir. Belazurî şöyle ekler: “Hacılar Kâ’be’nin duvarlarına dokunarak, kendilerine bir hayrı dokunur ümidiyle buradaki taş parçalarını ve kokulu armağanları söküp götürüyorlardı. İşte, duvarlarda meydana gelen bu hasarları onarmak için ‘Amir görevlendirilmiş ve bundan dolayı da Câdir lâkabını almıştır.”311

1402. Mekke’de uygulanmakta olan bir âdete göre, buraya Hac için gelen yabancıların, üzerlerindeki “kirli” giysileri çıkarıp, bu kutsal topraklarda oturanlara ait giysilere bürünmeleri gerekmekteydi. Yabancı, bir Mekkelinin evinde kalır, onun evinde yer-içer ve ondan bir elbise alırdı; sonra da onu kendi imkânları nispetinde ödüllendirirdi. Bu ödüle Harîm, Mekkeli ev sahibine de Haremî denilirdi.312 İslâm’dan önce, Muhammed (AS) de bu tür misafirleri ev sahibi313 sıfatıyla kabul ederdi.


313 Ebû Dâvûd, 27: 28 (Kitabu’t-Tıbb, Ruky maddesi), İbn Hanbel, VI, 372; el-Hakîm, IV, 56-57.

314 İbn Hacer, İsâbe, “Kadınlar”, Nº 535.

315 Umm Habîbe’nin kocası Ubeydullah’la ilgili olarak bk. İbn Hişâm, s. 144, 783-784; İbn Sa’d, 1/2, s. 15. Sevde’nin kocası Sukran’la ilgili olarak bk. İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, III, 131 ve V, 573; Nihâye, II, 248; Taberî, Tarih, I, 1767.

316 İbn Hişâm, s. 206; Suheylî, I, 203: Belazurî, I, § 345. Anlaşıldığına göre bu hanım Türk asıllıydı.(Bk. Elinizdeki eserin 1315. paragrafı).

317 İbn Hişâm, s. 206; İbn Habîb, Muhabber, s. 184.

318 İbn Hişâm, s. 296.

319 İbn Hişâm, s. 334

320 A.g.e., s. 337.

321 A.g.e., s. 334-335.

322 Suheylî, I, 270 (Darekutnî’den naklen). Ayrıntılı bilgi için ayrıca bk Samhûdî, 2. bs, s. 224.