- Dinden Söz Ederken

Adsense kodları


Dinden Söz Ederken

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 11 July 2011, 06:44 pm GMT +0200
Dinden Söz Ederken


Ekim 2010 142.SAYI


Ali YURTGEZEN kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Din, kitleler karşısında, herkese açık ortamlarda ancak tebliğ ve talim maksadıyla alimler ile onların icazet verdiği talebeleri tarafından söz konusu edilebilir.

Asırlardır dersler, sohbetler, vaaz veya mev’izelerle alimler vasıtasıyla aktarılmasından da anlaşılacağı üzere, din bir “ilim”dir aynı zamanda. Kendine mahsus bir usulü vardır.  Bu usul dairesinde konuşulur, müzakere edilir, öğretilir veya öğrenilir.

Medyada din üzerine yapılan konuşmaların kutsalı istismar etmesini, dinin izzetine halel getirmesini, kaş yapayım derken göz çıkaran ölçüsünü, maksadını ve usulünü onaylamak, kabul etmek bizce mümkün değildir.

Bilgi’nin hızla çoğaldığı, paylaşıldığı ve hayret verici buluşlara dönüştürüldüğü zamanları yaşıyoruz. Bu hızlı akışın bir gelişme veya ilerleme olduğu, teknolojik icatlardan mutlaka yararlanmak gerektiği, tartışılmaz bir doğru gibi zihinlere yer etmiş.

Fakat çoğalan bilgi yahut malumat cehaleti azaltıyor mu, artırıyor mu, buna bakan yok. Teknoloji harikası buluşların sağladığı fayda, İslâm’ın fayda anlayışıyla ne kadar örtüşüyor, pek hesap etmiyoruz. Modernizmin iğvasıyla sürekli yeniye yöneliyor, ister istemez eski ve geleneksel olanın işe yaramadığını düşünüyoruz. Teknolojik buluşların masum birer alet olduğunu varsayıp bunların farklı bir anlayışı, bir hayat tarzını da beraberinde getirebileceğini galiba akıl edemiyoruz.

Böyle sorgusuz sualsiz hayatımıza dahil ettiğimiz modern icatlardan biri de kitle iletişim araçları. İnternet, sesli, yazılı ve görüntülü medya, çocuklarımızın eğitiminde ebeveynlerin rolünü üstlenmekle yetinmedi, son zamanlarda uygun ortamı da bulunca ulema kürsüsü kesildi.

Geçtiğimiz ramazan ayında televizyonların “dinî programlar”dan geçilemez hale geldiğini hatırlayın. Sevinilecek bir gelişme sanılabilir, ama öyle değil. Din gibi ulvî bir konu maalesef bazı televizyon kanallarında işporta tezgâhına düştü sanki. Böylelerinin “Gel vatandaş, dinî programların kralı burada! Yanında falan pop yıldızından hikmetli öğütler, yahut falanca mankenden ilmihal bilgileri de bedava!” cinsinden çığırtkanlıkları, bu işi dinin izzetine gölge düşürmeyecek şekilde iyi niyetle ve hakkıyla yapmaya çalışan programları da gölgeledi. Dahası, ramazan bitti, evli evine, köylü köyüne gitti. Medyanın irşat ettiği insanlar ramazandan önceki hallerine döndüler. Dinî duyarlılık bunlar için farklı ve sezonluk bir maceraydı, geldi geçti.

Mesele bilgisizlik değil

Dinin medyada konu edilmesi bir problem olarak uzun zamandır gündemimizde. Fakat bu problem dinle imanla ilgisi olmayan, açıkçası buna çok da aldırmayan bazı yayın organlarının cehaleti gibi tarif ve takdim ediliyor. “Hac bu sene de Kurban Bayramına denk geldi” manşetleri, “falancanın cenaze namazı kılındı” haberi verilirken secdeye varan insanların görüntüsünün ekranlara yansıtılması, hutbeyle vaazın, mihrapla minberin karıştırılması üzerinde duruluyor daha çok.

Diyanet’in çözüm için, kendilerine bağlı elemanların medya organlarında istihdam edilmesi teklifi de gösteriyor ki mesele sadece bir “bilgisizlik problemi” şeklinde algılanmaktadır. İrşat ve tebliğin, sair zamanlarda hiçbir ölçü gözetmeyen televizyonlar, gazeteler, radyolar, internet siteleri aracılığıyla yapılması hususunda, din işlerinden sorumlu resmî ve akademik zevatın sergilediği tereddütsüz heves yahut iştiyak, problemin çok boyutlu ele alınmadığının bir başka göstergesi.

Halbuki dinin medya aracılığıyla gündeme taşınması, medyanın kendine özgü sunumuyla konu edilmesi, medyaya malzeme yapılması, medyaya din öğretmekten daha önemli, daha öncelikli bir problem. Çünkü “din”, herhangi bir konu değil. İyi niyetle de olsa herkesin her ortamda ahkâm kesme yetkisi yok. Dini anlatmanın, din üzerine konuşmanın, irşat ve tebliğin de şartları, kendine mahsus bir usulü, adabı var.

İmam Malik rh.a., ilim meclislerinde bir hadis nakledeceği zaman abdest alır, sakalını tarar, güzel kokular sürünür, vakar içinde diz üstü kıbleye doğru oturur, ondan sonra okurmuş hadis-i şerifi. Niçin böyle yaptığını soranlara, “Resul-i Ekrem s.a.v.’in mübarek ağzından çıkan kelama hürmet gerekir!” diye cevap verirmiş. Medyadan bu kadarını beklemiyoruz elbette ama bazı dinî programlarda konu edilen ayet ve hadislerin izzetine uygun, asgari bir seviye ve saygıyı da doğrusu çoğu zaman göremiyoruz.

Görüntü sözü yalanlayınca

Sözümüz, tamamen İslâmî hassasiyetlerle yola çıkıp dini anlatmanın usul ve adabına riayet ederek “emrolundukları gibi dosdoğru” yürüyenlere değil. Dini; izlenme oranını, tirajını, tıklanma sayısını artırmak, iki reklam kuşağı arasına malzeme yapmak maksadıyla “kullanan” medya organlarından bahsediyoruz. Bunların niyetleri ne olursa olsun, sonuçta hayırlı bir iş yapıyorlar diye avunmamak lazım. Bir işin hayır mı, yoksa riya mı olduğunu “niyet” belirler. Mesela güler yüz ve tatlı dil Allah rızası içinse sadakadır ama başkalarını aldatmaya yönelikse riya olur.

Bu noktada bir kısım medyanın niyeti hakkında hüsn-i zanda bulunmanın alemi de yok. Bir zamanlar yaptığı gibi, kışkırtıcı yayınlarla müslümanları tahrik ve taciz etmenin, kadrolu hocalarıyla dini sulandırmaya, insanların kafalarını karıştırmaya çalışmanın artık müşteri bulmadığını gören ticarî medyanın strateji değiştirdiği çok açık. Kapitalizmin kutsalı olmaz. Piyasa şartlarına göre değişen pazarlama taktikleri olur. Üstelik bu taktiklerin hepsi, yayının türü ne olursa olsun, insanları fıtratlarından uzaklaştırarak dünyevîleştirmeye, tüketimi teşvik etmeye yöneliktir. Malum medyanın varlık sebebi bu.

Dinî yayınların formatında veya muhtevasında böyle bir maksadın gözetilmemiş olması da durumu değiştirmiyor. Medya kuruluşunun genel yayın çizgisi, araya giren reklam ve fragmanların görüntüsü sözü yalanlıyor, geçersiz kılıyor. Tıpkı trafik kontrolüne takılan alkollü sürücülerin zaman zaman haberlere konu olan görüntü ve sözleri gibi. Hani şu, görevli memura yeminler ederek ağzına içki sürmediğini söylerken ayakta zor duran, geniş kavisler çizerek yürümeye çalışan sarhoş şoförlerin izleyenleri güldüren sahneleri... Benzer bir çelişki din konusunda sergilenince, tebessüm ettirmeyecek kadar vahim kaçıyor ne yazık ki.

Medyanın yerleştirdiği din algısı

Bundan daha vahimi ise bu tezadın, dinin yaşanmasına dair, kitlelere son derece sakat bir model teşkil etmesi. Böyle medya organlarına itibar edenlerin, günahlarla dolu bir hayatın arasına sıkıştırılmış birkaç dinî ritüelle kulluk vazifesini yaptığını düşünen, din ile dünyayı ayıran çevreler olması tesadüf değil. 

Dinin yahut dindarlığın bu şekilde algılanmasında medyanın sürekliliği olmayan sunum tarzıyla popülist karakterinin de rolü var. Dinî muhtevalı yayınların ramazan ayı gibi belirli bir zaman diliminde yoğunlaşması, asla yakınında bulunmaması gereken çok aykırı bir yayının önünde veya sonunda sınırlı sürede sunulmak mecburiyeti, dini gündelik hayatta da öncesi ve sonrasına etki etmeyen sıradan bir duyguya indirgiyor. Dinin, sürekliliği olmayan gelip geçici bir hal gibi yaşanmasına sebebiyet veriyor.

Popülist yaklaşım, yani avam dalkavukluğu ise ticarî medyanın en temel özelliği. Reklamlardan nemalandığı için takipçilerinin nefsaniyetini bilemek, onları kolayca tüketime yönlendirilebilecek edilgen bir kitle olarak tutmak zorunda. Bunun için de insanları ölçülü olmaya, akletmeye, sefahate dalmamaya, hevasının peşinden gitmemeye çağıran “din”i yok sayamıyorsa eğer, hayatın basit bir ayrıntısı gibi sunmaya çalışacaktır. Nitekim böylelerinin dinî yayınlarında genellikle suya sabuna dokunmayan meseleler ele alınmakta, hoşgörü adına birçok hurafe ve masiyet adeta meşrulaştırılmaktadır.

Nihayet özellikle televizyon programlarında şov ve rolün ön planda olması, hayatın bir köşesine sıkıştırılan dinin dahi “göstermelik” hale getirilmesine yol açmaktadır.

Din bir bahis konusu mudur?

Aklı başında, dini bütün insanlar için bunların bir tehlike oluşturamayacağı söylenebilir. Doğrudur, lakin bu evsaftaki insanlar zaten magazin medyasının hedef kitlesi değil. En çok izleyici toplayan televizyon programlarının seviyesinden de anlaşılacağı üzere bu tür medyanın hedef kitlesi, dünyanın her yerinde hem sayıca çok olmaları, hem tüketime kolay yönlendirilebilmeleri sebebiyle toplumun avam tabakasıdır. Avamdan kastımız, nefs-i emmarelerinin peşinde, akletmeye mani bir cehaletle malûl olanlar. Bizim irfanımıza göre servetin, tahsilin, mevki veya makamın kişiyi avam sınıfına dahil olmaktan kurtaramadığını da hatırlatalım. Cehl-i mürekkep denilen en tehlikeli cehalet, tahsille kazanılıp statü ile keskinleşiyor çünkü.

Magazin medyasında çok konuşulan din, bu kitle tarafından teorik bir olgu gibi anlaşılacak; uygulaması olmayan, sadece konuşulan spekülatif bir bahis mevzuu yapılacaktır. Avamın herhangi bir konuda fikir yürütmesi ayrı bir faciadır.

Bu facianın özellikle internet forumlarında hangi boyutlara ulaştığını bilen bilir. Hiçbir ön bilgisi olmadığı halde en çetin dinî meselelerde bile “Bana göre” diye söze başlayan cahil cüreti, kabul etmek gerekir ki büyük ölçüde medyanın eseri. Dinî nitelikli de olsa, işin magazin tarafını da yansıtmak üzere programlara çağırılan popüler konuklar bu cüreti biraz daha artırıyor. Şarkıcıların, şovmenlerin, mankenlerin dinin konuşulduğu programlara konuk olup fetva verdiği bir ülkede avamın müçtehitliğe soyunmasını, din hakkında tıpkı bu programlardaki gibi laubaliliğe varan bir rahatlıkla pervasızca konuşmasını garipsememek lazım.

Öte yandan, popüler konukların, çoğu zaman görüntülerine, kılık kıyafetlerine pek uymasa da dine saygı ve bağlılık ifade eden sözlerle müslümanları duygulandırıp sevindirdiği bir gerçek. Bu memnuniyet böyle birinin hidayet bulduğu hüsn-i zannından değil de modern bir kimliğin dini onaylamasından kaynaklanıyorsa, haydi iman demeyelim ama, sekinet eksikliğine işarettir. Yayıncılar galiba bu onaylanma ihtiyacına, dolayısıyla sekinet eksikliğine süreklilik kazandırmak için imajı ile modernizmi temsil eden böyle figürlere programlarında özellikle yer vermektedirler.

Din konuşalım ama

Dinin medyada bu kadar çok konuşulması, İslâm’ın sansasyonel bir polemik konusu yapılmasından melankoli ve kıssadan ibaretmiş gibi anlaşılmasına, din hakkında meydana getirilen bilgi karmaşasından birbirinden farklı bireysel müslümanlıkların oluşmasına kadar daha bir yığın arızaya yol açıyor.

Bütün bunları daha fazla sayıp dökmeye gerek yok. Dinin ilgi çekmek için, izleyici sayısını artırıp, alınan reklamlarla çıkar sağlamak için sırf laf olsun diye bu kadar çok ve uluorta konuşulmasının doğru olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Kaldı ki din bir yaşama modeli teklif ediyor. Sizden laf değil uygulama, yani amel istiyor. Teorik olarak da on dört asırdır nakil yoluyla bugüne gelen son derece anlaşılır, açık ve sabit bir bilgi. Bir emanet olarak bize ulaştırılmış bu sabit “ilm”i, çok konuşarak, tartışarak, çekiştirip didiklemenin mantığı yok.

Buna rağmen medya üzerinden de olsa din hiç konuşulmasın, anlatılmasın demiyoruz elbette. Uygulama için bilgi şart ve bu bilgiyi bir yerlerden bir şekilde “doğru olarak” devralmakla, iyiliğe yöneltip kötülükten sakındırmakla mükellefiz. Bizim itirazımız, medyada din üzerine yapılan konuşmaların kutsalı istismar etmesine, dinin izzetine halel getirmesine, kaş yapayım derken göz çıkaran ölçüsüne, maksadına ve usulüne...

Kur’an-ı Kerim’de Mümtehine suresinin 5. ayetinde, Hz. İbrahim a.s. ve ona tabi olan müminlerin, “Rabbimiz! Bizi inanmayanlar için fitne kılma!” diye niyazda bulundukları nakledilir. Demek ki inkârcının inkârından, dinin yanlış anlaşılmasından da sorumluyuz. Çünkü bu inkâr ve yanlış anlamalar, iyi niyetimize rağmen bazen küçük gibi görünen hassasiyetleri ihmalden, farkında olunmayan metot hatalarından kaynaklanabiliyor.

Öyleyse din niçin, nasıl ve kimler tarafından konu edilmeli, bunların şartlarını da gözetmek zorundayız.

Medyaya değil ilmihale bakalım

Din, başlangıçta peygamberlerin tebliğ ve talimi ile öğrenilir. Peygamberler bu tebliğ ve talimi bazen sözle, bazen yaşayarak model olmak suretiyle ifa ederler. Nitekim Efendimiz s.a.v., “Şüphesiz ben muallim olarak gönderildim.” buyurmuş, Kur’an-ı Kerim Rasul-i Ekrem s.a.v.’i bizim için “usve-i hasene”, yani ”en güzel örnek” olarak nitelemiştir.
Peygamberlerin bu vazifesi, “Alimler peygamberlerin vârisleridir.” hadis-i şerifi mucibince sonraki zamanlar için ulemaya tevdi edilmiştir.

Şu halde din, kitleler karşısında, herkese açık ortamlarda ancak tebliğ ve talim maksadıyla alimler ile onların icazet verdiği talebeleri tarafından söz konusu edilebilir. Asırlardır dersler, sohbetler, vaaz veya mev’izelerle alimler vasıtasıyla aktarılmasından da anlaşılacağı üzere, din bir “ilim”dir aynı zamanda. Kendine mahsus bir usulü vardır. Bu usul dairesinde konuşulur, müzakere edilir, öğretilir veya öğrenilir.

Her ilim gibi din ilmi de derece derecedir. Din ilminin “ahkâm-ı asliye” veya “usûl-i din” denilen ve “âmentü”de ifadesini bulan iman esasları ile ilmihal bilgilerinden ibaret kısmı farz-ı ayındır. Her müslümanın mutlaka bilmesi gereken nakille gelmiş bu sabit bilgiler, ne uzun uzun konuşulup izah edilecek kadar karmaşık ve hacimlidir, ne de kişisel yorumlara, bana göre-sana göre tartışmalarına açıktır.

Bu sebepledir ki Hz. Peygamber s.a.v. bizleri şöyle ikaz eder: “Allah Tealâ bir kısım farzlar koymuştur; bunları daraltmayın. Bir kısım da sınırlar (yasaklar) koydu; bunları aşmayın. Bazı şeyleri haram kıldı, onlara yaklaşmayın. Bazı şeyleri de (farz, sınır, haram diye belirlemeden) bırakmıştır. Öyle ise onları (farz mı, haram mı vs. diye didikleyip) araştırmayın.”   

Dinin farz-ı ayın olan kısmını, salih bir hocadan yüz yüze öğrenemiyorsak eğer, medyadan değil, bir ilmihal kitabından öğrenmek daha sağlıklı. İlmihal geleneğimiz her müslümanın bilmesi gereken temel bilgileri kolay anlaşılır bir dil ve üslupla anlatma ihtiyacından doğmuş zaten. Üstelik bugün, temel kaynaklara dayanması, güvenilirliği, kolayca anlaşılması ile bu sahanın şaheserlerinden olan bir ilmihale, merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihâli” gibi bir başucu kaynağına sahibiz. Böyle imkanlar varken ehliyetsiz, şovmen insanların konuşmalarını dinlemenin, magazin medyasından medet ummanın, internetin tehlikeli ortamında kafa karıştırmanın manası yok.   

Bî-namaz dokumacı

Burada dinî bilgilerin herhangi bir ortamda konuşulmak için değil, uygulanmak, amel edilmek için öğrenildiğini bir daha hatırlatalım. Adım adım öğrenip tatbik ederek, kademe kademe yol almamız makbuldür. İmam-ı Suyûtî rh.a., sahabeden herhangi birinin Kur’an-ı Kerim’den on ayet ezberleyince, manalarını iyice anlamadan ve orada istenilen şeyleri kendinde tatbik etmeden diğerlerine geçmediğini yazar.

Öğrenmedeki kademeli olma hali bilginin farziyetiyle de alakalıdır. Dinin bize gündelik hayatımızda lazım olan farz-ı ayın kısmını tamamlamadan farz-ı kifaye kısmına geçilmez. İmam-ı Gazalî rh.a., dinin temel bilgilerini öğrenip uygulamadan tefsir, fıkıh, kelâm gibi farz-ı kifaye ilimlere yönelip bunların önceliğini savunanları, “İnsanları çıplak namaz kılmaktan kurtarmaya çalışıyorum” diyerek kumaş dokuyan fakat kendisi namaz kılmayan bir dokumacıya benzetir.

Kaldı ki farz-ı kifaye olan din ilimlerine talip olmanın şartları vardır. Kitle iletişim araçlarına muhatap olan herkesin bu şartları taşıması da, bu şartları taşıyıp taşımadığının tespiti de mümkün değildir. Bu sebeple farz-ı kifaye ilimlerin medyada ölçüsüzce ele alınması fitneye yol açar. Peygamberimiz s.a.v., Hz. Ali r.a.’ten rivayet edilen bir hadislerinde, “Allah ve Rasulü’nin tekzip edilmesini istemiyorsanız, insanlara anlayabilecekleri şeyleri anlatın.” talimatını vermiş; İbn-i Mes’ud r.a.’ten nakledilen bir başka hadislerinde ise, “Bir cemaate akıllarının almayacağı şeyler söylerseniz, mutlaka bu bir kısmına fitne olur.” buyurmuştur. 

Ulema, farz-ı kifaye din ilimlerinin bırakın medyayı, kitaplardan dahi öğrenilmesine şiddetle karşı çıkmış, bir alimin huzurunda yüz yüze ders almayı şart koşmuştur. “Musibetlerin en büyüğü sayfaları hoca edinmektir” sözü medrese çevrelerinde meşhurdur. İmam-ı Şâfiî rh.a., hoca ile bizzat karşı karşıya oturup okumadığı ders veya kitabın rivayeti için talebeye icazet verilmesini doğru bulmaz.

Ne yapmalı?

Biliyoruz ki medya yine bildiğini okuyacak, işine geldiği gibi yayın yapacak ve bu yayınlara yine koşa koşa katılan hocalar olacak. Bize düşen, böyle yayınlara itibar etmemek, itibar edenleri güzellikle uyarmaktır.

En’am suresinin 70. ayetinin baş tarafında “Dinlerini bir oyun ve eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırakmamız” emredilir. Dini, saçma sapan soru ve problemler çerçevesinde, müstehzî imalarla, dünyaya ait emelleri için bir eğlence malzemesi yaparak konuşanları dinlemememiz, terk etmemiz gerekiyor demek ki.

Bizler, yapmacıklık olur, samimiyeti zedeler diye kendiliğinden gelmemek kaydıyla duada şiir gibi birbiriyle kafiyeli sözler söylemeyi dahi mekruh sayan bir dinin mensuplarıyız. Nerde kaldı ki baştan ayağa rolden, sunilikten ibaret yayınlardan ihlâs peyda edeceğiz.

Sanalını, sahtesini, taklidini, fasonunu terk yetmiyor; gerçek ilmi, ilim meclislerini ve alimi de bulmak gerekiyor. Öyleyse Allah dostu alim ve kâmillerin sohbet halkalarına dahil olarak, geleneğe, usul ve adaba riayet ederek yürüyelim. Dinin konuşulmaktan ziyade yaşanılan, yaşamak üzere öğrenilen bir ilim olduğunu akıldan çıkarmayalım.
Bilelim ki edille-i şer’iyye, yani dinî bilgilerin temel kaynakları, Kur’an-ı Kerim, Hadis, İcmâ ve Kıyas-ı Fukaha olmak üzere hâlâ dörttür. Bunların içinde “medya” yoktur, beşinci bir kaynak olarak da ilave edilmemiştir. 

Herkes İçin Zorunlu Din Bilgisi

Hz. Peygamber s.a.v., “İlim talep etmek her müslümana farzdır.” buyurmuştur. İslâm alimleri, kadın erkek bütün müslümanlarca talep edilip öğrenilmesi farz olan bu ilim, bir başka hadis-i şerifte; “Âyât-ı muhkeme, sünnet-i kâime, farîzatü’l-âdile.” şeklinde sayılan ilimlerdir, demişlerdir.

Âyât-ı muhkeme, “manası açık, muhkem ayetler” demektir. Bunlar, üzerinde herhangi bir ihtilaf bulunmayan ve kesin hüküm ifade eden ayetlerdir.

Sünnet-i kâime, “uygulanageldiği için müslümanların hayatına artık iyice yerleşen sünnetler” demektir. Efendimiz s.a.v.’den beri müminlerin yaşattıkları sünnetler ile sahih hadisler kastedilir.

Farîzatü’l-âdile, terim olarak “Kur’an’daki nispetlere göre taksim edilen miras payı” demektir. Bazı alimler bunu genel manada almış ve “kendisiyle amel edilmesi gereken her şey” diye anlamışlardır.


Avamdan Kıskanılması Gereken İlimler

Din ilimlerinin bir kısmı fürûattandır. Fürûat, “ikinci derecede önem taşıyan unsur” demektir. Asıl, Kitap ve Sünnet’tir. Bu asılları daha iyi ve detaylı anlamaya / anlatmaya yönelik ilimler fürûattan olması sebebiyle farz-ı kifayedir.

Herkesin öğrenmek zorunda olmadığı bu ilimler mutlaka ehli bir alimden bizzat alınır ve taliplilerinde bazı şartlar aranır. Mesela talip zeki, kavrayışı çabuk, hafızası güçlü ve ifadesi sağlam biri olmalıdır. Yetmez, yaradılışı bakımından takva ve salâha meyilli, tahammüllü ve ilme karşı istekli olup olmadığına bakılır. Ondan bu ilimlere başlamadan önce kalbini temizlemesi, günahlarının gizlisini de açığını da terk etmesi, dünya ile irtibatını ihtiyaç miktarına indirmesi istenir.

Bu nedenledir ki medyanın fıkıh, tefsir, kelâm gibi fürûattan ilimlerin incelikli bahislerini avam karşısında sorumsuzca konu etmesi, fitne ateşi yakmaktan başka bir şey değildir. En azından ilmin değerini düşürmek, sözü israf etmektir. İlmi, layık olmayanlara öğretmek, Hz. Peygamber s.a.v.’in benzetmesiyle “domuzun boynuna mücevher takmak gibidir”.

Nisa suresinin 5. ayetinde, “Süfehâya (akılsızca davranıp eğlence ve günaha dalanlara) malınızı vermeyin.” buyurulur. Sefihlere ilim de verilmez. Bu hem mal hem ilim hususunda onları mahrum bırakmak manasına değildir. Ayetin devamında “Onları, sahip olduklarınızla siz besleyip giydirin.” diye emredilir ki, buradan mal gibi ilmin de sahipleri tarafından sefih kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kontrollü bir şekilde verilmesi ve bu varlığın asla bütünüyle süfehanın tasarrufuna bırakılmaması gerektiği manası çıkarılmıştır.

Anlatırlar ki alimin biri, bir adamın sorduğu suale cevap vermez, sükût eder. Adam alınıp öfkelenir ve alime, “Sen Peygamberimizin ‘Faydalı ilmi gizleyen, kıyamet günü (boynuna) ateşten bir gem vurularak (mahşer yerine) gelir.’ hadisini duymadın mı?” der. Alim gayet sakin, “Gemi bırak da git, der adama, eğer bir gün ne dediğimi anlayabilecek birisi sorar da söylemezsem lazım olur.”


Alim Kimdir?

Mesele dönüp dolaşıp dinin “peygamber mirasçısı alimler”den öğrenilmesi noktasına geliyor. Medya, toplumun “alim” anlayışını da değiştirdi. Ağzı iyi laf yapan şovmen hocaları, ilim tarihimizde asırlar evvel tartışılmış ve hiçbir derde deva olmayan ihtilaflı meseleri ilk kez kendisi keşfetmiş gibi yeniden gündeme taşıyan müçtehit taslaklarını, her ilahiyat profesörünü alim zanneder olduk.

Gerçek alimleri arayıp bulmamız gerekiyor. İşte onları fark ettiren bazı alametler:

1. Gerçek alimler ilimleriyle amel ederler. Sünnet-i seniyyeye titizlikle riayet eder, istikamet üzere olurlar.

2. İnsanlar onları gördüklerinde Allah’ı hatırlar. Ciddi, mahzun ve ağırbaşlıdırlar. Halleri ile meclislerinde bulunanları şüpheden yakîne, riyadan ihlâsa, dünyaya rağbetten zühde, benlikten alçakgönüllülüğe, düşmanlıktan dostluğa sevk ederler.

3. Sükut etmeyi konuşmaktan daha çok sever, cedelden kaçınır, insanlara taati ve kalpleriyle meşgul olmayı tavsiye ederler.

4. Fetva hususunda tedbirlidirler. Acele etmez, ağır ve çekingen davranırlar. Dinin ana kaynaklarından dayanak bulmuşlarsa cevap verir, aksi halde “bilmiyorum” derler. Eğer kendi içtihat veya reyi sorulursa, daha iyi bilenlere havale ederler.

5. Sahip oldukları ilmi emanet bilir, ona en küçük bir leke bulaştırmadan, gölge düşürmeden kendisinden sonra gelenlere aktarmanın endişesini taşırlar.

6. İlmiyle dünyalık peşinde koşmaz, dünya hayatını iktisat üzere yaşarlar.

7. Kendi sahaları dışında kalan makbul ilimleri küçümseyip yermezler.

8. İnsanları Rablerinin yoluna, salih ameller işleyerek, hikmetle, güzel öğütlerle çağırırlar.

9. Bir ortamda dinin yanlış ve çirkin saydığı bir şey varsa oraya girmez, oradaki faaliyete katılmazlar.