Halis_52
Thu 28 April 2011, 04:07 pm GMT +0200
Dimad bin Sa’lebe (r.a.)
İçinde ALLAH ‘ın anıldığı ev ile ALLAH ‘ın zikredil¬mediği ev, diri ve ölüye benzer.
Hadis-i şerif
Mekke için için kaynıyordu. Her sokak başı, her ev, her kervan hep ondan bah¬sediyordu. Muhammed’den (a.s.m.), onun getirdiği davadan söz ediyordu. Ba¬zıları onu dinlediği bir sokak başında kalbinden vurulmuşcasına sarsılıp davasına teslim oluyor, bazıları kin ve inadında daha da ileri gidiyordu. Hidaye¬te yol bulanlar onun etrafında toplanıyordu. Daire günden güne genişliyordu. Müşriklerin azılıları ise bu gidişten endişeleniyor, şirkin yıkılışına seyirci kala¬mayacaklarını anlıyorlardı.
Kendilerini atalarının putlarından uzaklaştıran, yeni bir din ile mükellef kılan bu zatın önüne nasıl geçilecekti? İşin şakaya gelir yanı yoktu. “Bu iş devam et¬mez, biter” diyenler hep aldanıyordu. Çünkü en umulmadık kimseler onun tara¬fına geçiyordu.
Günlerden bir gündü. Mekke’de bir sokak başında bir araya gelmiş müşrik ileri gelenleri dertleşiyordu. Muhammed’in (a.s.m.) nurunu nasıl söndürüp, bu gidişin önüne nasıl geçeceklerini müzakere ediyorlardı.
Hidayet güneşini söndürme azimlilerinin başında Ebu Cehil geliyordu. Bu azılı müşrik her türlü düşmanca planların yanında ve başında idi. Beraberinde Utbe bin Rebia ve Umeyye bin Halef gibi iki meşhur İslam düşmanı da bulunu¬yordu. Konuşan yine Ebu Cehil’di. Cehaletin, şirkin ve zulmün babası Ebü Ce¬hil şöyle dedi:
“Bu adam birliğimizi parçaladı. Umidimizi suya düşürdü. Ölenlerimizi dala¬lette olmakla suçladı. İlahlarımızı kınayıp tahkir etti.”
Etrafındakileri tahrik edici bu sözler aynı zamanda İlahi dava karşısında du¬yulan can sıkıntısının da bir tezahürü idi.
Kızgın Umeyye söze karıştı:
“Bu adam gerçekten delidir!” dedi.
Aslında bu ifade de kinle karışık bir acziyet beyanı idi.
Meşhur cinci Dımad oradan geçerken bu konuşulanları duydu. Umeyye’nin “Delidir” demesi onda Muhammed’e (a.s.m.) karşı düşmanlıktan ziyade bir acı¬ma hissi uyandırmıştı. Onun gerçekten deli olduğunu sandı ve mesleğinin zaten böylelerini iyileştirmek olduğunu düşündü. Hem Muhammed (a.s.m.) onun es¬ki bir dostuydu; onu bu dertten kurtarmak en azından bir vefa borcu sayılır¬dı.
Dımad, Muhammed’i (a.s.m.) arayıp bulmaya, derdini öğrenip onu iyileştir¬meye karar verdi. Çünkü Mekke’nin ve o hayalinin yeğane ruh doktoru o idi. Doğruca yola koyuldu ve o gün akşama kadar araştırdı. Muhammed’i (a.s.m.) bulamadı.
Ertesi gün ilk işi yeniden aramak oldu. Sonunda onu Kabe’de namaz kılarken buldu. Makam-ı İbrahim’in arkasında tahiyyütta oturmaktaydı. Namazını biti¬rip selam verince yanına yaklaştı. Tedbirli bir tavırla ona doğru yürüdü. Çünkü tedavi ettiği hastalarının ne zaman, ne yapacağı pek belli olmazdı.
“Ey Abdülmuttalib’in torunu, bana dön bakalım” dedi.
Resulullah (a.s.m.) yönünü döndü ve,”Ne istiyorsun?” dedi.
“Ruh hastalıklarını tedavi ederim. İstersen senin derdine de bir çare bulayım. Hastalığını büyütme. Senden daha ağır hasta olanlarını iyileştirdim. Kavmin sendeki bir takım kötü hasletlerden bahsediyor. Ümitlerini iyice kırmışsın, ce¬maatlerini parçalamışsın. Ölenlerini sapıklıkla itham etmişsin, İlahlarını kına¬mışsın. Bunları ancak cinnet getiren bir kimse yapar.”
Resulullah (a.s.m.) Dımad’ı sabır ve sükütla dinledi. Çünkü o önce konuşanı dinler; sonra ne söylemek gerekiyor, nasıl davranmak icab ediyorsa en güzelini yapardı. Henüz cehalet bataklığında olup, kafasında putların inancını taşıyan Dımad’a da şöyle hitab etti:
“Hamd ALLAH’a mahsustur. Yalnız Onu medheder ve Ondan yardım isterim. ALLAH kime hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Kimi de saptırırsa, onu kimse hidayete erdiremez. Tek olup hiçbir ortağı olmayan ALLAH’tan başka ilah olma¬dığına şehadet ederim” diye sözlerine başladı ve kendisine isnad edilenlere ce¬vap verdi.
Dımad şaşırmıştı. Çünkü dinlediği sözler, değil cinnet eseri, dünyanın en akıllı insanının dahi söyleyemeyeceği kadar veciz ve güzeldi. Beyninden vu¬rulmuşa döndü. Nasıl olur da, Kureyşin en uluları onu “delilik”le itham edebilirlerdi? Yoksa kendisi mi deli olmuştu ki, onun saçma sözlerini çok mükemmel görüyordu? Dayanamadı:
“Ne olur, bu söylediklerini bir kere daha tekrar et” dedi.
Vazifesi davasını zihinlere tesbit etmek olan Yüce Peygamber tekrardan usa¬nır miydi? Aynı hakikatleri aynı veciz üslüpla Dımad’a bir kere daha tekrar etti. Bunun üzerine Dımad daha fazla dayanamadı ve şöyle haykırmaya başladı:
“Ben kahinlerin, sihirbazların ve şairlerin sözlerini işittim. Vallahi, bu sözle¬rin benzerini hiç duymadım. Senin sözlerin deryaların enginliklerine nüfuz etti. Bu sözlerin sahibi bir mecnun, bir sihirbaz ve bir şair olamaz. Haydi uzat elini, İslama girmek üzere sana biat edeyim” dedi.
Resullallah (a.s.m.) elini uzattı, Dımad uzanan eli yakaladı. Böylece şirk cep¬hesi bir zayiat verirken, İslam davası bir kişi daha kazanmış oldu.
Dımad bin Sa’lebe, çevresi ve kabilesi tarafından sevilen ve itibar gören bin¬siydi. En çaresiz sanılan dertlere, ruh hastalıklarına deva olurdu. Bu yönünü bi¬len Resulullah (a.s.m.) biat elini uzatırken,”Bu anlaşma, aynı zamanda kavmin adına da olsun nıu?” buyurdu. 0 da tereddütsüz,”evet, kavmim adına da olsun’ cevabını verdi.
Resülullahın (a.s.m.) yanında bir müddet kalıp ondan Kur’an öğrenen Dımad, sonra sonsuz bir sürur ve saadet içinde mensubu olduğu Ezdu Şenue Kabilesine döndü. (Hz. Dımfid’ın bundan sonraki hayatı hususunda, elimizdeki kaynak¬larda herhangi bir bilgiye rastlamadık. )
İçinde ALLAH ‘ın anıldığı ev ile ALLAH ‘ın zikredil¬mediği ev, diri ve ölüye benzer.
Hadis-i şerif
Mekke için için kaynıyordu. Her sokak başı, her ev, her kervan hep ondan bah¬sediyordu. Muhammed’den (a.s.m.), onun getirdiği davadan söz ediyordu. Ba¬zıları onu dinlediği bir sokak başında kalbinden vurulmuşcasına sarsılıp davasına teslim oluyor, bazıları kin ve inadında daha da ileri gidiyordu. Hidaye¬te yol bulanlar onun etrafında toplanıyordu. Daire günden güne genişliyordu. Müşriklerin azılıları ise bu gidişten endişeleniyor, şirkin yıkılışına seyirci kala¬mayacaklarını anlıyorlardı.
Kendilerini atalarının putlarından uzaklaştıran, yeni bir din ile mükellef kılan bu zatın önüne nasıl geçilecekti? İşin şakaya gelir yanı yoktu. “Bu iş devam et¬mez, biter” diyenler hep aldanıyordu. Çünkü en umulmadık kimseler onun tara¬fına geçiyordu.
Günlerden bir gündü. Mekke’de bir sokak başında bir araya gelmiş müşrik ileri gelenleri dertleşiyordu. Muhammed’in (a.s.m.) nurunu nasıl söndürüp, bu gidişin önüne nasıl geçeceklerini müzakere ediyorlardı.
Hidayet güneşini söndürme azimlilerinin başında Ebu Cehil geliyordu. Bu azılı müşrik her türlü düşmanca planların yanında ve başında idi. Beraberinde Utbe bin Rebia ve Umeyye bin Halef gibi iki meşhur İslam düşmanı da bulunu¬yordu. Konuşan yine Ebu Cehil’di. Cehaletin, şirkin ve zulmün babası Ebü Ce¬hil şöyle dedi:
“Bu adam birliğimizi parçaladı. Umidimizi suya düşürdü. Ölenlerimizi dala¬lette olmakla suçladı. İlahlarımızı kınayıp tahkir etti.”
Etrafındakileri tahrik edici bu sözler aynı zamanda İlahi dava karşısında du¬yulan can sıkıntısının da bir tezahürü idi.
Kızgın Umeyye söze karıştı:
“Bu adam gerçekten delidir!” dedi.
Aslında bu ifade de kinle karışık bir acziyet beyanı idi.
Meşhur cinci Dımad oradan geçerken bu konuşulanları duydu. Umeyye’nin “Delidir” demesi onda Muhammed’e (a.s.m.) karşı düşmanlıktan ziyade bir acı¬ma hissi uyandırmıştı. Onun gerçekten deli olduğunu sandı ve mesleğinin zaten böylelerini iyileştirmek olduğunu düşündü. Hem Muhammed (a.s.m.) onun es¬ki bir dostuydu; onu bu dertten kurtarmak en azından bir vefa borcu sayılır¬dı.
Dımad, Muhammed’i (a.s.m.) arayıp bulmaya, derdini öğrenip onu iyileştir¬meye karar verdi. Çünkü Mekke’nin ve o hayalinin yeğane ruh doktoru o idi. Doğruca yola koyuldu ve o gün akşama kadar araştırdı. Muhammed’i (a.s.m.) bulamadı.
Ertesi gün ilk işi yeniden aramak oldu. Sonunda onu Kabe’de namaz kılarken buldu. Makam-ı İbrahim’in arkasında tahiyyütta oturmaktaydı. Namazını biti¬rip selam verince yanına yaklaştı. Tedbirli bir tavırla ona doğru yürüdü. Çünkü tedavi ettiği hastalarının ne zaman, ne yapacağı pek belli olmazdı.
“Ey Abdülmuttalib’in torunu, bana dön bakalım” dedi.
Resulullah (a.s.m.) yönünü döndü ve,”Ne istiyorsun?” dedi.
“Ruh hastalıklarını tedavi ederim. İstersen senin derdine de bir çare bulayım. Hastalığını büyütme. Senden daha ağır hasta olanlarını iyileştirdim. Kavmin sendeki bir takım kötü hasletlerden bahsediyor. Ümitlerini iyice kırmışsın, ce¬maatlerini parçalamışsın. Ölenlerini sapıklıkla itham etmişsin, İlahlarını kına¬mışsın. Bunları ancak cinnet getiren bir kimse yapar.”
Resulullah (a.s.m.) Dımad’ı sabır ve sükütla dinledi. Çünkü o önce konuşanı dinler; sonra ne söylemek gerekiyor, nasıl davranmak icab ediyorsa en güzelini yapardı. Henüz cehalet bataklığında olup, kafasında putların inancını taşıyan Dımad’a da şöyle hitab etti:
“Hamd ALLAH’a mahsustur. Yalnız Onu medheder ve Ondan yardım isterim. ALLAH kime hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Kimi de saptırırsa, onu kimse hidayete erdiremez. Tek olup hiçbir ortağı olmayan ALLAH’tan başka ilah olma¬dığına şehadet ederim” diye sözlerine başladı ve kendisine isnad edilenlere ce¬vap verdi.
Dımad şaşırmıştı. Çünkü dinlediği sözler, değil cinnet eseri, dünyanın en akıllı insanının dahi söyleyemeyeceği kadar veciz ve güzeldi. Beyninden vu¬rulmuşa döndü. Nasıl olur da, Kureyşin en uluları onu “delilik”le itham edebilirlerdi? Yoksa kendisi mi deli olmuştu ki, onun saçma sözlerini çok mükemmel görüyordu? Dayanamadı:
“Ne olur, bu söylediklerini bir kere daha tekrar et” dedi.
Vazifesi davasını zihinlere tesbit etmek olan Yüce Peygamber tekrardan usa¬nır miydi? Aynı hakikatleri aynı veciz üslüpla Dımad’a bir kere daha tekrar etti. Bunun üzerine Dımad daha fazla dayanamadı ve şöyle haykırmaya başladı:
“Ben kahinlerin, sihirbazların ve şairlerin sözlerini işittim. Vallahi, bu sözle¬rin benzerini hiç duymadım. Senin sözlerin deryaların enginliklerine nüfuz etti. Bu sözlerin sahibi bir mecnun, bir sihirbaz ve bir şair olamaz. Haydi uzat elini, İslama girmek üzere sana biat edeyim” dedi.
Resullallah (a.s.m.) elini uzattı, Dımad uzanan eli yakaladı. Böylece şirk cep¬hesi bir zayiat verirken, İslam davası bir kişi daha kazanmış oldu.
Dımad bin Sa’lebe, çevresi ve kabilesi tarafından sevilen ve itibar gören bin¬siydi. En çaresiz sanılan dertlere, ruh hastalıklarına deva olurdu. Bu yönünü bi¬len Resulullah (a.s.m.) biat elini uzatırken,”Bu anlaşma, aynı zamanda kavmin adına da olsun nıu?” buyurdu. 0 da tereddütsüz,”evet, kavmim adına da olsun’ cevabını verdi.
Resülullahın (a.s.m.) yanında bir müddet kalıp ondan Kur’an öğrenen Dımad, sonra sonsuz bir sürur ve saadet içinde mensubu olduğu Ezdu Şenue Kabilesine döndü. (Hz. Dımfid’ın bundan sonraki hayatı hususunda, elimizdeki kaynak¬larda herhangi bir bilgiye rastlamadık. )