- Dil üzerine

Adsense kodları


Dil üzerine

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Sat 4 September 2010, 12:34 pm GMT +0200
DİL ÜZERİNE
Evrene açılan, birleşimler kümesi oluşturarak harikulâde neticelerin tezahürünü sağlayan işleyişe, yani dile güçlü eğilebilmemiz için dili doğru okumamız gerekmektedir. Dili doğru okumak,  özü itibarıyla anlama manasını taşır. Yapıyı doğru çözümleyerek işe başlamak en doğru ve mantıklı yöntemdir. Dili doğru okumak, insanı doğru okumak anlamını taşır. Neden? Dil insanın menşeiyle doğrudan ilgilidir. İnsanoğlunun menşeine paralel olan bir yapıyı çözümlemek bir anlamda da insanı çözümlemek manasını içermesi bakımından oldukça önemlidir.

Tefekkürün teşekkülü istisnasız tezahürü gerektirir. Sinapsların nöronlara bağlılığı sonucu oluşan biyo-fiziksel hareketlenmenin işlemesidir tefekkür. İfşa ile kendini somutlaştırır. Soyutluğu somutluğunu gizleyemez. Kavramsallaşır ve kullanıma hazır hale gelir. Dilin oluşumunun ilk aşamasıdır bu.

             Dilin oluşumu temelde düşünmenin gerçekleşmesine bağlıdır. Dilin ortaya çıkabilmesi için düşünme tek başına yeterli değildir. Ses titreşimlerinin oluşumunu sağlayan organların insanoğlunda bulunuyor olması, dilin somut olarak ortaya çıkması için gereklidir. Akciğerden gelen hava, ses telleri vasıtası ile biçimlendirilir ve adeta şifrelenmiş bir şekilde ses dizgelerine dönüşüverir.

            Ses dizgeleri kendini gösterdiği zaman bunu algılayacak bir sisteme de ihtiyaç duyulur. Alıcının sisteminin; kodları çözebilecek bilişsel, kültürel, psiko-sosyal yeterliliğe sahip olması gerekir ki dil tam manasıyla gerçekleşmiş olsun, anlam kazansın.

            Dil sadece ses dizgeleri meydana getirmek de değildir; düşünme alt yapısının oluşumuna bağlı ve fiziksel olarak teşekkül etmiş, seslerin alıcı tarafından anlamlandırılması ile kendini tamamlayan bir süreçtir. Bunun için nesnelerin kavramsallaşması gerekmektedir. İnsanoğlu evreni bilinci ile algılar ve dili ile yansıtır. İnsan nesneleri, nesnelerin görüntüsü ile zihninde tutar ve zihnindeki bu görüntüler ile ses arasında bir bağ kurar. Ortaya kavramlar çıkar. Kavramsallaşma, zihinde nesnesin görüntüsü ve o nesneyi karşılayan ses ile oluşur. Düşünme esnasında, nesnenin görüntüsü ile nesneye karşılık gelen ses zihnimizde birleşir.

            Kavramsallaşmanın fazlalılığı ve bu oranda kullanımı çevreyi algılama ve tanımanın bilinçli gerçekleşmesini sağlar. Bu durum kendini dil kullanımında göstermektedir. İnsanoğlu, dünyada yaşamaya başladığı lahzadan beri dille beraberdir. Zamanla, dünyayı daha iyi tanıdıkça dile olan ihtiyacı nedeniyle dil kullanımını artırmıştır.

            İnsan biyolojik-fiziksel bir varlıktır, dil ile sosyal-psikolojik bir varlık olma özelliğine sahip olmuştur. Dilin sınırları insanın düşünme sınırlarını tayin etmektedir. Witgenstein “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” sözüyle önemli bir noktaya temas etmiştir. İnsanoğlunun dili ne kadar zenginse; iç dünyası, ufku o denli geniş, düşüncesi bir o kadar zengin olur.

            Dilin saymakla bitiremeyeceğimiz sistematik özellikleri vardır. Ruhsal bir durumun fiziksel bir olayla ifade edilişi bu özelliklerden yalnızca biridir. İç dünyası sıkıntılı olan birisi, dilini kullanarak sıkıntılı halini ifade edebilmektedir. Ses titreşimleri insan hafızasında kodlanmakta ve o kodlara yaşantılar sayesinde muhtelif anlamlar yüklenmektedir. Bu, her dilde farklı şekilde tezahür etmektedir. Bir Türk için “gel” bir anlam ifade ederken bir Fransız için hiçbir anlam ifade etmez.

            Farklı diller, farklı ses titreşim kodları oluşturmuştur. Bu, insanoğlunun dili kullanmaya başladığı andan itibaren geçirmiş oldukları süreçle alakalı bir durumdur. Seslerin, ses birleşimlerinin farklı anlamlar içermesini tesadüfî kabul etmenin doğru olmadığı bir gerçektir. İnsanların yaşadıkları coğrafi bölgelerin özellikleri; sıcak iklimde, soğuk iklimde, ılıman iklimde yaşıyor olmaları ses organlarını etkilemekte ve çıkan sesler de buna göre şekillenmektedir. Bu durum farklılığın sadece bir boyutunu bize açıklayabilmektedir.

            Muharrem Ergin hocanın ifade ettiği gibi dil bir sistemdir. Dilin kendisi sistem olmakla birlikte alt öğeleri de ayrı sistemlerden oluşmaktadır. Her dilde kelime üretim şekli farklıdır. Her dilin cümle oluşturma şekli farklıdır. Çünkü her dilin sistemi birbirinin aynısı değildir. Sistem bir düzenek demektir. Sistemlerde tesadüfîliklerden bahsedilemez. Dil de sistemlerden oluştuğuna göre tesadüfen oluşmuş olması, ihtimal dâhilinde olamaz.

            Nesnelere seslenirken o nesne ile ses arasında bir ilişkinin varlığı mevzuunda, mutabıklık söz konusu değildir. İlişki var mıdır, yok mudur? İlişki yoktur dersek şunu açıklamamız gerekir: Bir Türk “ekmek” diyor da bir İngiliz neden “bread” diyor? Nesne ile ona verilen ses arasında bir ilişkinin varlığı konusu da dilin menşeine doğru inebilmekle çözümlenebilecek problemlerden birisidir. Şu şekilde bir mantık çıkarsaması yapılabilir: O nesnenin farklı toplumlarda farklı şekilde adlandırılması yaşanılan coğrafyaların farklılığı, nesnenin büyüklüğü ile insanın ses titreşimlerini oluştururken nesnenin görünümüne göre ses çıkışları yapabilmesi mümkündür. 

            Bunlar varsayımdan ileri gidemiyor. İnsanoğlu var olduğundan bu yana dil de onunla beraber varlığını sürdürmektedir. İnsanların var oluş olarak bir kaynaktan geldikleri düşünülürse, daha sonraki farklılaşmalarını neye bağlıyorsak -ki bunun en büyük amili yaşanılan coğrafya farklılığıdır- dilin farklılaşarak dillerin oluşmasını da bu farklılığa bağlamak yanlış olmasa gerek.

            Türk dilinden örnekle devem edelim. Türkçenin tarihi sürecinde bazı seslerde değişiklikler oluşmuştur. Ses değişimi “d” den “z” ye sonra ise “y” şeklinde (d-z-y) devam etmiştir. Bunun sebebini net bir şekilde cevaplayamayız; ama değişikliğin yaşandığı dönemlerde Türk toplumunun yaşadığı coğrafyanın değişip değişmediğini, diğer diller ile ilişkiye girip girmediklerini göz önünde bulundurmakta bize bazı bilgiler verebilmektedir. Buradaki örnek dil statik bir yapı değil, aksiyoner bir yapı özelliğini taşımaktadır düşüncesini doğrulamaktadır.     

            Dil insanla var olduysa insanın yaşamıyla da yakından ilgilidir. Bu nedenle insanoğlunun yaşamı değiştikçe, yaşadığı yer değiştikçe dil de bu değişikliklerden doğrudan etkilenmek zorundadır. Bu da coğrafyanın etkisi ile ilgili söylediklerimizi destekler niteliktedir.

            Dilin ortaya çıkışı noktasında birçok nazariye bulunmaktadır. Bütün nazariyelerin kendine göre tutarlı tarafları vardır. Yansıma kuramına göre dil tabiatta yer alan seslerin insanlar tarafından taklit edilmesiyle oluşmuştur. Bununla ilgili bazı örnekler vardır; fakat bir sistemin tamamını buna bağlı olarak açıklayamazsınız. Diğer bir nazariye ise dilin insanların ortak çalışması sonucu tezahür etmiş olduğunu söylemektedir. Bu görüşün tutarlı tarafı yansıma kuramından daha azdır. Yine bunun gibi birçok kuram dili menşeiyle alakalı değişik mantıksal çıkarımlar yaparak dilin menşeini açıklamaya çalışmaktadır. Birde bunlardan ayrı tutabileceğimiz ilahi nazariye vardır.

            İnsanoğlunun var oluş noktasında tek bir kaynağa isnat ettiği ortak bir kanaat halini almaktadır. Dili insanoğlunun menşeiyle birlikte düşündüğümüzde dilin kaynağının tek bir noktada olduğu mantıksal çıkarsamalarla ortaya konulmuş olur. 19. yüzyılda tespit edilmeye başlanılan dil aileleri bunu desteklemektedir. Diller arasında akrabalıkların olması, nihayetinde dillerin ortak bir noktada tek bir kaynakta buluşmasına imkân sağlamaktadır.

            Bir dünya tasavvur edin, sınırlı sayıda malzeme var elinizde ve bu malzemelerden sonunu kestiremediğiniz bir üretim gerçekleştiriyorsunuz. Comsky’nin dilin tarifinde değindiği gibi… Gerçekten böyle bir şey olabilir mi-ki oluyor-insana nasıl bir yetinin verildiğini dikkatlice ve titizlikle sorgulamak gerekmektedir. Dilbilimcilerin üzerinde anlaştığı tek nokta bu yetinin sadece insanoğlunda olduğudur. İnsanoğlunda olan bu yetinin harekete geçebilmesi için malzeme gerekir. Böyle bir yeti var; ama ilk kelimeler nasıl oluşmuştur? Böyle bir yeti varsa, ilk işlenecek bir hammadde gerekmez mi? İnsanın var olandan hareketle bir şeyler üretebilmesi, icat edebilmesi mümkündür. Var olmayan bir şeyden hareketle, insanoğlunun bir şeyler üretmesi mümkün gözükmemektedir.

            Günümüz teknolojisini göz önünde bulunduracak olursak, kullandığımız aletlerin hepsi var olandan hareketle düşünülmüş ve ortaya konulmuştur. Yine düşüncelerimiz, var olan düşünceler ile zenginleşerek genişlemiştir.

            İnsanoğlu anne karnında, embriyo haline gelmeden önce zigot evresini atlatır. Ağaç mevcut haline gelmeden önce tohumun toprağa değmesi gerekir. Yağmur yağmadan önce havadaki bağıl nemin yağmurun oluşumunu sağlayacak yoğunluğa erişmesi zorunludur. Organın oluşumu hücrelerin oluşumuna bağlıdır. Suyun akış sağlayabilmesi yeterli eğimin olması ile ilgilidir...

            Gördüğümüz gibi, şartlar oluşursa ortaya, oluşan şartlarla ilişkili bir şeyler çıkar.  Dil dediğimiz; dinamik, yaşayan, gelişen, düşünmeyi etkileyen ve düşünceden etkilenen, sonu hesaplanamayacak birleşimler meydana getiren, bir sistem dâhilinde yürüyen, tesadüfleri içermeyen, ruhun vaziyetini fizikselliğe dökerek ifade edebilen, iletişimi sağlayan, ortaya bir anlaşma çıkarabilen ve sadece insanoğlunda bulunan bir yetinin varlığının kökenini tesadüflerle açıklamaya kalkmak ya da yaşadığı zaman içinde insan oluşturmuş diyerek açıklamak doğru olmasa gerek.

            İnsan var olmayan bir şeyi oluşturamaz. Var olandan hareketle çok şeyler yapabilir. Diller bunun bir sonucudur. Nihayetinde, insan kelimeleri aklı sayesinde daha da geliştirerek bugünkü haline getirdi. Bugün diller üzerinde birçok araştırma yapılıyor. Üzerinde mutabık olunamayan, dil biliminin en temel sorunu dilin kaynağı sorunudur.

            Problem insanla ilgili olduğuna göre, insanoğlunun var olduğu zamanki durumu ve bundan sonraki süreçleri göz ününde bulundurmak gerekir. İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biri, insanların içgüdülerle değil irade ve bilinç ile hareket etmeleridir. Hayvanlar içgüdüleri sayesinde birçok davranışı biyolojik olgunlaşma gerçekleştiği andan itibaren ortaya koymaya başlama özelliğine sahiptirler. İnsan öğrenmeye eğilimli bir varlık olması sebebiyle, çevresindekileri gözlemler ve bunlardan hareketle, akıl yoluyla muhakeme yapar, ortaya var olanlardan hareketle daha öncekilerden farklı bir ürün ortaya koyar. 

            İnsanların zamanla farklı coğrafyalara dağılmalarının sonucunda diller de coğrafyanın değiştirdiği yaşam koşulları nedeniyle değişmeye başlamıştır. Soğuk bölgelere giden insanların dilinde “kar” kelimesi önemlidir. Çünkü o bölgede yaşayan insanlar bu kavramın çağrıştırdığı nesne ile bir yaşantı oluşturmuşlardır. Bu, sıcak bölgelerde yaşayan insanlar için geçerli değildir. Sıcak bölgelerde yaşayan insanlar böyle bir nesneyi görmemişlerdir; bu nedenle de böyle bir kavrama ihtiyaç duyulmamıştır. 

            Farklılıklar farklılaşmalardan kaynaklanır. İnsanların dillerinde de zamanla farklılaşmalara bağlı olarak farklılıklar meydana gelmektedir. Dilin ortaya çıktığı anki şeklini muhafaza etmesi mümkün değildir. Çünkü insan sürekli değişim geçiren bir canlıdır. Bu değişim düşünce, yaşayış olarak kendini gösterir. Dil ile düşünce arasında doğrudan bir bağlantı olduğuna göre dilinde sürekli değişmesi ve buna bağlı olarak farklılaşması kaçınılmazdır. Bunları diller tarihine baktığımız zaman görürüz. Betimleme yaparsak: Var olan nedir, neyi bilmemiz gerekiyor, elimizde hangi malzemeler var? Kısacası, betimleme bir fotoğraf çekimi gibi olanı ortaya koymak için gerekli bir araçtır.

            Evrene açılan, birleşimler kümesi oluşturulabilme özelliğine sahip olan dil dediğimiz bu mükemmel sistemi, işleyişi betimlememiz bize ne ile karşı karşıya olduğumuzu göstermesi bakımından zaruridir. Betimlemeyi ne kadar kusursuz yaparsak dile o denli güçlü eğilebiliriz.

            Şimdi bir dil tanımına göz atalım: “Dil bir kâğıda da benzetilebilir. Düşünce kâğıdın ön yüzü, ses ise arka yüzüdür. Kâğıdın ön yüzünü kestiniz mi, ister istemez arka yüzünü de kesmiş olursunuz. Dilde de durum aynı: Ne ses düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten.”( Ferdinand de saussure Genel Dilbilim Dersleri, TDK Yayınları, Ankara, 1980, s. 105).

            Yukarıda dilin tanımında değinildiği gibi düşünce ve ses birbirlerinden ayrılmaz iki unsurdur. Görüldüğü gibi ses ile düşünce birbirinden ayrılmaz iki unsurdur ve birleşimleri kavramı ortaya çıkarır.

            Dilin menşeiyle ilgili, dilin ilk insanla beraber var olduğunu ileri süren Fransız filozof Ernest Renan “İlk insanın bir devrede konuşmaktan mahrum olduğunu, konuşma yeteneğini daha sonraki bir safhada elde ettiğini düşünmek hayal mahsulüdür... İnsan, tabiatı icabı konuşan bir yaratıktır.” açıklamasıyla insanın dille beraber var olduğunu ortaya koymaktadır.

            İlk olarak düşünce mi dili etkilemiştir, dil mi düşünceyi etkilemiştir; insanoğlunun menşeini sorgulamaya kadar bizi götüren ve içerisine biyolojiden tutunda teolojiye kadar olan birçok disiplini alan bir tartışma ortaya çıkmış oluyor. Bu tartışmalardan ziyade dili doğru tanımanın ve anlamanın gerçekleştirilmesi gerektiği inancını taşıyorum. Tartışmalar ideolojik kalıplara kaymakta, ideolojilerin mantık süzgeçlerine zorla sıkıştırılmaktadırlar.

            Biz bu tartışmalarla konuyu boğmak yerine dil ehemmiyeti ve gerçeğini doğru tanıma ve kavrama noktasında zihinlerde bir esinti gerçekleştirmek istedik…



Üzeyir SÜĞÜMLÜ