hafız_32
Sat 2 October 2010, 11:18 am GMT +0200
İkinci bölüm
DEVLET MÜDAHALESİNİ MÜMKÜN KILACAK PİYASANIN OLUŞUMU ve MÜDAHALEYE MEVZU OLAN MUAMELELER
I. Müslümanların Kontrolünde Yeni Bir İç Piyasa Tesisi: Medine Pazarı
Tarih boyunca iktisadî bağımsızlık siyasî bağımsızlığın en Önemli unsurunu teşkil etmiştir. Ticaret maksadıyla Filistin, Yemen ve Bahreyn-Uman bölgelerini dolaşmış, saygıdeğer, güvenilir, tecrübeli bir tacir[48] ve Mekke müşriklerinin, Benû Kinâne yurdunda imzaladıkları antlaşma[49] neticesinde ittifakla uyguladıkları şiddetli bir ekonomik ambargoya mâruz kalarak büyük sıkıntılara düşmüş[50] bir insan olan Hz. Peygamber (s.a.v.) de iktisadî bağımsızlığın önemini muhakkak ki çok iyi biliyordu. Allah'ın inayeti ve bu tecrübelerin kazandırdığı feraset ile, hicretini müteakip, ilk iş olarak siyasî ve iktisadî yönden - şartların elverdiği ölçüde hatta şartları zorlayarak- mümkün mertebe güçlü bir devlet tesis etmeyi hedef almıştı. Bunun tahakkuku için, bir yandan, hem devlet başkanı sıfatıyla kendisinin hem de Müslümanların siyasî hakimiyetini tesis edecek olan ve günümüzde bazı ilim adamlarınca 'Medine Anayasası' olarak adlandırılacak kadar büyük bir ehemmiyeti haiz bulunan muahedeyi gerçekleştirirken, diğer yandan da, Müslümanlar'a ait, onların hakimiyetinde, onların ahkamının uygulanacağı bir piyasa oluşturmalıydı. îş-te bu ve benzeri saiklerle, daha sonra 'Medine Pazarı' ismiyle anılacak olan pazar kurulmuştur.
Gerek hicretten önce ve gerekse sonra geçen zaman zarfında, her hususta olduğu gibi iktisadî hususlarda da bazı âyetler iniyor, bazı hükümler vaz' ediliyor, bazı câhiliye âdetleri yasaklanıp bazıları tâdil ve tashihe tâbi tutulurken yeni bazı kaideler de konuyordu. Ancak bütün bu hükümler derhal uygulamaya geçirilmeli, sağlıklı ve sürekli bir tatbikat için de uygun şartlar yaratılmalıydı. Zira hâlihazırda mevcut olan Medme pazarlarında[51] genellikle müşrik veya Yahudi tacirler hüküm sürüyorlardı. Tabiatıyla bunların ticari faaliyetleri ya kendi dinî anlayışlarına ya da câhiliye âdetlerine göre cereyan ediyordu. Halbuki islâm bunlardan bir kısmını yasaklamakta ve yeni birtakım piyasa normları vaz' etmekteydi. Her türlü gayri meşru muamelelerin cereyan ettiği bir ortamda Müslümanlar'ın, islâm'ın hükümlerini uygulamaları şüphesiz zor olacak, karşılıklı güven ortamı kolay kolay sağlanamayacaktı. Ayrıca bu gayri müslimlerle yapılan ticaret- piyasaya hakim olmaları sebebiyle- daha çok onların lehine idi ve bunun böyle sürüp gitmesi devletin istikbali açısından problem teşkil edebilirdi. Kaldı ki Müslümanlar, asla, "Arapların mallarından ne kapsak kârdır ve bu hususta da mesul ve günahkâr olmayız. Zira onlar hak yolda (!) değiller..."[52] şeklinde bir zihniyete sahip olan Yahudiler'in insafına terk edilemezdi. Öyleyse yapılacak ilk iş Müslümanlar'ın hâkim ve şer'î ahkâmın kâim olduğu müstakil bir pazar kurmaktı. Zira diğer pazarlar onların pazarı olamazdı: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Nebit Pazan'na giderek bir göz attı ve: 'Bu asla sizin pazarınız olamaz', buyurdu. Sonra (başka) bir pazara gitti ve (yine) 'Bu asla sizin pazarınız olamaz', buyurdu.[53] Sonra (bilahare Medine Pazarı adım alacak olan) bu pazara döndü, etrafını dolaştı ve: ((îşte) sizin pazarınız budur; bu (pazar) daraltılmayacak'[54] ve burada vergi alınmayacaktır,' buyurdu"[55] Semhûdî'nin benzer rivayeti ise şöyledir: "Bir adam Nebî'ye (s.a.v.) gelerek: "Ya Resûlallah (s.a.v.)! Pazar için (uygun) bir yer gördüm, (gelip bir bakmaz mıydınız?)" dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) onunla birlikte Medine Pazarı'nın bugünkü yerine gitti ve ayağıyla (yere) vurarak: "(işte) sizin pazarınız budur; bu (pazar) daraltılmayacak ve burada asla vergi alınmayacaktır," buyurdu.[56] Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından seçilen bu pazar yeri Benû Sâide bölgesinde bir kabristandı, tik Önce bu teklife karşı çıkan Benû Sâide daha sonra razı oldu.[57] Burası açık bir alan olup bir binici pazar yerine inip devesinin palanını bıraksa, pazarı dolaşırken ne tarafa gitse palanım görebilirdi.11 Pazar yeri olarak bu bölgeyi seçmeden önce; "Resûlullah (s.a.v.) Bakî' ez-Zubeyr (bölgesin)de bir çadır kurdu ve '(İşte) bu sizin pazarınızdır? buyurdu. Hemen akabinde Yahudilerin reisi (Ka'b b. el-Eşref geldi, içeri süzülerek çadırın iplerini kesti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): 'Önemli değil. Gerçekten ben, bunu, onu daha da delirtecek bir yere nakledeceğim', buyurdu. Sonra bu pazarı, şimdi Medine Pazarı'nın bulunduğu yere taşıdı ve emri verdi: 'îşte bu sizin pazarınızdır, burada devamlı sabit köşeler, yerler edinmeyin[58] (yani sabah erken gelen dilediği yere yerleşsin); burada hiç bir vergi (de) alınmayacaktır."[59] Bir çok hadislerinde pazar yerlerini şeytanların ordugâhı olarak nitelendirilen Hz. Peygamber (s.a.v.) ilk kurduğu pazarın yerini, insanları dünya lezzetlerine dalmaktan meneden ölümü[60] ve Mah-keme-i Kübrâ1 da kurulacak adalet terazisini hatırlatan en Önemli uyarıcılardan biri olan kabristan bölgesinde seçmek suretiyle belki de alıcı ve satıcıyı manevî kontrol altında tutmayı hedeflemiştir. Bu hadisenin geçtiği Bakî', Benû Kaynukâ' Yahudileri'nin bölgesinde olup[61] Benû Kaynukâ Pazarı'na yakın bir mevkide idi —ki bu pazar o dönemin Medine'sinde, Yahudiler'in elindeki iktisadî güç ve hâkimiyetin de etkisiyle, en çok rağbet gören pazar idi. Öy-leki, Câhiliye Mekkesi'nin büyük kapitalistlerinden iken Müslüman olup hicret ettiği Medine'de de ticaret mesleğini sürdürmek için pazar yerini soran Abdurrahman b. Avf a Benû Kaynukâ' pazarı gösterilmişti.[62] Kâ'b b. el-Eşref, bu rakip pazarın, iktisadî nüfuzları üzerinde ne büyük bir tehlike oluşturacağım çok iyi bildiğinden, halkının çıkarlarını korumak için, bilâhare çıkması muhtemel bir çatışmayı dahi göze alarak, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bu teşebbüsünü sabote etmekte tereddüde düşmeyip, bir an bile gecikmeden müdahalede bulundu.
Pazarın Benû Sâide bölgesindeki yeni yeri Yahudi yerleşim biriminden oldukça uzakta sayılır. Zira birisi Medine'nin bir tarafında iken diğeri de öbür tarafına düşmektedir ki burası Ka'b'm kolayca sabote edebileceği bir yer de değildir. Yeni pazarın, Mes-cid-i Nebevî'nin yanında, Medine'nin hemen hemen merkezinde, Buthân Vadisî'nde, hizmet verebilecek bir konumda bulunması, bize, Hz. Peygamber (s.a.vjin pazarı, Ka'b b. el-Eşref i daha da delirtecek bir yere nakletmekten kastının ne olduğu hususunda bir fikir vermektedir. Zira, eğer Ka'b, Bak? pazarı girişimini, sırf kendi bölgelerine tecavüz edildiği gerekçesiyle sabote etmiş olsaydı, pazarın, Medine'nin öbür ucuna; kendileriyle hiç alâkası bulunmayan başka bir bölgeye nakledilmesiyle niçin daha da del! eşsin?...
Bütün bu zikrettiklerimiz, pazarın kuruluşu ile ilgili hadise ve yorumları içermektedir. Ancak mesele pazarın kuruluşu ile bit-memekte, aksine, satıcı ve alıcıların, alışık oldukları, belli bir yer, muhtelif müşteri ve satıcılar edindikleri ve yakınlığı hasebiyle de yeğleyebilecekleri diğer pazarları bırakarak yeni pazara yönelmelerini mümkün kılacak şartları sağlamak gerekmekteydi, işte bunun da bilincinde olan Hz. Peygamber (s.a.v.), pazarın rüchaniye-tini yeterince arttıracak kadar önemli ve cazip bir kaideyi de kuruluşuyla birlikte vaz' etmekte gecikmemişti: "Burada hiç bir vergi alınmayacaktır." Bu ifadeden ve kaynakların verdiği bilgilerden anlaşılan odur ki Câhiliye döneminde kurulan pazarların ekseriyetinde bir çeşit pazar vergisi alınmaktaydı. Kister'e göre vergisiz yeni bir pazar kurma prensibi, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Ukaz'da-ki vergisiz pazar uygulamasını adapte etmeye niyetlendiğinin bir göstergesi olabilir. Resûlullah (s.a.v.)'m bi'setten sonraki ilk üç seneyi müteakip hicrete kadar geçen on sene zarfında, mütemadiyen Ukaz, Mecenne ve Zu'1-Mecaz panayırlarına giderek halkı islâm'a davet ettiğine dair rivayet, [63]Kister'in bu görüşüne güç kazandırmaktadır. Zira bu vesileyle Ukaz'daki tatbikatı gören ve ehemmiyetini anlayan Hz. Peygamber'in (s.a.v.) aynı uygulamayı Medine Pazan'na adapte etmesi gayet makul görünmektedir. Çünkü Ukaz'ın, o dönemin en meşhur ve revaçta pazarlarından olmasında bu uygulama da rol oynamıştır herhalde. Ona göre bu uygulamanın diğer bir yorumu da 'es-sûk sadaka' 17(yani pazarın, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ümmete sadakası=vakfı olduğu) fikridir.[64] Biz bunlara, bizce önemli olan bir başka noktayı daha ilâve etmek istiyoruz: Tecrübeli bir tacir olan Hz. Peygamber (s.a.v.) pazar vergisi almadığı takdirde satıcıların yeni pazarı tercih edeceklerini biliyordu muhakkak. Zira kâr arzusu ticaretin en önemli dürtüşüdür ve vergisiz kazanç daha fazla kâr demektir. Ayrıca verginin kalkması, maliyetleri azaltacağından, buna paralel olarak fiyatlar da düşme eğilimi gösterecekti. Tabiatıyla, diğer pazarlara nisbetle düşük fiyatlarla işlem gören mamuller daha fazla müşteri çekecektir. Benû Kaynukâ' kabilesinin, kendi pazarlarını parselleyip ücret mukabili kiraya verdikleri gibi tüccarlardan da pazar resmi aldıklarım,[65] dolayısıyla bu tür kira ve vergilerden muaf yeni pazarın, en güçlü rakibi olan Benû Kaynukâ' Pazan'na karşı en büyük bir avantaj elde edeceğini de hesaba katarsak, bu muafiyetin isabetlilik derecesini daha iyi kavrayabiliriz sanırız.
Bütün bu tedbirler meyvelerini vermiş olsa gerektir ki, ifadelerin zımnından çıkartabildiğimiz kadarıyla, tüccar bu pazara rağbet etmiş ve dolayısıyla da yeterli müşteri bulmuş demektir. Zira tüccarın pazarda çadırlar ve binalar kurma teşebbüsü [66]rağbetin ve kökleşme gayretinin bir göstergesi olsa gerektir. Ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v.) bu teşebbüsleri engellemiştir. Öyle ki Semhûdî'nin kaydettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.), koyduğu yasağa rağmen pazar yerinde kurulan bir çadırı yaktırmak suretiyle bu konudaki kararlılığını göstermiştir.[67] Yukarıdaki hadiste de geçtiği üzere o, daha pazarı kurarken vaz' ettiği pazar nizamnamesinin bir maddesinde: "Burada sabit köşeler edindinmeyin" buyurmuştu. Kanaatimize göre bu prensip de, tüccar arasında adaleti gözetmek, önce davrananın, ömür boyu sürecek bir ayrıcalığı kaparak diğerlerini mağdur etmesini engellemek, bununla birlikte sabah erken kalkanın o gün için kullanabileceği bir yere tezgâh kurmasına izin vermek suretiyle de tembellik ve gevşeklik göstermeden ticarete sarılmasını özendirmek ve böylece ticari hayata canlılık kazandırmak gibi gayelere matuf olsa gerektir.
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Medine'de kurduğu pazar ile ilgili yukarıda zikri geçen rivayetler, Medine tarihi üzerinde söz sahibi olan Ömer b. Şebbe ve Ibn Zubale gibi iki ravi tarafından nakledilmeleri bakımından sahih görünmektedir.[68]
II. Müdahaleye Mevzu Olan Muameleler
İslâm hukuku, akid yapıp yapmama serbestisi konusunda geniş bir irade hürriyeti tanımakta, akidlerin (aktin taraflarının) iradesine üstünlük vermektedir. Nisa sûresinin 29. âyeti, 'rıza'mn önemini kesinlikle belirttiğinden; islâm hukuku, kendi rızası olmaksızın bir akdin bir kimseyi bağlamasını kabul etmez; ancak, adalet kaideleri ve ammenin maslahatı bunu gerektiriyorsa müstesnadır: Borcunu oyalayan borçlunun mallarının satılması, cemiyete zararlı olması halinde muhtekirin mallarının ihtiyaç sahiplerine satılması ve amme maslahatı için istimlak gibi...
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) aracılar tarafından köylülerin yolunun tutulup mallarının daha pazara inmeden alınmasına dair yasağı ve bu yasağı uygulamaya devlet organlarının yetkili olması da, islâm hukukunda, amme maslahatı için in'ikad serbestisine getirilen tahdidlerdendir. [69]
A. Rıba=Faız
A. Tarifi
Arapça kökü RBV harflerinden oluşan ribâ ve ondan türeyen isim ve fiiller Kur'ân'da şu anlamlarda kullanılmıştır: Uremek, bitmek, gelişmek, büyümek, neşv ü nema bulmak, boy atmak, kabarmak [Hacc, 22/5; Fussilet,41/39]; ziyadeleş(tir)mek, fazla-laş(tır)mak, çoğal(t)mak, art(ır)mak [Bakara, 2/276; Rûm, 30/39]: yetiştirmek, büyütmek, çocuk terbiye etmek [Isrâ, 17/24; Şuarâ, 26/18]; yüksek yer, tepe, yayla [Bakara, 2/265; Mü'minûn, 23/50]; zorlu, çok şiddetli, güçlü, üstün [Nahl, 16/92; Hakka, 69/10]; su üzerinde kalan şeyler [Ra'd, 13/17]; murabaha ve tefecilik [Alu Im-ran, 3/130][70]
Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere ribâ; Ana^nal ya da ana para üzerindeki artış demektir ki bu anlam şu iki âyette müşahhas bir şekilde tezahür etmektedir: "Eğer müminseniz ribâ olarak arta kalan (kısm)ı terk edin... Eğer tövbe ederseniz, ana paranız sizindir..." [Bakara, 2:278-279] "İnsanlara malları artsın diye verdiğiniz ribâ Allah indinde artmaz..." [Rûm, 30/39].
Ribâ ve ondan türeyen muhtelif kelimelerin Kur'ân'da on iki sûrede on dokuz defa tekrarlanması o tarihte ribânm müphem bir kavram olmadığını göstermektedir.[71] Hatta ribâ o dönem insanı nazarında özel bir artış şekli olarak bilinip uygulanageldiği için, Kur'ân'da mahiyetinin açıklanmasına gerek kalmamış, sadece haram kılınıp yasaklanması yeterli görülmüştür.[72] Ancak işledikleri bu bâtıl fiili meşru göstermek için "Alış veriş de ribâ gibidir" diyen müşriklere karşı "Allah alış verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır," buyurulmak suretiyle, mutlak anlamda her türlü artışın ribâ olmadığı vurgulanmış ve bu iki muamele arasında farka dikkat çekilmiştir. [73]
B. Faiz Yasağının Tarihçesi
Eski ve yeni hemen hemen bütün âlimlerin ittifakla belirttiği üzere içki yasağı ve zekât mükellefiyeti ile ilgili hükümler gibi faiz yasağı da tedricen vaz' edilmiştir. Ancak bu yasağın merhaleleri üzerinde muhtelif görüşler bulunması hasebiyle biz, herhangi bir derecelendirmeye gitmeden yasağın gelişim sürecini kronolojik olarak ele almayı yeğliyoruz.
Ribânın aleyhinde nazil olan "İnsanlara malları artsın diye verdiğiniz ribâ Allah indinde artmaz; fakat, Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz sadaka böyle değildir, işte onlar sevaplarını kat kat arttıranlardır,11 [Rûm, 30:39] şeklindeki âyetin bi'setin 4. ve 5. senesinde inen Mekkî bir sûrede yer alması, islâm'ın, iktisadî sömürüye daha işin başında karşı çıktığını göstermesi açısından çok mühimdir. Zira ellerindeki büyük sermayelerle idarî, iktisadî ve içtimaî sisteme hâkim olup taıii bir dikta rejimi kuran kapitalistler, toplumun dinî, ahlâkî ve kültürel dejenerasyonuna sebebiyet vererek kendi çıkarlarına dayalı bu sömürü sistemini ilelebed sürdürmek için herşeyi yapmaktaydılar. Mekkî sûrelerin hepsi sadece dinî-itikadî hususlara hasredilmiş olmayıp meselenin moral-kültürel boyutunun ekonomik hayattaki yansımalarıyla ilgili hususlarda inzar mahiyeti taşıyan çeşitli âyetler de inmiştir ki ölçü ve tartıda hile yapanları kınayan Mutafifm süresinin ilk âyetleri bunlardandır. Tabiî ki bu ve benzeri hususlarda bile şiddetli uyarılarda bulunan islâm'ın sosyal bir felaket olan ribâya seyirci kalması mümkün değildir. Kurulu düzenlerini tehdit eden yeni dine karşı savaş açmakta hiç gecikmeyen kapitalistlerle, ribâyı birden haram kılmak suretiyle bağları tamamen kopartmayıp davet kapısını açık bırakan Kur'ân, ilk merhale olarak bazı uyarılarda bulunmakla yetinmiştir. Zaten tebliğin ilk aşamasında sert tedbirler alıp uygulamak, şartlar gereği isabetli olmazdı. Kaldı ki daha bir devleti bile olmayan islâm'ın böyle bir yasağı tatbik gücü de yoktu. Belki de islâm'ın sömürülen kitleleri cezbetmesinin temel sebeplerinden birisi de, daha işin başında haksız kazançlara, ticari sahtekârlıklara, malî yolsuzluklara ve iktisadî sömürüye karşı çıkmasıdır.
Bu âyetle bir yandan ribâ yasağının ilk adımı atılırken bir yandan da Medîne döneminde vaz' edilecek zekât farizası için hazırlık yapılması dikkate şayandır.[74]
Bir rivayete göre Câhiliye dönemi Kureyş müşrikleri Kabe'yi yeniden inşa ederken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dayısı Ebû Vehb (bir başka rivayete göre ise Velid b. Muğire): "Ey Kureyş topluluğu! (Aman şu Kabe'nin) binasına temiz kazancınızdan başkasını karıştırmayın, fuhuştan, ribâdan ve haksız yollardan kazandığınız mallarınız o(nun binası)na bulaşmasın11 demiştir.[75] Kur'ân'm Kureyş müşriklerinin bile hoş karşılamadığı bir kazanç türü olan ribâya, daha Mekke döneminde karşı çıkması son derece tabiîdir.[76]
Daha sonra Medine'ye hicret eden Hz. Peygamber (s.a.v.), ribâ afetinin orada da yaygm olduğunu, bilhassa Yahudilerin tefecilik yoluyla halkı ezdiğim ve sömürdüğünü gördü.[77]
Bu arada, artık bir devlete kavuşmuş olan islâm ise yavaş yavaş güçleniyor, vaz' ettiği hükümleri uygulatma kudretine erişiyordu. H. 2 senede Yahudi Finhâs, Hz. Ebû Bekir ile tartışırken sunarı söylemişti: "Ey Ebû Bekir! Biz Allah'a muhtaç değiliz bilakis o bize muhtaç. Biz ona boyun eğmezken o bize eğiyor. Biz ondan daha zenginiz. Şayet sizi ribâdan meneden arkadaşınızın sandığı gibi o bizden daha zengin olsaydı mallarımızrborç olarak istemezdi."[78] Bu ifadeler ribâmn daha Medine döneminin başlarında haram kılınmış olduğuna işaret etmektedir.[79] Sonraki sene (Uhud Gazvesi sırasında) ise "Ey iman edenler, katlanmış ribâyı yemeyin.." [Âlu Imran, 3/130] âyeti nazil oldu ve ribâyı kesinlikle haram kıldı.[80] H. 5 senede "Yahudilerin, zulmetmeleri, bir çoklarını Allah yolundan men etmeleri, yasaklanmış olduğu halde ribâ almaları ve halkın mallarını haksızlıkla yemeleri yüzünden kendileri için helâl kılınmış hoş ve nefis şeyleri onlara haram kıldık..." [Nisa, 4/160-161] mealindeki âyet indiği zaman Müslümanlar ribânın kendileri için haram kılındığım biliyorlardı. Aksi halde kendileri için haram olmayan ribâyı Yahudiler için kusur ve kabahat telâkki etmemeleri gerekirdi. Mâlik oğullarının, H. 5. yılda Mukavkıs'a yaptıkları ziyaret esnasında, Mukavkıs'ın, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olarak kendilerine yönelttiği sorulara verdikleri cevaplarda içki yasağı ve zekât farizası yanında faiz yasağından da bahsettiklerine bakılırsa,[81] faiz yasağının, daha o sıralarda bu gayri müslimlere ulaşacak kadar şüyu bulduğu anlaşılmaktadır. Hulâsa; H. 5 seneden evvel Alu Imrân sûresinin 130. âyetiyle ribâ kesinlikle yasaklanmış ve bu hususta en son nazil olan Bakara 275-279. âyetlerle de bu yasak tekit edilmiştir.[82]
C. Faiz Çeşitleri:
Aa. Ribe'l-Câhiliyye Veya Ribe'n-Nesîe
Câhiliye döneminde yaygın bir şekilde uyguîanageldiği için Câhiliye faizi anlamında ribe'l-câhiliyye ismi verilen bu faiz çeşidi ya a) kredi üzerinden; ya da b) başta alış veriş olmak üzere herhangi bir muameleden doğan borç üzerinden alınan bir fazlalık idi. Her iki uygulamada da borcunu Ödemeyen şahsa tanınan ek süreye karşılık tahakkuk ettirilmesi hasebiyle ribe'n-nesîe, yani tehir (veya gecikme) faizi de denmekle birlikte ikincisi daha kapsamlıdır.
Rivayetlere göre Câhiliye faizi bir kaç çeşittir: Râzî diyor ki: "Ribe'n-nesîe'ye gelince; o, Câhiliye devrinin mâruf ve meşhur faizi idi. Buna göre, ana mal (kapital) baki kalmak üzere (muayyen bir vadeye kadar) her ay belli bir fazlalık almak üzere borç verirlerdi. Vade dolunca da borçludan ana mah (geri) isterler, ödeyememesi halinde ise (yeniden tespit edilen faiz oranıyla birlikte) vadeyi uzatırlardı..."[83] Görüldüğü gibi bu, günümüz faiz anlayışıyla paralellik arzetmektedir.
Mücâhid'den gelen rivayete göre de: Câhiliye devrinde herhangi birisinin borcunun vadesi dolup da ödeyecek bir şey bulamayınca (alacaklı) alacağını arttırıp vadeyi uzatırdı.[84]
Katâde'ye göre: Câhiliye devrinde, kişi, ilerki muayyen bir vadede ödenmek üzere satış yapardı. Vade sonunda alıcı borcunu ödeyemezse belli bir fazlalık karşılığında yeni bir vade belirlenirdi.[85] Bu da bugünkü veresiye alım satımlarda, borcunu vadesinde ödeyemeyenlere tahakkuk ettirilen 'temerrüt faizi ile tam bir paralellik arzetmektedir.[86]
Râzî, Kur'ân'da yasaklanan faizin Câhiliye ribâsı olduğunu belirtirken,[87] Ibnu'l-Humam, Kur'ân'daki yasağın bütün faiz çeşitlerini kapsamına aldığım ileri sürerek şunları söylemektedir: "Ribâ (diye) fazlalığa (ez-zâ'id) denir. 'Ribâ yemeyiniz', [Âlu Im-ran, 3/130] âyeti bunu göstermektedir. Yani kredilerde (el-karz), selem (akitlerin)de ve ribevî malların kendi cinsleriyle takasında alınan fazlalığı yemeyin, demektir. 'Allah ticareti helâl, faizi haram kılmıştır' [Bakara, 2/275] âyeti de böyledir..."[88]
Bb. Ribe'l-Fadl
Bir şeyi diğer bir şeyle peşin olarak takas ederken alman fazlalığa ribe'l-fadl denir. Ulemada hâkim olan kanaat; ribel-fadTın, ribe'n-nesîe'ye yol açabileceği endişesiyle, sedd-i zerâî prensibine uygun olarak yasaklandığı yönündedir.
Ribe'l-fadl'ı yasaklayan hadisler şunlardır:
"Altın ile altın, gümüş ile gümüş, buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma, tuz ile tuz misli misline peşin olarak satılır. Her kim bir fazlalık verir veya alırsa muhakkak faizcilik yapmış olur. Alanla veren bu hususta eşittir."[89] Bu hadisin bir başka rivayetinde 'Ancak cinsler değişirse peşin olmak şartıyla istediğimiz gibi satın." buyurulmaktadır.[90]
"Misli misline olmadıkça altını altın ile satmayın, misli misline olmadıkça gümüşü gümüş ile satmayın. (Peşin olmak kaydıyla) altını gümüş ile, gümüşü de altın ile nasıl isterseniz öyle sa-tın."[91]
Fudâle: "Hayber günü on iki dinara, içinde altın ve boncuk bulunan bir gerdanlık satın aldım; ve bunun boncuğunu altınından ayırdığımda on iki dinardan fazla ettiğini anladım. Sonra bunu Nebî'ye anlattım da bana: 'Gerdanlık ayrılmadan satılmaz' buyurdu," demiştir.[92]
Yine Fudâle: "Hayber günü Resûlullah (s.a.v.) ile beraberdik. Yahudiler'den bir ukiyye altını iki-üç dinara satın alıyorduk. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) 'Tartısı tartısına olmadıkça altın ile altını satfın al)mayınF buyurdu," demektir.[93]
Resûlullah (s.a.v.) Benû Adiyyi'l-Ensârî'den birisini Hayber'e vali olarak göndermiş. O zat (oradan) iyi cins hurma ile dönmüş. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) ona: "Hayber'in bütün hurmaları böyle midir?" diye sormuş. O da: "Hayır vallahi ya Resûlallah! Biz bunun bir ölçeğini düşük kaliteli hurmanın iki ölçeği ile satın alıyoruz." diye cevap verince Resûlullah (s.a.v.) "Öyle yapmayın! Ve lâkin misli misline alın, ya da bunu satıp karşılığında ötekini alın. Tartı da böyledir.'1 buyurmuş.[94]
Resûlullah (s.a.v.) kendisine Bern hurması getiren Bilâl'e: "Bu nereden?" diye sormuş. Bilâl de; "Evde kalitesiz hurma vardı. Nebî'ye azık olsun diye onun iki Ölçeğini (bundan) bir ölçek karşılığında sattım." diye cevaplayınca Resûlullah (s.a.v.): "Eyvah! Ribânın ta kendisi... Sakın bir daha böyle yapma! Lâkin hurma satın almak istediğinde elindekini sat sonra onun kıymetiyle diğerini al," buyurmuşlardır.[95] Benzer bir rivayette ise "işte ribâ (budur); onu derhal iade edin! Sonra bizim hurmayı satıp (parasıyla) bundan satın alın." buyurulmaktadır.[96]
Kendisine, kuru hurma karşılığında yaş hurma satın almanın hükmü sorulduğunda Resûlullah (s.a.v.): "Yaş hurma kuruduğu zaman azalır mı?" diye mukabele etmiş. "Evet!" cevabını vermeleri üzerine bunu nehyetmiştir.[97]
Bu hadislere göre aynı cinsten iki şey farklı miktarlarda ve peşin olarak takas edildiği takdirde ribe'1-fadl gerçekleşecektir, îster eşit isterse farklı miktarlarda olsunlar aynı cinsten iki şey veresiye takas edildiği takdirde ise ribe'n-nesîe gerçekleşir. Cinsleri farklı olsa da iki şey farkh miktarlarda ve fakat veresiye takas edildiği takdirde yine ribe'n-nesîe vuku bulur. [98]
D. Faiz Yasağının Tatbikinde Devletin Rolü
Bir yandan faiz yasağı ile ilgili hükümler vaz' edilirken, bir yandan da yasağın, kesinlik kazanmasına paralel olarak, yürürlüğe konulması ve denetlenmesi söz konusu idi. Öyle ki islâm sadece faiz karşılığı ikrazı 'Allah'a savaş açmak' sayacak kadar sert ifadelerle yasaklamakla kalmamış, bu yasağın ölü bir hüküm haline gelmesini önleyen ve dinler tarihinde benzeri olmayan ciddî tedbirler almıştır.
Sakîf kabilesinden Amr oğullan diye mâruf dört kardeş Mek-keli Mugîre oğullarına faizle kredi verirlerdi. Taif Muhasarasını müteakip Müslüman olan Amr oğullarının, faiz alacaklarını istemeleri üzerine, İslâm'ın faizi yasakladığını ileri süren Mugîre oğulları ödemeyi reddetmişti. Amr oğullarının, haklarını alması için kendisine yaptıkları müracaat üzerine Mekke Valisi Attâb durumu Hz. Peygambere (s.a.v.) bildirip nasıl hükmetmesi gerektiğini sormuştu. Bunun üzerine inen: "Ey inananlar! Allah'tan sakının ve eğer müminseniz ribâ olarak arta kalan (kısm)ı terk edin. Eğer bunu yapmayacak olursanız Allah ve O'nun Resulü tarafından ilân edilmiş bir harpla karşı karşıya bulunduğunuzu bilin. Eğer tövbe ederseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz..." [Bakara, 2/ 278-279] şeklindeki âyetleri yazan Hz. Peygamber (s.a.v.), bu emir gereğince faizden vaz geçmedikleri takdirde onlara savaş açmasını emretti.[99] Zira Sakîf in bu tavrı Hz. Peygamber (s.a.v.) ile yaptıkları anlaşmada yer alan ve faiz almalarını men eden maddeye aykırıydı.[100]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Necrân Hristiyanlan ile yaptığı bir antlaşma metninde yer alan: "Şayet onlar arasından herhangi biri ileride faizli muamelelere girerse, benim zimmetimden çıkacaktır," şeklindeki bir madde,[101] faiz meselesinde, devletin, tâbi bulundukları zimmî statüsüyle aslen kendi dinî hükümlerine bağlı kalmakta serbest kılınan gayri müslimlere dahi müsamaha etmeyecek kadar sıkı tedbirler almak ve uygulamakta ne kadar kararlı olduğunu göstermektedir. Tabiî, bu yasağın kendi aralarındaki muameleler için söz konusu olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Zira faiz, Müslümanlara zaten haram kılınmış idi.
Ayrıca Hecer Mecûsîleri ile de buna benzer bir anlaşma yapılmıştı.[102]
Hz. Peygamber (s.a.v.) ülkenin dört bir tarafına gönderdiği genelgelere faizle ilgili maddeler de koymayı ihmal etmeyerek yasağın umum ümmet tarafından bilinip ulgulanmasına özen gösteriyordu. Meselâ Yemen meliklerinden Şurahbîl b. Abdi Kulâl'e gönderdiği bir genelgede diğer şeylerle birlikte büyük günahların en büyüklerinden (ekberul-kebâir) addettiği faizi de yasaklamaktadır.[103] Yine Cuheyne kabilesi boylarına gönderdiği talimatta da: "Bir Müslüman'ın diğer bir Müslüman'daki alacağının ancak anaparasının ödeneceği ve rehinde ribânın bâtıl olduğu" kaydedilmektedir.[104]
Yüz bini aşkın insanın katıldığı Veda Haccı'nda, Arafat meydanında toplanan umumî bir kongre özelliği taşıyan Veda Hutbe-si'nde iktisadî konulara da değinmeyi ihmal etmeyen Hz. Peygamber (s.a.v.), ülkenin dört bir tarafından gelmiş bu insanlara birinci ağızdan ribâ yasağını bir kere daha haykırıyordu: "Dikkat edin! Câhiliye ribâsımn tamamı kaldırılmıştır. Size ancak ana paralarınızd almak için ruhsat) vardır'."[105] "Câhiliye ribâsı kaldırılmıştır ve ilk kaldırdığım ribâ ise bizim ribâmız; Amcam Abbâs b. Abdü-Muttalib'inribâsı-dır... "[106]
B. İhtikâr
İslâm iktisat sisteminde aslolan; devletin serbest rekabet şartlarında muntazam işleyen bir piyasaya müdahale etmemesidir ve, filvaki, Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu yöndeki talepleri geri çevirmiştir.
Bir ticarî emtiayı pahahlanması gayesiyle stoklayıp piyasaya arzım geciktirmek anlamına gelen ihtikâr, beklendiği üzere, fiyatların sunî bir şekilde yükselmesine ve normal piyasa seviyesinin üzerine çıkmasına sebep olur. Genelde, insanların ihtiyaçlarının sömürülmesi yoluyla daha az emelde daha kolay kazanç sağlama mantığına dayanan ruhî bozukluğun doğurduğu sosyal bir davranış tarzı olan muamele, özellikle temel ihtiyaç maddeleri söz konusu olduğunda toplumun zarar görmesine sebebiyet verdiği gibi, uzun müddet devamı halinde de toplumsal bunalımlara yol açabilir. "Karaborsacı ne fena bir kuldur; fiyatların düştüğünü Öğrenince üzülür, yükseldiğini duyanca da sevinir,"[107] hadisi bu tip kimselerin ruhî durumunu ve insanlık bakımından düşüklüğünü çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.[108]
Çok uzak yerlerden, ihtiyaç duyduğu şeyleri tüketicinin ayağına getiren tüccar, aslında Önemli bir sosyo-ekonomik hizmet görmekteyken, malım stoklayıp halkın yokluk içinde kıvranmasına hiç aldırış etmeyen karaborsacı ise sosyo-ekonomik bir hezimet hazırlamaktadır. Buna işareten "Câlib (uzak yerden mal getiren tacir) rızıklandırılmış, karaborsacı ise lanetlenmiştir,"[109] buyuran Hz. Peygamber (s.a.v.), bu sözleriyle, iki çeşit tüccarın dünyevî ve uhrevî konumlarını veciz bir şekilde dile getirmiştir.
Bu nasslara göre, halkın temel ihtiyaç maddelerini tedarik edenler bir kamu hizmeti görmektedirler. Asıl maksat kâr olsa bile, bu muameledeki hizmet unsuru önem ve niteliğinden bir şey kaybetmez.[110]
Bunun aksine bir çok hadiste nefretle anılan karaborsacının bazı sıfatları ise şöyle sıralanmaktadır: Günahkâr, sapkın [111]; Allah'ın zimmetinden uzak[112] -ki bu ifade Kur'ân'da müşriklerden başkası için kullanılmamıştır[113] Mel'un[114]; cüzzam ve iflâsa müstehak[115]; katil ve cehennemlik[116]; elîm bir azaba duçar[117]; mülhid[118]; fî sebîlillah çalışan insanlardan soygunculukla elde ettiği bu kazancını tasadduk dahi etse kabul edilmeyen[119]; fiyatların yükselmesiyle zevklenen, düşmesiyle üzülen kötü bir kul.[120]
Rasûlullah (s.a.v.)'ın bu kadar ağır sözler sarfetmesi, ihtikârın ne derece çirkin ve zararlı bir muamele olduğu hususunu vurgulayarak böyle bir şeye tevessülü engellemek ve halkta karaborsacı aleyhine tepki meydana getirmek gibi sebeplere matuf olsa gerektir. Zira işin kötülüğüne inandırılmış insanlardan oluşan eğitilmiş bir toplum meselelerin çoğunu halleder.[121]
A. İhtikârı Yasak Olan Mallar
İhtikârı yasaklayan hadislerden bazılarının mutlak, bazılarının ise yiyecek maddeleriyle mukayyed olması fukahanm bu hususta ihtilâf etmesine sebebiyet vermiştir.
Hz. Peygamber döneminde iktisadî şartlar ve yaşam tarzı itibarıyla en fazla sıkıntısı çekilen ve tabiatıyla en temel ihtiyaç olan şey gıda maddeleriydi. O dönemde çeşitli sebeplerle sık sık yokluğu ve kıtlığı ile karşı karşıya kalınması bakımından gıda maddeleri karaborsacılığı en elverişli şeylerin başında geliyordu. Bu nedenle, topluma vereceği zararın büyüklüğüne ve ehemmiyetine binaen mutlak bir şekilde belirttiği ihtikâr yasağı hükmünü kimi zaman yiyecek maddeleriyle takyid eden Hz. Peygamber (s.a.v.), kimi zaman da yiyecek maddeleri açısından tamamen dışa bağımlı olması bakımından karaborsacılık girişimlerinden en büyük zararı görmesi kuvvetle muhtemel bulunan Mekke, ve fî sebîlillah çalışmaktan dolayı ticaret veya üretimle yeterince uğraşamayıp ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekmesi sebebiyle ihtikâr faaliyetlerinden sıkıntıya düşeceklerin başında gelen Medine'nin de aralarında yer aldığı diğer şehirlerle sınırlamıştır.[122]
B. İhtikârın Süresi
İhtikârın yiyecek maddeleri veya mekânla mukayyed olup olmadığı tartışmaları yanında, yine hadislerden kaynaklanan bir başka ihtilaf konusu vardır ki bu da: Ihtkâr sayılabilecek asgai stokçuluk müddetidir. "Kim yiyecek maddelerin^ kırk gün stok-larsa Allah'tan uzaklaştığı gibi Allah da ondan uzaklaşır. Komşuları açken (tok) sabahlayanlar Allah Tebâreke ve Teâlâ'nın zimmetinden uzak olurlar,"[123] şeklindeki hadis ve benzerlerinin zahirine göre bu müddet asgari kırk gün ile sınırlandırılmış iken, yine, mutlak olarak serdedilmiş hadisler de vardır.
Çoğu fukahanın, hadislerdeki kırk gün sınırına itibar etmemeleri, bu sınırlamanın o döneme has olabileceği fikrini doğurmaktadır. Bize göre bu süre, bir ticeret kervanının o dönemde gıda maddesi ithalâtında ana merkez olan Şam'a gidiş-dönüş müdde-tiyle -ki 40 gündür-[124] beraber düşünülmelidir. Kaldı ki hadisin baş tarafındaki kırk günlük sınır ile son tarafındaki 'komşuları aç iken (tok) sabahlamak' ifadesi arasındaki tezat[125] da, kırk günün, o dönemde karaborsacılığın menfi etkisinin gözlenmesi için gerekli olan mûtat süreyi gösterdiği fikrini kuvvetlendirmektedir. [126]
C. İhtikâr Önlemleri
İslâm hukukunun temel prensiplerinden birisi olup pek çok hususta tatbik edilegelen 'sedd~i zerâV, diğer hukuk sistemlerinin aksine, suça teşvik edici veya zemin hazırlayıcı unsurları engellemek suretiyle problemleri daha ortaya çıkmadan önlemek imkânım sağladığı için büyük bir ehemmiyeti haizdir. îşte bu meselede de, Hz. Peygamber (s.a.v.), ihtikâra karşı yukarıda zikrettiğimiz şekilde çok kararlı bir tavır takındığı gibi, ona götüren yolları tıkayıcı bazı önlemler almak suretiyle de, nev-i şahsına münhasır şartları sebebiyle, yeni kurulmaya çalışılan toplumsal nizamı ciddî bir şekilde tehlikeye sokabilecek olan muhtemel bir ihtikâr girişimini, daha ortaya çıkmadan önlemiştir. Konuya ışık tutması açısından şu haberi de zikretmekte fayda görmekteyiz: H. 5 yılda çok sayıda fakir bedevi, Kurban Bayramı'nı kutlamak üzere Medine'ye akın etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), hutbede, kurban kesenlerin, bayramın üçüncü gününden sonra artakalan etleri fakirlere tasadduk etmeleri emrini verdi. Zira halk kestikleri kurbanların etlerini kavurup saklamak suretiyle uzun müddet ihtiyaçlarını gideriyorlar di. Ertesi yıl, bu emri kendisine hatırlatıldığında, bayram nedeniyle şehre akın eden bedevilerin ihtiyaçlarının karşılanabilmesi kastıyla koyduğunu belirttiği yasağı kaldırdı.[127] Hz. Peygamber (s.a.v.), hiç bir kasıt olmaksızın, kurban etlerim tamamen kendi ihtiyaçlarını karşıla-mak niyetiyle saklayan bu insanları bile üç günden fazlasından men ettiğine göre, ihtikâr amacıyla mal stoklayanlann hükmü muhakkak ki çok daha ağır olacaktır.
Hulefâ-yı Raşidîn devrindeki ihtikâr girişimleri ve bunlara verilen cezalarla ilgili haberlerin aksine Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde ihtikâr yapıldığına dair herhangi bir rivayet bulunmaması verilen eğitimin ve alınan önlemlerin başarısına işaret olarak değerlendirilebilir.
Bu tedbirlerden bazıları şunlardır: a) Telâkki'r-rukbân'm; b) Şehirlinin köylü adına satışı ve simsarlığın; c) Kabzetmeden satışın yasaklanması.
Şimdi bu tedbirleri ayrı başlıklar halinde inceleyelim: [128]
C. Telâkkir-Rukbân
Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde, serbest rekabet şartlarında muntazam işleyen piyasa sistemini bozup haksız rekabete yol açan dış müdahalelerden birisi de, sık sık baş vurulduğu anlaşılan telâkki'r-rukbân, yani (mallarım ucuza kapatmak üzere) köylü müstahsil veya ihracatçıyı şehir dışında karşılama uygulamasıdır. Bu uygulamayı îbn Ömer şöyle dile getirmektedir: "Biz (şehre mal getiren) ticaret kafilesini yolda (pazar dışında) karşılar, erzakı (ucuza) satın alırdık. Hz. Peygamber (s.a.v.), erzak pazarına ininceye kadar aldığımızı satmamızı yasakladı."[129]
Konuyla ilgili birçok kaynakta bildirildiği ve bu hadisin de açıkça işaret ettiği üzere, genelde Arap yarımadasında, özelde ise Mekke ile Medine'de yaygın olarak uygulanan bu Câhiliye âdeti çerçevesinde, şehirli sermayedarlar, piyasa fiyatlarından habersiz yabancı ticaret kervanlarını yolda karşılayarak, getirdikleri malları toptan ucuza kapatmak suretiyle stoklayıp yüksek fiyatlarla satarlardı.[130]
Yasaklamayla ilgili rivayetlerden birisi de şu sözlerde ifadesini bulmaktadır: "Şehre mal getiren ticaret kafilesini yolda karşılamayın. Kim karşılar da ondan bir şey satın alırsa, malın (ilk) sahibi pazara indiğinde muhayyer olur."[131] Bu ifadeden açıkça anlaşıldığı üzere şehre dışardan mal getiren üretici veya ihracatçı koruma altına alınmış ve her şeye rağmen böyle bir muamelenin gerçekleşmesi halinde, alıcı tarafından yanlış bilgilendirilmesi
veya fiyatları öğrenmesine imkân bırakılmaması sebebiyle, aldanması ya da aldatılması söz konusu ise kendisine bu akdi fesih hakkı tanınmıştır. Ancak aldanma olup olmadığı neye göre belirlenecektir? Bizim bu hadisten anladığımız kadarıyla, satıcı ancak pazara inip piyasa fiyatlarım öğrenince aldanıp aldanmadığmm farkına varabilir. Öyleyse, narh konusunda da açıklamaya çalıştığımız üzere, serbest rekabet şartlarında belirlenen piyasa fiyatları âdil-emsal fiyat olarak esas alınmaktadır ve bu esasa istinaden de aldandığını anlayan satıcının akdi feshedebilme hakkı doğmaktadır. ,
Menfi etkiler sebebiyle, ilk muhtesib olarak nitelendirdiğimiz Hz. Peygamber (s.a.v.), telâkki'r-rukbân'ı yasaklamış ve gerekli tedbirleri de almıştır. Ibn Ömer'den rivayet edilen şu hadis muh-tesiblerin sadece pazar alanlarını değil ticaret yollarım de kontrol altında tuttuklarının açık bir delili olsa gerektir, zira bu tür muameleler pazar dışında yapılmaktadır: "Nebî zamanında ticaret kafilesini (yolda) karşılayıp (ellerindeki) erzakı satın alırlardı. Bunun üzerine onları, aldıklarım aynı yerde satmaktan menedip, erzak pazarına nakletmelerini sağlayacak biri(leri)ni gönderirdi."[132]
D. Şehirlinin Köylü Adına Satışı Ve Simsarlık
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında köylü müstahsil veya ihracatçının şehre getirdikleri mallarını rayiç fiyatla piyasaya sürmelerini önleyen ve onlar adına, peyderpey ya da belli bir müddet stokladıktan sonra, belirli bir ücret mukabili satmak isteyen bir aracı sınıfı vardı ve halk bu muamelelerden zarar görmekteydi.[133]
Şehre dışardan mal getirenlerin yolda karşılanarak ellerin-dekinin ucuza kapatılmasını meneden Hz. Peygamber (s.a.v.), şehirli tüccarın, köylü müstahsil adına belirli bir komisyon karşılığında satış yapmasını da yasaklayarak asalak bir aracı, rantiye sınıfının doğmasına imkân verecek hiçbir hukukî açık bırakmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu husustaki deklerasyonu şöyledir: "Şehirli, köylü adına satış yapmasın. İnsanları (kendi hallerine) bırakın, Allah onları birbirlerinden mıhlandırır."[134] Ibn Ab-bas şehirlinin köylü adına satışını 'simsarlık' olarak tarif etmiştir.[135] Bu, şu demektir; Stoklama imkanlarına sahip olan ve piyasayı iyi bilen şehirli simsar, malını bir an önce satmayı arzulayan köylü müstahsile: "Malını satmakta acele davranma, bana bırak! Ben bundan daha yüksek bir fiyatla peyderpey satarım," diyerek komisyon mukabili aracılıkta bulunmak ister.[136] Genelde hesap kitap işlerine ve alış veriş canbazlıklanna vâkıf olmayan köylü müstahsil, bir de fazla kâr vaad edildi mi, hem bir an önce yükten kurtulmak ve hem de daha fazla kazanmak için, bu teklifi kolaylıkla benimseyebilir. Bu durumda da, telâkki'r-rukbân uygulamasındaki menfi etkilerin hemen hepsi aynen geçerli olacaktır. Halbuki köylü müstahsil malını kendisi satarsa muhtemelen hem kendisi ve hem de şehir halkı istifade edecektir. Zira stokçulukla fiyatları yükselten simsann bu haksız kazancının bir kısmı köylü müstahsilin, bir kısmı da halkın cebinden çıkacaktır. Burada umumun maslahatı icabı simsarlık yasaklanmış ve böylelikle de karaborsacılığa götüren bir yol kapatılmıştır (sedd-i zerîa).
Enes'in: "Şehirlinin, kardeşi veya babası dahi olsa köylü adına satış yapması menedildi,"[137] şeklindeki açıklaması, Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu yasağı ne kadar sıkı tuttuğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Hatta öyle ki, fiiliyatta kaldırdığı simsarlığın adının anılmasını bile hoş karşılamayan Hz. Peygamber (s.a.v.), Medine Pazarında, kendilerini simsar olarak niteleyen esnaf topluluğuna tüccar ismini vermiştir.[138]
Bir yandan şehirlinin köylü adına satışım (^simsarlık) yasaklayan Resûlullah (s.a.v.), diğer yandan da, talep edilmesi halinde şehirlinin köylüye ücretsiz danışmaklık yapmasını teşvik sadedinde şu emri vermeyi ihmal etmemiştir: "insanları (kendi hallerine) bırakın. Bazısı bazısından nasiplenir. Eğer biriniz kardeşine bir şey danışırsa, ona danışmanlık yapsın."[139] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in her emrini kuvveden fiile geçirmek için yarışan sahabenin bu emre de derhal icabet ettiğim görmekteyiz; Resûlullah (s.a.v.) zamamnda bir köylü (Medine'ye) mal getirir ve Talha b. Ubeydillah'a konuk olur (malını onun adına satmasını ister). Bunun üzerine Talha; "Nebî, şehirlinin köylü adına satışını yasakladı. Lâkin sen şimdi pazara in, kendine müşteri ara ve (bulduğunda) gel bana danış; ben sana sat ya da satma, derim," diye mukabelede bulunmuştur.[140] Hatta Resûlullah (s.a.v.)'ın, ashabından, birbirlerine (her konuda) nasihatta bulunmaları (danışmaklık yapmaları) hususunda biat alacak kadar bu hususa ehemmiyet verdiğini müşahade etmekteyiz.[141]
E. Kabz'dan Önce Satış Ve Aracılık
Serbest rekabeti engelleyerek haksız rekabete yol açan ve piyasa fiyatlarının sunî olarak artışına sebebiyet veren muamelelerden birisi de herhangi bir malın teslim alınmadan (=kabz'dan) önce) satılmasıdır. "Hz. Peygamber (s.a.v.), bir kimse satın aldığı yiyecek maddesini kabz etmedikçe satmasın,"[142] şeklindeki sözlü deklerasyonuyla bu tür muameleleri yasaklamıştır. Ayrıca bu yasağa uymayarak satın aldıkları malı nakletmeden olduğu yerde satanları takibata aldırarak, icabında tazir cezasına çarptırılmalarını da ihmal etmemiş ve devletin bu husustaki kararlılığını göstermiştir. Bu hususu Ibn Ömer'den nakledilen şu iki hadis gayet açık bir şekilde beyan etmektedir: "Biz Resûlullah (s.a.v.) zamanında yiyecek maddelerini satın alırdık da onları satmadan evvel aldığımız yerden başka bir yere nakletmemizi emredecek biride-ri)ni bize gönderirdi."[143] "Ben, Resûlullah (s.a.v.) zamanında, götürü, (=mücâzefe) usulü erzak satın alan öyle kimseler gördüm ki onu (olduğu yerde) satmaya kalkıştıklarında, yükleyip (başka yere) nakledinceye kadar dayak yerlerdi.[144]
Kabz'dan Önce satış muamelesine benzer bir başka muamele daha vardır ki bu da namevcut bir malın satılmasıdır: Yani bir kimsenin sahip olmadığı halde sattığı bir malı, daha sonra satın alıp müşterisine teslim etmesidir. Hz. Peygamber (s.a.vjin bu husustaki yasaklarıyla ilgili rivayetler şunlardır: "Yanında ^mülkiyetinde) bulunmayan bir malı satman helâl değildir, teslim almadan önce satılan malın kârı da helâl değildir."[145] (Hakîm b. Hizam der ki:) "Yâ Resûlallah! Birisi, bende (=mülkiyetimde) olmayan bir şeyi satmamı ister (ise), (bilâhare satın alıp teslim etmek üzere) satayım mı? diye sordum. 'Hayır sende olmayan bir şeyi satma' buyurdu."[146]
Birinci hadiste, bir kimsenin, önce, mülkiyetinde bulunmayan, sonra da, teslim almadığı bir malı satmasının yasaklanmasından, birinci muamelenin ikinciyi beraberinde getirdiği izlenimi doğmaktadır. Yani uygulama, bir kimsenin, mâlik olmadığı halde sattığı bir malı, bilâhare piyasadan temin edip, ancak teslim almaksızın müşterisine aktarması şeklinde vuku buluyor olabilir, Bu durumda hiç bir nakliye, depolama, hammaliye, ölçme tartma vs. masrafı yüklenmeksizin ve hiç bir risk ve zahmete katlanmak-sızın salt aracılık yapmak suretiyle zahmetsiz kazanç sağlamak söz konusu olmaktadır. Kaldı ki bu iki muamele birbirinden tamamen bağımsız olsa dahi yine aynı problem mevzu bahistir.
Yukarıda saydığımız menfi sonuçların çoğu, bir kimsenin, mülkiyetinde olmayan bir malı satması işleminde de aynen geçerlidir.
Aşağıda detaylı bir şekilde inceleyeceğimiz üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)'in riyasetindeki hisbe teşkilatının yetki ve sorumluluğu, bu tür muamelelere karşı takındıkları kararlı ve -gerektiğinde- sert tutumu sergileyen Ibn Ömer hadislerinde gayet açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Zira ilgili hadisler bu tür muamelelerin takibat altında tutulduğunu ve cezasız bırakılmadığını göstermektedir. Medine'de söz konusu tedbirleri alan Resûlullah (s.a.v.), Mekke valisi atadığı Attâb'ı da bu tür muamelelerin ya-saklığı hususunda uyarmayı ihmal etmemiştir.[147]
Öyle görünüyor ki karaborsacılık ve sunî fiyat artışlarına yol açacak bu tür muamelelere konan yasaklar ve cezalar semeresini vermiş ve tabiatıyla narhı gerektirecek bir ortam doğmamıştır.[148]
F. Sunî Fiyat Artışları Ve Narh
Tarih boyunca devletlerin piyasaya müdahaleleri direkt ve etkin bir şekilde genellikle fiyat politikası ve özellikle de bu politikanın önemli bir unsuru olan narh uygulaması yoluyla gerçekleştiğinden konunun ehemmiyeti büyüktür.
"Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde fiyatlar yükselmişti. (Sahabeden bazıları) dediler ki: 'Ya Resûlallah (s.a.v.)! Fiyatlar yükseldi, narh koysan'. Bunun üzerine (Hz. Peygamber (s.a.v.): "Narh koyan, bolluk ve darlık veren, rızıklandıran ancak Allah'tır. Mal ve canına yönelik bir zulmüm sebebiyle, herhangi bir kimse hakkını benden davacı olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem,' buyurdu."[149] islâm'ın ruhunda yer alan kişi temel hak ve özgürlükleri fikriyle de desteklenerek, sonraki dönemlerde savu-nulagelen iktisadî serbesti fikrinin başlıca delili olarak ileri sürülen bu hadisenin Medine'deki bir kıtlık esnasında vuku bulduğu rivayet edilmektedir.[150]
Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu davranışlarında hiçbir kimseye malı ve cam hususunda zulümde bulunmadan Allah'a kavuşmak dileği hâkim olduğuna göre, narh aleyhtarlığının tam manasıyla, kendini büsbütün ulûhiyyete verip dünya işleriyle meşgul görünmemek arzusundan kaynaklanan pasif bir tecerrüt ve teslimiyet gayesinden öte gitmediği zannedilebilir. Fakat yukarıdaki ifadenin saiklerini yalnızca mutlak bir soyutlanma arzusuna bağlamak, hadiseleri çok sathî görmek demek olur. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde, ticarî hayatın serbestisine ve pürüzsüz gelişmesine ehemmiyet veren pozitif bir anlayışın varlığı inkâr edilemez. insanı Ortaçağ'm darlaştıncı boyutları dışına çıkaran akti-vist yönelimler islâm medeniyetinde din ve dünya işlerinin Hristi-yanlık'a nazaran, daha süratli bir şekilde uzlaş tın İm asını mümkün kılmıştır. Pazarda alış verişleri elden geldiği kadar kolaylaştıran şahsa Allah'tan rahmet dileyen Hz. Peygamber (s.a.v.) "Narh koyan Allah'tır1 (el-Musa"ir huvallah) ibaresini yalnız quietist[151] bir gaye uğruna vaz' etmiş olamazdı.[152]
Tirmizî şârihi Ibnu'l-Arabî de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "Narh koyan Allah'tır" ibaresinin, bu işin insanın gücünü aştığı anlamına gelmediği gibi beşere uygun düşen bir sıfatın Allah'a izafe edilmesinin de caiz olmayacağım belirttikten sonra insanların işlediği bazı fiillerin Allah tarafından yapıldığını göster.en çeşitli ifadelere değinerek muhtelif misaller vermektedir: "Bizi bindir,1' (bize binek bul) diyenlere binek temin eden Hz. Peygamber (s.a.v.), "Sizi ben değil fakat Allah bindirdi," buyurmuştur.[153]
Bütün hususlarda olduğu gibi, ekonomik politikalarla ilgili esaslar da devrin kendine özgü birtakım özellikleri incelenmeksi-zin sağlıklı bir şekilde tespit edilemez, işte bu sebepten ötürü o dönemin hususiyetlerine ve bu tutuma zemin hazırlayan şartlara bir göz atmak yerinde olacaktır.
Henüz kendi kendine yetme imkânlarından mahrum olan ve bu sebeple birçok ihtiyaç maddesini ithal etmek zorunda kalan, o dönemin (günümüze nisbetle) basit site ekonomi siyaseti, ticaret için en uygun ortamın hazırlanmasında menfaat sahibiydi.[154] Zira tüccara Medine ve ona bağlı yerlerde tatminkâr bir piyasa oluşturulmadığı takdirde ticaret sekteye uğrayabilirdi. Aksine ticaret, teşvik edilip cazip bir hale getirildiğinde yokluğu çekilen malların girişi artacak, bu arada iç piyasadaki ihtiyaç fazlası malların ihracatı da söz konusu olabilecektir. Böylece artan arzın, talebi karşılaması sonucunda fiyatlarda düşme de gözlenecektir.[155] Bunun bilincinde olan Hz.Peygamber (s.a.v.) şehre dışardan mal getiren tüccarı teşvik sadedinde şöyle buyurmuşlardır: "Karaborsacı lanetlenmiş, dışardan mal getiren tüccar ise rızıklandırılmış-tır."[156] Bu bakımdan narh aleyhtarlığının da tatbikatta aynı ihtiyaca cevap veren bir prensip olduğu düşünülebilir. Zira piyasaya müdahaleyi gerekli kılacak birtakım hadiseler zuhur etmediği müddetçe iktisadî serbesti temayüllerini kökünden sarsacak bir girişim mevzu bahis olamazdı.[157]
Şunu da unutmamak gerekir ki en önemli özelliklerinin başında cihad ekonomisine sahip olması gelen Medine islâm Devle-ti'nin çok istikrarlı bir piyasaya kavuşması hemen hemen imkânsızdır. Zira kendi kendine yetmeyen ve geniş ölçüde dışa bağımlı olan bir ekonomik sistem, sık sık cereyan eden savaş ve ablukalar neticesinde istikrarını kaybedecektir. Böyle bir ekonomik düzenin piyasa mekanizmasında baş rolü oynayan özel sektör mensuplarının askere alınmasıyla üretim ve ticaret faaliyetlerinin zaman zaman kesintiye uğraması normaldir.
Bütün bu zorluklarla karşı karşıya kalan ve sürekli başkalaşım ve değişim içinde bulunan bir iktisadî bünyenin devamlı genişleyen bir piyasayı doyurması arasıra güçleşmekte; bunun doğal bir sonucu olarak da fiyatlarda tedricî artışlar vukua gelmekteydi.
Bütün bunlara taşımacılık sektörünün az gelişmişliği: Ulaşım araçlarının basitliği ve yetersizliği, yol emniyetinin kifayetsizliği, tabiat şartlarından kaynaklanan ulaşım güçlüğü, ticaret riski gibi, mal akışım sınırlayan ve dolayısıyla fiyatların teşekkülünde rol oynayan diğer birtakım umumi faktörleri eklemeyi de unutmamak gerekir.
Saymış olduğumuz bu sebeplerden biri ya da birkaçı, o dönemin, tasvir etmeğe çalıştığımız piyasa şartlarında zaman zaman etkisini göstermek suretiyle fiyat dalgalanmalarına yol açmış olabilir. Bunun en çarpıcı örneği de şu hadise olsa gerektir. H.l. yılda zahire kıtlığı baş göstermiş ve fiyatlar yükselmişti. Bir cuma günü, Hz. Peygamber (s.a.v.) cuma hutbesini okurken, Dihyetu'l-Kelbî, Suriye'den yüklediği erzak kervamyla çıkageldi ve Mescid-i Nebeviye yakın olan pazar yerine indi. Halkın, şehre mal getiren kervanı karşılarken âdetleri gereği çaldıkları davul-dümbeleğin sesini duyan mesciddckiler, Hz. Peygamber (s.a.v.) daha hutbesini bitirmediği halde, dışarı fırlayıp pazara koşuştular. Zira sıkıntı şiddetliydi ve erzağm yetmeycbileceğini düşünen hei"kes, önce davranıp ihtiyacını karşılamak istiyordu. Mescidde sadece on iki kişi kalmıştı, işte bu hadise üzerine Cum'a sûresinin şu âyeti nazil oldu: "Bir ticaret veya eğlence görünce seni ayakta bırakıp da oraya koşuştular..." [Cuma, 62/11][158] Bu olaydan anlaşıldığına göre o sene ciddî bir yiyecek sıkıntısı çekilmekteydi. Halk erzak kervanının yolunu gözler olmuş ve nihayet, geldiğini anlayınca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hutbesini dinlemeden pazara koşmuştu ki bu davranış, hakkında âyet inecek kadar önemliydi. Bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz nokta Medine Şehir Devleti ekonomisinin ithalâta olan bağımlılığı sebebiyle zaman zaman karşılaşılan ve genellikle erzak kıtlığı şeklinde ortaya çıkan ekonomik krizin atlatılmasında tüccarın oynadığı kritik roldür. Böyle bir ekonomik kriz esnasında, spekülatif bir gaye taşımadığı takdirde, sosyal bir hizmet gördüğünü dahi söylemekte tereddüt etmeyeceğimiz tüccarı, çeşitli teşvik tedbirleriyle desteklemek dururken, aksine, narh koymak gibi oldukça yersiz ve anlamsız bir ekonomik politika ile bir nevi cezalandırmak veya en azından kösteklemekten daha yanlış bir yol seçilemezdi herhalde. Şehre mal getiren ticaret kervanlarının bir bayram havası içinde davul-dümbelekle karşılanmasının âdet halini alması, Medine iktisadî yapısının ithalâta olan bağımlılığının sosyal yansımasını ve tüccarın, bu iktisadî yapı içinde oynadığı sosyal hizmet rolüyle mütenasip olarak kazandığı itibarı göstermesi açısından da büyük önem taşımaktadır.
Evet, yukarıda mümkün mertebe tasvir edilmeye çalışılan tablo, o dönemde ortaya çıkabilecek herhangi bir mal darlığında farklı ağırlıklarla işlev görebilecek olan bazı unsurları içermektedir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.)'den narh talebinde bulunulan zaman ile narha konu olan malların tespiti, o krizin baş etkenini belirlememize imkân sağlıyacaktır. Bu nedenle biz, konuyla ilgili araştırmalardan inceleyebildiklerimizin hepsinde ihmal edilen bu nokta üzerinde durmak istiyoruz. Araştırmalarımız, bize, narhın talep edildiği tarih olarak H. 8. yılın başlangıcını[159] göstermektedir.
Tabiî fiyat artışlarına yol açabilecek şartlar ya talebi arttıran, ya arzı kısan, ya da maliyetleri yükselten bazı faktörler olabilir. Zira rekabet şartları içinde, fiyat ve tüketim miktarı, arz-talep dengesine göre meydana gelmektedir. Fiyatların teşekkülünde arz ve talep en önemli iki unsur olmakla beraber, arzı etkilediği oranda, istihsal maliyeti de rekabet şartlarında belirlenen serbest piyasa fiyatına tesir edebilmektedir. Maliyet, arz üzerindeki etkileri sebebiyle, bilhassa rekabet şartlarında çok büyük önem taşımaktadır. Öyleyse H. 8. yılı bu açılardan inceleyelim.
Bu yılın en önemli özelliği Mûte Savaşı, Mekke'nin fethi, Hu-neyn Gazvesi, Taif Muhasarası gibi büyük savaşların başını çektiği on beş civarında gazve ve seriyyeye sahne olmasıdır. 'Cihad yılı* denilebilecek bir özellik arzeden böyle bir yılda karşılaşılan ekonomik krizde piyasa istikrarının sağlanması imkânsızdır. Zira mevcut kaynaklar savaş hazırlığına sarfedilmiş, hayatî ehemmiyeti olan ticaretin de, tüccarın askere alınmasından dolayı sekteye uğramasıyla arzda önemli bir azalma vuku bulmuştu. Hz. Pey-gamber'in (s.a.v.) bu yıl içinde deniz sahiline doğru gönderdiği bir seriyyedeki üç yüz mücahid, yetersiz olan azıkları tükenince günlerce hurma çekirdeklerini emerek yol almış ve" hatta ağaç yaprakları yemek zorunda kalmışlar, nihayet deniz sahilinde büyük bir Balık bularak telef olmaktan kurtulmuşlardı. Bunun için bu sefere Habat seferi ve orduya da Ceyşu'l-habat (Yaprak askerleri) denilmiştir.[160] Bu hadise iddiamızı destekleyen delillerden sadece birisidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde, talebi arttıran sebeplerin başında gelir artışı yer almaktadır. Buna yol açan uygulamalar araştırıldığında ise karşımıza ilk önce ganimet ve zekât gelirleri çıkmaktadır. Özellikle Medine döneminin sonlarına doğru yükselme eğilimine giren bu meblağların hiç bekletilmeden tevzii, halkın gelirlerinin artışına yol açmış ve bu da talebi kamçılayarak fiyatlarda yükselmeye sebebiyet vermiş olabilir. Bunun en çarpıcı delilleri ise Hayber ganimeti ile Bahreyn gelirleri olsa gerektir. H.7. senede gerçekleştirilen Hayber fethi neticesinde ele geçirilen ganimetin ne büyük meblağlara ulaştığını anlamak için sadece nakdî olan kısmına bir göz atmak yeter. Benû Nadîr Yahudileri, Medine'den sürüldükleri zaman, reisleri Ebul-Hukayk'm bir deve tulumunu dolduracak kadar büyük meblağlara ulaşan servetini de Hayber'e götürmüşlerdi. İlk önceleri bir koyun tulumu dolusu olan bu servet daha sonra artış göstererek bir sığır tulumu ve nihayet bir deve tulumunu dolduracak kadar çoğalmıştı.[161] Bir kısmı altın, inci ve mücevherattan mamul gerdanlıklardan oluşan bu fonun nakdî değrini şu malumata dayanarak tahayyül etme imkânını bulabiliriz; Mekke eşrafı evlenme merasimlerinde bu ziynet eşyası ve mücevheratı Haybeıii Yahudi dostlarından rehin karşılığı ödünç alıp kullanırlardı. Bir seferinde bunlardan bir şey kaybolmuş ve 10.000 dinara tazmin edilmişti.[162] Sadece bir parçasına 10.000 dinar değer biçilen bu fonun ganimet olarak ele geçirilip dağıtıldıktan sonra tamamı Medine piyasasına intikal etmiştir. Zira bu ganimet Hudeybiye Antlaşması'nda bulunan sahabe ile, o sıralarda Habeşistan'dan geri dönüp Hz. Peygambere (s.a.v.) Hayber'de mülâki olan muhacirler arasında taksim edilmişti ki bunların hepsi de Medine vatandaşı idi. Hayber ve Fedek Yahudileri ile varılan yarıcılık antlaşması neticesinde sağlanan hurma, buğday, arpa vb. gibi bol miktardaki yiyecek maddeleri ile birlikte gelen refah ise şu hadiste gayet açık bir şekilde tasvir edilmektedir: "Muhacirler Mekke'den Medine'ye elleri boş olarak gelmişlerdi. Ensar ise arazi ve akar sahibi idiler. Onun için Ensar, bakım ve işçiliği üzerlerine almaları kaydıyla Muhacirlerle yarıcılık antlaşması yaptılar... Hayber Savaşı bitip geri dönüldükten sonra, (kendi kendilerine yetecek iktisadi güce erişen) Muhacirler, Ensar'ın (yarıcılık usulüyle çalışmaları şartıyla) kendilerine tahsis etmiş olduğu hurmalıkları geri verdiler..."[163] Hayber gazileri, kendilerine tahsis edilen erzak ile uzunca sayılabilecek bir süre için mutfak ihtiyaçlarım karşılamış olmalıdırlar. Ayrıca bu durumun doğal bir sonucudur ki, ganimetten hisselerine düşen nakdi gücü, en azından belli bir müddet için, hiç değilse erzak piyasasına tevcih etmemiş olmalıdırlar. Üstelik Hayber dönüşü, iktisadi sistemin işleyişine sekte verecek ciddi bir topyekün savaşın olmaması sebebiyle ticarî akışkanlığın gerekli talebi karşılamaya yetecek gücü bulunsa gerektir, işte bütün bunlar göz önüne alındığında Medine piyasasında tedavül eden para miktarındaki artışının etkisinin H. 8. yıla sarkma ihtimali hiç de zorlayıcı bir tahmin olmaz sanırız. Bu hususa Ebû Hüreyre hadisindeki şu ifadeler de işaret etmektedir: "...Allah Hayber'in fethini nasip eyleyince insanların durumu biraz genişledi ve sonra durum yine zorlaştı. Geçim güçleşti..."[164]
Bahreyn gelirlerine gelince; gönderiliş tarihi hakkında H. 8 ile 10. yıllar arasında değişen muhtelif görüşler bulunan 80.000 dirhemlik bu gelirin o zamana kadarki en yüksek meblağ olduğu hususunda ittifak vardır. Öyle ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu durumdan haberdar olup kendilerine de bir pay düşer ümidiyle mescide koşan ashabına; "Vallahi artık bundan böyle sizin için darlık endişesi duymuyorum..."[165] buyararak hissiyatım dile getiriyordu.
Talep yükselmesine sebebiyet veren diğer bir faktör de nüfus artışıdır. Ölüm hastalığından biraz rahat bulduğu bir sırada mescide çıkıp namaz kıldırdıktan sonra irad ettiği hutbesinde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Ey Muhacirler topluluğu! Siz çoğalıp durdunuz. Halbuki Ensar (sayıca) eski hali üzere kaldı ve artmadı..." [166]Bu ifade açıkça Medine nüfusundaki artışa işaret etmektedir. Bir başka rivayette de bu hususa şöyle değinilmektedir: "ResûluUah (s.a.v.)'ın ashabı çoktu ve gittikçe çoğalıyordu... Beldeler sıkıntı içindeydi.."[167] Bu konuda Hamidullah şöyle bir tespitte bulunmaktadır: ResûluUah hicret ettiği sırada Medine nüfusunun toplam 10.000 kadar olduğu hesaplanmaktadır ki bunun yarısı Yahudi idi. Vefat ettiği zaman ise şehrin nüfusu, sayıları 20-30'u geçmediği anlaşılan bir avuç Yahudi hariç, tamamı Müslüman olan 15.000 kişiye ulaşmıştı.[168] Kettânî'nin naklettiği malumata bakılırsa Medine nüfusu Hz. Peygamberin irtihal ettiği sırada 20.000; 30.000 ve hatta 60.000 [169](?) gibi korkunç boyutlara ulaşmıştı.[170]
Ayrıca servet sahibi azınlıkların elinde lüks tüketime sarf edilecek olan meblağların, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde İslâm'ın iktisadî hedeflerinin başında gelen âdil gelir dağılımının başarıyla gerçekleştirilmesi neticesinde, farklı ihtiyaçlara ve dolayısıyla farklı tüketim alışkanlıklarına sahip kitlelere transferi sonucunda, bazı temel ihtiyaç maddelerine yönelik bir talep artışı doğması ihtimalini gözden ırmak tutmamak gerekir.
Arz daralmasına sebebiyet vermiş olması imkân dahilinde bulunan başlıca nedenler arasında tabiat şartlamadaki (bölgede sıkça rastlanan kuraklık, sel vb. gibi) menfi değişikliklerden kaynaklanan kıtlık ve yukarıda temas edilen cihad ekonomisinin doğurabileceği ithalât ve üretim azalışı sayılabilir.
Maliyet artışlarına gelince; iç üretimi ele alacak olursak, genellikle herkesin kendi işini gördüğü o döneme ait işçilik maliyetlerini ve bunlardaki artışları -eğer varsa- tespit etmek hemen hemen imkansızdır. Bu durumu Ibn Kayyım el-Cevziyye şöyle tasvir etmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Medine'de fiyatlar tahdit edilmedi. Çünkü o dönemde (Medine'de) değirmenci ve fırıncılar olmadığı gibi, un ve ekmek satıcıları da yoktu. (Halk) hububatı satın alıp evlerinde öğüterek ekmek yaparlardı." Şu rivayet Ibn Kayyim'i desteklemektedir:"Sehl (b. Sa'd)'e: 'Nebi zamanında elek var mıydı' diye sordum. 'O zaman elek görmedim. Resûlullah (s.a.v.) dünyadan ayrılana kadar elenmiş arpa (unu) yemedi,' dedi. 'Öyleyse ne yapıyordunuz? dedim. 'Onu öğütüyor sonra da kabuğunu üflüyorduk. Uçan uçuyor, kalan kalıyordu' diye cevapladı." Benzer bir rivayet Ümmü Seleme'den de nakledilmektedir.[171] Aynı hususa ışık tutan bir başka haber de şöyledir:"Ali: "Fâtıma (bir gün) bana, un öğütmekten elleri nasır tuttuğu için şikâyette bulundu. Bunun üzerine: 'Babana gidip bir hizmetçi istesen ya...' dedim," demektedir.[172] Ibn Kayyim sözlerini şöyle sürdürmektedir: "Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.v.): "Dışarıdan mal getiren nzıklandırılmış, karaborsacı ise lanetlenmiştir,'1 buyurmuştu. Aynı şekilde Medine'de dokumacı da yoktu. Şam, Yemen ve (Hecer gibi) diğer bölgelerden (hazır) elbise gelir, halk da onları satın alıp giyerdi." Hz. Peygamberin de bu satıcılardan çamaşır aldığı rivayet edilmektedir. [173] Mekke ve Medine halkının ithal mensucata bağımlılığı o boyutlara ulaşmıştı ki Hz. Osman ve Talha gibi sahabeler mensucat ticaretiyle zengin olmuşlardı. Medine'de terzi bulunmasına rağmen, halk, elbise, tamir ve yamama işlerini de genellikle kendileri yaparlardı. Hişam b. Urve'nin babasından yaptığı rivayet buna delil teşkil etmektedir: "Âişe'ye: 'Resulullah (s.a.v.) evinde ne yapardı?' diye sordum. 'Sizin yaptığınızı: Elbisesini yamar ve ayakkabısını tamir ederdi,1 diye cevap verdi."[174] Yukarıdaki ifadeleriyle Ibn Kayyim, temel ihtiyaç maddelerinin başını çeken giyeceğin üzerine, dışarıdan hazır mamul olarak geldiğinden, herhangi bir işçilik eklenmediğini, herkesin kendi evinde işlediği ithal yiyecek hammaddesi içinse işçilik maliyeti diye bir şeyin söz konusu olamayacağım belirterek bu malların maliyetlerinin hesaplanmasının imkânsızlığını vurgulamaktadır. Zira geriye malların toptan alım fiyatlarıyla, taşıma maliyet ve risklerim tespit etmek kalmaktadır ki bu da mümkün görünmemektedir. Kaldı ki mümkün bile olsa, dış piyasa fiyat dalgalanmaları ve taşıma maliyet ve risklerinin farklılığından dolayı her tacir için değişik rakamlar bulunabilecektir. Üstelik o sıralarda Bizans ve Sâsânî imparatorluklarının, aralarındaki savaş dolayısıyla içine düştükleri iktisadî çalkantı yanında, karşı karşıya oldukları siyasî çöküntünün, piyasa istikrarına ve dolayısıyla fiyatlara menfi etkide bulunması kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla bu bölgelerden temin edilen temel ihtiyaç maddeleri daha pahalıya malolacak demektir.
işte bütün bunlar da göstermektedir ki Hz. Peygamber (s.a.v.), tüccara zulüm olur endişesiyle narhtan kaçınmakla isabetli bir ekonomik politika uygulamıştır. Zira fiyatlardaki artışta Medine tüccarı gayri meşru veya mefsedet telâkki edilebil