- Devlet müdahalesini mümkün kılacak piyasa

Adsense kodları


Devlet müdahalesini mümkün kılacak piyasa

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Sat 2 October 2010, 11:18 am GMT +0200
İkinci bölüm

DEVLET MÜDAHALESİNİ MÜMKÜN KILACAK PİYASANIN OLUŞUMU ve MÜDAHALEYE MEVZU OLAN MUAMELELER


I. Müslümanların Kontrolünde Yeni Bir İç Piyasa Tesisi: Medine Pazarı
 

Tarih boyunca iktisadî bağımsızlık siyasî bağımsızlığın en Önemli unsurunu teşkil etmiştir. Ticaret maksadıyla Filistin, Yemen ve Bahreyn-Uman bölgelerini dolaşmış, saygıdeğer, güve­nilir, tecrübeli bir tacir[48] ve Mekke müşriklerinin, Benû Kinâne yurdunda imzaladıkları antlaşma[49] neticesinde ittifakla uygula­dıkları şiddetli bir ekonomik ambargoya mâruz kalarak büyük sıkıntılara düşmüş[50] bir insan olan Hz. Peygamber (s.a.v.) de iktisadî bağımsızlığın önemini muhakkak ki çok iyi biliyordu. Al­lah'ın inayeti ve bu tecrübelerin kazandırdığı feraset ile, hicretini müteakip, ilk iş olarak siyasî ve iktisadî yönden - şartların elverdi­ği ölçüde hatta şartları zorlayarak- mümkün mertebe güçlü bir devlet tesis etmeyi hedef almıştı. Bunun tahakkuku için, bir yan­dan, hem devlet başkanı sıfatıyla kendisinin hem de Müslüman­ların siyasî hakimiyetini tesis edecek olan ve günümüzde bazı ilim adamlarınca 'Medine Anayasası' olarak adlandırılacak ka­dar büyük bir ehemmiyeti haiz bulunan muahedeyi gerçekleşti­rirken, diğer yandan da, Müslümanlar'a ait, onların hakimiyetin­de, onların ahkamının uygulanacağı bir piyasa oluşturmalıydı. îş-te bu ve benzeri saiklerle, daha sonra 'Medine Pazarı' ismiyle anı­lacak olan pazar kurulmuştur.

Gerek hicretten önce ve gerekse sonra geçen zaman zarfında, her hususta olduğu gibi iktisadî hususlarda da bazı âyetler iniyor, bazı hükümler vaz' ediliyor, bazı câhiliye âdetleri yasaklanıp bazı­ları tâdil ve tashihe tâbi tutulurken yeni bazı kaideler de konuyor­du. Ancak bütün bu hükümler derhal uygulamaya geçirilmeli, sağlıklı ve sürekli bir tatbikat için de uygun şartlar yaratılmalıy­dı. Zira hâlihazırda mevcut olan Medme pazarlarında[51] genellikle müşrik veya Yahudi tacirler hüküm sürüyorlardı. Tabiatıyla bun­ların ticari faaliyetleri ya kendi dinî anlayışlarına ya da câhiliye âdetlerine göre cereyan ediyordu. Halbuki islâm bunlardan bir kısmını yasaklamakta ve yeni birtakım piyasa normları vaz' et­mekteydi. Her türlü gayri meşru muamelelerin cereyan ettiği bir ortamda Müslümanlar'ın, islâm'ın hükümlerini uygulamaları şüphesiz zor olacak, karşılıklı güven ortamı kolay kolay sağlana­mayacaktı. Ayrıca bu gayri müslimlerle yapılan ticaret- piyasaya hakim olmaları sebebiyle- daha çok onların lehine idi ve bunun böyle sürüp gitmesi devletin istikbali açısından problem teşkil edebilirdi. Kaldı ki Müslümanlar, asla, "Arapların mallarından ne kapsak kârdır ve bu hususta da mesul ve günahkâr olmayız. Zi­ra onlar hak yolda (!) değiller..."[52] şeklinde bir zihniyete sahip olan Yahudiler'in insafına terk edilemezdi. Öyleyse yapılacak ilk iş Müslümanlar'ın hâkim ve şer'î ahkâmın kâim olduğu müstakil bir pazar kurmaktı. Zira diğer pazarlar onların pazarı olamazdı: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Nebit Pazan'na giderek bir göz attı ve: 'Bu asla sizin pazarınız olamaz', buyurdu. Sonra (başka) bir pazara gitti ve (yine) 'Bu asla sizin pazarınız olamaz',   buyurdu.[53] Sonra (bilaha­re Medine Pazarı adım alacak olan) bu pazara döndü, etrafını do­laştı ve: ((îşte) sizin pazarınız budur; bu (pazar) daraltılmayacak'[54] ve burada vergi alınmayacaktır,' buyurdu"[55] Semhûdî'nin benzer rivayeti ise şöyledir: "Bir adam Nebî'ye (s.a.v.) gelerek: "Ya Resûlallah (s.a.v.)! Pazar için (uygun) bir yer gördüm, (gelip bir bakmaz mıydınız?)" dedi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) onunla birlikte Medine Pazarı'nın bugünkü yerine gitti ve ayağıyla (yere) vurarak: "(işte) sizin pazarınız budur; bu (pazar) daraltılmaya­cak ve burada asla vergi alınmayacaktır," buyurdu.[56] Hz. Peygam­ber (s.a.v.) tarafından seçilen bu pazar yeri Benû Sâide bölgesinde bir kabristandı, tik Önce bu teklife karşı çıkan Benû Sâide daha sonra razı oldu.[57] Burası açık bir alan olup bir binici pazar yerine inip devesinin palanını bıraksa, pazarı dolaşırken ne tarafa gitse palanım görebilirdi.11 Pazar yeri olarak bu bölgeyi seçmeden önce; "Resûlullah (s.a.v.) Bakî' ez-Zubeyr (bölgesin)de bir çadır kurdu ve '(İşte) bu sizin pazarınızdır? buyurdu. Hemen akabinde Yahudi­lerin reisi (Ka'b b. el-Eşref geldi, içeri süzülerek çadırın iplerini kesti. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): 'Önemli değil. Gerçekten ben, bunu, onu daha da delirtecek bir yere nakledeceğim', buyur­du. Sonra bu pazarı, şimdi Medine Pazarı'nın bulunduğu yere taşıdı ve emri verdi: 'îşte bu sizin pazarınızdır, burada devamlı sabit köşeler, yerler edinmeyin[58] (yani sabah erken gelen dilediği yere yerleşsin); burada hiç bir vergi (de) alınmayacaktır."[59] Bir çok hadislerinde pazar yerlerini şeytanların ordugâhı olarak nite­lendirilen Hz. Peygamber (s.a.v.) ilk kurduğu pazarın yerini, in­sanları dünya lezzetlerine dalmaktan meneden ölümü[60] ve Mah-keme-i Kübrâ1 da kurulacak adalet terazisini hatırlatan en Önemli uyarıcılardan biri olan kabristan bölgesinde seçmek suretiyle bel­ki de alıcı ve satıcıyı manevî kontrol altında tutmayı hedeflemiş­tir. Bu hadisenin geçtiği Bakî', Benû Kaynukâ' Yahudileri'nin böl­gesinde olup[61] Benû Kaynukâ Pazarı'na yakın bir mevkide idi —ki bu pazar o dönemin Medine'sinde, Yahudiler'in elindeki iktisadî güç ve hâkimiyetin de etkisiyle, en çok rağbet gören pazar idi. Öy-leki, Câhiliye Mekkesi'nin büyük kapitalistlerinden iken Müslü­man olup hicret ettiği Medine'de de ticaret mesleğini sürdürmek için pazar yerini soran Abdurrahman b. Avf a Benû Kaynukâ' pazarı gösterilmişti.[62] Kâ'b b. el-Eşref, bu rakip pazarın, iktisadî nüfuzları üzerinde ne büyük bir tehlike oluşturacağım çok iyi bil­diğinden, halkının çıkarlarını korumak için, bilâhare çıkması muhtemel bir çatışmayı dahi göze alarak, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bu teşebbüsünü sabote etmekte tereddüde düşmeyip, bir an bile gecikmeden müdahalede bulundu.

Pazarın Benû Sâide bölgesindeki yeni yeri Yahudi yerleşim biriminden oldukça uzakta sayılır. Zira birisi Medine'nin bir tara­fında iken diğeri de öbür tarafına düşmektedir ki burası Ka'b'm kolayca sabote edebileceği bir yer de değildir. Yeni pazarın, Mes-cid-i Nebevî'nin yanında, Medine'nin hemen hemen merkezinde, Buthân Vadisî'nde, hizmet verebilecek bir konumda bulunması, bize, Hz. Peygamber (s.a.vjin pazarı, Ka'b b. el-Eşref i daha da de­lirtecek bir yere nakletmekten kastının ne olduğu hususunda bir fikir vermektedir. Zira, eğer Ka'b, Bak? pazarı girişimini, sırf ken­di bölgelerine tecavüz edildiği gerekçesiyle sabote etmiş olsaydı, pazarın, Medine'nin öbür ucuna; kendileriyle hiç alâkası bulun­mayan başka bir bölgeye nakledilmesiyle niçin daha da del! eş­sin?...

Bütün bu zikrettiklerimiz, pazarın kuruluşu ile ilgili hadise ve yorumları içermektedir. Ancak mesele pazarın kuruluşu ile bit-memekte, aksine, satıcı ve alıcıların, alışık oldukları, belli bir yer, muhtelif müşteri ve satıcılar edindikleri ve yakınlığı hasebiyle de yeğleyebilecekleri diğer pazarları bırakarak yeni pazara yönelme­lerini mümkün kılacak şartları sağlamak gerekmekteydi, işte bu­nun da bilincinde olan Hz. Peygamber (s.a.v.), pazarın rüchaniye-tini yeterince arttıracak kadar önemli ve cazip bir kaideyi de kuru­luşuyla birlikte vaz' etmekte gecikmemişti: "Burada hiç bir vergi alınmayacaktır." Bu ifadeden ve kaynakların verdiği bilgilerden anlaşılan odur ki Câhiliye döneminde kurulan pazarların ekseri­yetinde bir çeşit pazar vergisi alınmaktaydı. Kister'e göre vergisiz yeni bir pazar kurma prensibi, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Ukaz'da-ki vergisiz pazar uygulamasını adapte etmeye niyetlendiğinin bir göstergesi olabilir. Resûlullah (s.a.v.)'m bi'setten sonraki ilk üç seneyi müteakip hicrete kadar geçen on sene zarfında, mütemadi­yen Ukaz, Mecenne ve Zu'1-Mecaz panayırlarına giderek halkı islâm'a davet ettiğine dair rivayet,  [63]Kister'in bu görüşüne güç kazandırmaktadır. Zira bu vesileyle Ukaz'daki tatbikatı gören ve ehemmiyetini anlayan Hz. Peygamber'in (s.a.v.) aynı uygulamayı Medine Pazan'na adapte etmesi gayet makul görünmektedir. Çünkü Ukaz'ın, o dönemin en meşhur ve revaçta pazarlarından ol­masında bu uygulama da rol oynamıştır herhalde. Ona göre bu uy­gulamanın diğer bir yorumu da 'es-sûk sadaka' 17(yani pazarın, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) ümmete sadakası=vakfı olduğu) fikri­dir.[64] Biz bunlara, bizce önemli olan bir başka noktayı daha ilâve etmek istiyoruz: Tecrübeli bir tacir olan Hz. Peygamber (s.a.v.) pa­zar vergisi almadığı takdirde satıcıların yeni pazarı tercih edecek­lerini biliyordu muhakkak. Zira kâr arzusu ticaretin en önemli dürtüşüdür ve vergisiz kazanç daha fazla kâr demektir. Ayrıca verginin kalkması, maliyetleri azaltacağından, buna paralel olarak fiyatlar da düşme eğilimi gösterecekti. Tabiatıyla, diğer pazarlara nisbetle düşük fiyatlarla işlem gören mamuller daha fazla müşteri çekecektir. Benû Kaynukâ' kabilesinin, kendi pazarlarını parselleyip ücret mukabili kiraya verdikleri gibi tüc­carlardan da pazar resmi aldıklarım,[65] dolayısıyla bu tür kira ve vergilerden muaf yeni pazarın, en güçlü rakibi olan Benû Kaynukâ' Pazan'na karşı en büyük bir avantaj elde edeceğini de hesaba katarsak, bu muafiyetin isabetlilik derecesini daha iyi kavrayabiliriz sanırız.

Bütün bu tedbirler meyvelerini vermiş olsa gerektir ki, ifade­lerin zımnından çıkartabildiğimiz kadarıyla, tüccar bu pazara rağbet etmiş ve dolayısıyla da yeterli müşteri bulmuş demektir. Zira tüccarın pazarda çadırlar ve binalar kurma teşebbüsü [66]rağ­betin ve kökleşme gayretinin bir göstergesi olsa gerektir. Ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v.) bu teşebbüsleri engellemiştir. Öyle ki Semhûdî'nin kaydettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.), koyduğu yasağa rağmen pazar yerinde kurulan bir çadırı yaktır­mak suretiyle bu konudaki kararlılığını göstermiştir.[67] Yukarıda­ki hadiste de geçtiği üzere o, daha pazarı kurarken vaz' ettiği pa­zar nizamnamesinin bir maddesinde: "Burada sabit köşeler edin­dinmeyin" buyurmuştu. Kanaatimize göre bu prensip de, tüccar ara­sında adaleti gözetmek, önce davrananın, ömür boyu sürecek bir ayrıcalığı kaparak diğerlerini mağdur etmesini engellemek, bununla birlikte sabah erken kalkanın o gün için kullanabileceği bir yere tezgâh kurmasına izin vermek suretiyle de tembellik ve gevşeklik göstermeden ticarete sarılmasını özendirmek ve böyle­ce ticari hayata canlılık kazandırmak gibi gayelere matuf olsa ge­rektir.

Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Medine'de kurduğu pazar ile ilgili yukarıda zikri geçen rivayetler, Medine tarihi üzerinde söz sahibi olan Ömer b. Şebbe ve Ibn Zubale gibi iki ravi tarafından nakledil­meleri bakımından sahih görünmektedir.[68]

 

II. Müdahaleye Mevzu Olan Muameleler
 

İslâm hukuku, akid yapıp yapmama serbestisi konusunda ge­niş bir irade hürriyeti tanımakta, akidlerin (aktin taraflarının) iradesine üstünlük vermektedir. Nisa sûresinin 29. âyeti, 'rıza'mn önemini kesinlikle belirttiğinden; islâm hukuku, kendi rızası olmaksızın bir akdin bir kimseyi bağlamasını kabul etmez; ancak, adalet kaideleri ve ammenin maslahatı bunu gerektiriyor­sa müstesnadır: Borcunu oyalayan borçlunun mallarının satılma­sı, cemiyete zararlı olması halinde muhtekirin mallarının ihtiyaç sahiplerine satılması ve amme maslahatı için istimlak gibi...

Hz. Peygamber'in (s.a.v.) aracılar tarafından köylülerin yolu­nun tutulup mallarının daha pazara inmeden alınmasına dair ya­sağı ve bu yasağı uygulamaya devlet organlarının yetkili olması da, islâm hukukunda, amme maslahatı için in'ikad serbestisine getirilen tahdidlerdendir. [69]

 

A. Rıba=Faız
 

A. Tarifi

 

Arapça kökü RBV harflerinden oluşan ribâ ve ondan türeyen isim ve fiiller Kur'ân'da şu anlamlarda kullanılmıştır: Uremek, bitmek, gelişmek, büyümek, neşv ü nema bulmak, boy atmak, kabarmak [Hacc, 22/5; Fussilet,41/39]; ziyadeleş(tir)mek, fazla-laş(tır)mak, çoğal(t)mak, art(ır)mak [Bakara, 2/276; Rûm, 30/39]: yetiştirmek, büyütmek, çocuk terbiye etmek [Isrâ, 17/24; Şuarâ, 26/18]; yüksek yer, tepe, yayla [Bakara, 2/265; Mü'minûn, 23/50]; zorlu, çok şiddetli, güçlü, üstün [Nahl, 16/92; Hakka, 69/10]; su üzerinde kalan şeyler [Ra'd, 13/17]; murabaha ve tefecilik [Alu Im-ran, 3/130][70]

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere ribâ; Ana^nal ya da ana para üzerindeki artış demektir ki bu anlam şu iki âyette müşahhas bir şekilde tezahür etmektedir: "Eğer müminseniz ribâ olarak arta kalan (kısm)ı terk edin... Eğer tövbe ederseniz, ana paranız sizin­dir..." [Bakara, 2:278-279] "İnsanlara malları artsın diye verdi­ğiniz ribâ Allah indinde artmaz..." [Rûm, 30/39].

Ribâ ve ondan türeyen muhtelif kelimelerin Kur'ân'da on iki sûrede on dokuz defa tekrarlanması o tarihte ribânm müphem bir kavram olmadığını göstermektedir.[71] Hatta ribâ o dönem insanı nazarında özel bir artış şekli olarak bilinip uygulanageldiği için, Kur'ân'da mahiyetinin açıklanmasına gerek kalmamış, sadece haram kılınıp yasaklanması yeterli görülmüştür.[72] Ancak işledik­leri bu bâtıl fiili meşru göstermek için "Alış veriş de ribâ gibidir" diyen müşriklere karşı "Allah alış verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır," buyurulmak suretiyle, mutlak anlamda her türlü artı­şın ribâ olmadığı vurgulanmış ve bu iki muamele arasında farka dikkat çekilmiştir. [73]

 

B. Faiz Yasağının Tarihçesi
 

Eski ve yeni hemen hemen bütün âlimlerin ittifakla belirttiği üzere içki yasağı ve zekât mükellefiyeti ile ilgili hükümler gibi faiz yasağı da tedricen vaz' edilmiştir. Ancak bu yasağın merhaleleri üzerinde muhtelif görüşler bulunması hasebiyle biz, herhangi bir derecelendirmeye gitmeden yasağın gelişim sürecini kronolojik olarak ele almayı yeğliyoruz.

Ribânın aleyhinde nazil olan "İnsanlara malları artsın diye verdiğiniz ribâ Allah indinde artmaz; fakat, Allah'ın rızasını di­leyerek verdiğiniz sadaka böyle değildir, işte onlar sevaplarını kat kat arttıranlardır,11 [Rûm, 30:39] şeklindeki âyetin bi'setin 4. ve 5. senesinde inen Mekkî bir sûrede yer alması, islâm'ın, iktisadî sö­mürüye daha işin başında karşı çıktığını göstermesi açısından çok mühimdir. Zira ellerindeki büyük sermayelerle idarî, iktisadî ve içtimaî sisteme hâkim olup taıii bir dikta rejimi kuran kapitalist­ler, toplumun dinî, ahlâkî ve kültürel dejenerasyonuna sebebiyet vererek kendi çıkarlarına dayalı bu sömürü sistemini ilelebed sür­dürmek için herşeyi yapmaktaydılar. Mekkî sûrelerin hepsi sade­ce dinî-itikadî hususlara hasredilmiş olmayıp meselenin moral-kültürel boyutunun ekonomik hayattaki yansımalarıyla ilgili hu­suslarda inzar mahiyeti taşıyan çeşitli âyetler de inmiştir ki ölçü ve tartıda hile yapanları kınayan Mutafifm süresinin ilk âyetleri bunlardandır. Tabiî ki bu ve benzeri hususlarda bile şiddetli uya­rılarda bulunan islâm'ın sosyal bir felaket olan ribâya seyirci kal­ması mümkün değildir. Kurulu düzenlerini tehdit eden yeni dine karşı savaş açmakta hiç gecikmeyen kapitalistlerle, ribâyı birden haram kılmak suretiyle bağları tamamen kopartmayıp davet kapısını açık bırakan Kur'ân, ilk merhale olarak bazı uyarılarda bulunmakla yetinmiştir. Zaten tebliğin ilk aşamasında sert ted­birler alıp uygulamak, şartlar gereği isabetli olmazdı. Kaldı ki da­ha bir devleti bile olmayan islâm'ın böyle bir yasağı tatbik gücü de yoktu. Belki de islâm'ın sömürülen kitleleri cezbetmesinin temel sebeplerinden birisi de, daha işin başında haksız kazançlara, tica­ri sahtekârlıklara, malî yolsuzluklara ve iktisadî sömürüye karşı çıkmasıdır.

Bu âyetle bir yandan ribâ yasağının ilk adımı atılırken bir yandan da Medîne döneminde vaz' edilecek zekât farizası için hazırlık yapılması dikkate şayandır.[74]

Bir rivayete göre Câhiliye dönemi Kureyş müşrikleri Kabe'yi yeniden inşa ederken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dayısı Ebû Vehb (bir başka rivayete göre ise Velid b. Muğire): "Ey Kureyş toplulu­ğu! (Aman şu Kabe'nin) binasına temiz kazancınızdan başkasını karıştırmayın, fuhuştan, ribâdan ve haksız yollardan kazandığı­nız mallarınız o(nun binası)na bulaşmasın11 demiştir.[75] Kur'ân'm Kureyş müşriklerinin bile hoş karşılamadığı bir kazanç türü olan ribâya, daha Mekke döneminde karşı çıkması son derece tabiîdir.[76]

Daha sonra Medine'ye hicret eden Hz. Peygamber (s.a.v.), ribâ afetinin orada da yaygm olduğunu, bilhassa Yahudilerin te­fecilik yoluyla halkı ezdiğim ve sömürdüğünü gördü.[77]

Bu arada, artık bir devlete kavuşmuş olan islâm ise yavaş ya­vaş güçleniyor, vaz' ettiği hükümleri uygulatma kudretine erişi­yordu. H. 2 senede Yahudi Finhâs, Hz. Ebû Bekir ile tartışırken sunarı söylemişti: "Ey Ebû Bekir! Biz Allah'a muhtaç değiliz bila­kis o bize muhtaç. Biz ona boyun eğmezken o bize eğiyor. Biz ondan daha zenginiz. Şayet sizi ribâdan meneden arkadaşınızın sandığı gibi o bizden daha zengin olsaydı mallarımızrborç olarak istemez­di."[78] Bu ifadeler ribâmn daha Medine döneminin başlarında ha­ram kılınmış olduğuna işaret etmektedir.[79] Sonraki sene (Uhud Gazvesi sırasında) ise "Ey iman edenler, katlanmış ribâyı yeme­yin.." [Âlu Imran, 3/130] âyeti nazil oldu ve ribâyı kesinlikle ha­ram kıldı.[80] H. 5 senede "Yahudilerin, zulmetmeleri, bir çoklarını Allah yolundan men etmeleri, yasaklanmış olduğu halde ribâ al­maları ve halkın mallarını haksızlıkla yemeleri yüzünden kendi­leri için helâl kılınmış hoş ve nefis şeyleri onlara haram kıldık..." [Nisa, 4/160-161] mealindeki âyet indiği zaman Müslümanlar ribânın kendileri için haram kılındığım biliyorlardı. Aksi halde kendileri için haram olmayan ribâyı Yahudiler için kusur ve kaba­hat telâkki etmemeleri gerekirdi. Mâlik oğullarının, H. 5. yılda Mukavkıs'a yaptıkları ziyaret esnasında, Mukavkıs'ın, Hz. Pey­gamber (s.a.v.) ile ilgili olarak kendilerine yönelttiği sorulara ver­dikleri cevaplarda içki yasağı ve zekât farizası yanında faiz yasa­ğından da bahsettiklerine bakılırsa,[81] faiz yasağının, daha o sıra­larda bu gayri müslimlere ulaşacak kadar şüyu bulduğu anlaşıl­maktadır. Hulâsa; H. 5 seneden evvel Alu Imrân sûresinin 130. âyetiyle ribâ kesinlikle yasaklanmış ve bu hususta en son nazil olan Bakara 275-279. âyetlerle de bu yasak tekit edilmiştir.[82]

 

C. Faiz Çeşitleri:
 

Aa. Ribe'l-Câhiliyye Veya Ribe'n-Nesîe
 

Câhiliye döneminde yaygın bir şekilde uyguîanageldiği için Câhiliye faizi anlamında ribe'l-câhiliyye ismi verilen bu faiz çeşidi ya a) kredi üzerinden; ya da b) başta alış veriş olmak üzere herhan­gi bir muameleden doğan borç üzerinden alınan bir fazlalık idi. Her iki uygulamada da borcunu Ödemeyen şahsa tanınan ek süre­ye karşılık tahakkuk ettirilmesi hasebiyle ribe'n-nesîe, yani tehir (veya gecikme) faizi de denmekle birlikte ikincisi daha kapsamlı­dır.

Rivayetlere göre Câhiliye faizi bir kaç çeşittir: Râzî diyor ki: "Ribe'n-nesîe'ye gelince; o, Câhiliye devrinin mâruf ve meşhur faizi idi. Buna göre, ana mal (kapital) baki kal­mak üzere (muayyen bir vadeye kadar) her ay belli bir fazlalık al­mak üzere borç verirlerdi. Vade dolunca da borçludan ana mah (geri) isterler, ödeyememesi halinde ise (yeniden tespit edilen faiz oranıyla birlikte) vadeyi uzatırlardı..."[83] Görüldüğü gibi bu, günü­müz faiz anlayışıyla paralellik arzetmektedir.

Mücâhid'den gelen rivayete göre de: Câhiliye devrinde herhangi birisinin borcunun vadesi dolup da ödeyecek bir şey bulama­yınca (alacaklı) alacağını arttırıp vadeyi uzatırdı.[84]

Katâde'ye göre: Câhiliye devrinde, kişi, ilerki muayyen bir va­dede ödenmek üzere satış yapardı. Vade sonunda alıcı borcunu ödeyemezse belli bir fazlalık karşılığında yeni bir vade belirlenir­di.[85] Bu da bugünkü veresiye alım satımlarda, borcunu vadesinde ödeyemeyenlere tahakkuk ettirilen 'temerrüt faizi ile tam bir pa­ralellik arzetmektedir.[86]

Râzî, Kur'ân'da yasaklanan faizin Câhiliye ribâsı olduğunu belirtirken,[87] Ibnu'l-Humam, Kur'ân'daki yasağın bütün faiz çe­şitlerini kapsamına aldığım ileri sürerek şunları söylemektedir: "Ribâ (diye) fazlalığa (ez-zâ'id) denir. 'Ribâ yemeyiniz', [Âlu Im-ran, 3/130] âyeti bunu göstermektedir. Yani kredilerde (el-karz), selem (akitlerin)de ve ribevî malların kendi cinsleriyle takasında alınan fazlalığı yemeyin, demektir. 'Allah ticareti helâl, faizi ha­ram kılmıştır' [Bakara, 2/275] âyeti de böyledir..."[88]

 

Bb. Ribe'l-Fadl
 

Bir şeyi diğer bir şeyle peşin olarak takas ederken alman faz­lalığa ribe'l-fadl denir. Ulemada hâkim olan kanaat; ribel-fadTın, ribe'n-nesîe'ye yol açabileceği endişesiyle, sedd-i zerâî prensibine uygun olarak yasaklandığı yönündedir.

Ribe'l-fadl'ı yasaklayan hadisler şunlardır:

"Altın ile altın, gümüş ile gümüş, buğday ile buğday, arpa ile arpa, hurma ile hurma, tuz ile tuz misli misline peşin olarak satı­lır. Her kim bir fazlalık verir veya alırsa muhakkak faizcilik yap­mış olur. Alanla veren bu hususta eşittir."[89] Bu hadisin bir başka rivayetinde 'Ancak cinsler değişirse peşin olmak şartıyla istediği­miz gibi satın." buyurulmaktadır.[90]

"Misli misline olmadıkça altını altın ile satmayın, misli mis­line olmadıkça gümüşü gümüş ile satmayın. (Peşin olmak kaydıy­la) altını gümüş ile, gümüşü de altın ile nasıl isterseniz öyle sa-tın."[91]

Fudâle: "Hayber günü on iki dinara, içinde altın ve boncuk bu­lunan bir gerdanlık satın aldım; ve bunun boncuğunu altınından ayırdığımda on iki dinardan fazla ettiğini anladım. Sonra bunu Nebî'ye anlattım da bana: 'Gerdanlık ayrılmadan satılmaz' bu­yurdu," demiştir.[92]

Yine Fudâle: "Hayber günü Resûlullah (s.a.v.) ile beraberdik. Yahudiler'den bir ukiyye altını iki-üç dinara satın alıyorduk. Bu­nun üzerine Resûlullah (s.a.v.) 'Tartısı tartısına olmadıkça altın ile altını satfın al)mayınF buyurdu," demektir.[93]

Resûlullah (s.a.v.) Benû Adiyyi'l-Ensârî'den birisini Hayber'e vali olarak göndermiş. O zat (oradan) iyi cins hurma ile dönmüş. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) ona: "Hayber'in bütün hurma­ları böyle midir?" diye sormuş. O da: "Hayır vallahi ya Resûlallah! Biz bunun bir ölçeğini düşük kaliteli hurmanın iki ölçeği ile satın alıyoruz." diye cevap verince Resûlullah (s.a.v.) "Öyle yapmayın! Ve lâkin misli misline alın, ya da bunu satıp karşılığında ötekini alın. Tartı da böyledir.'1 buyurmuş.[94]

Resûlullah (s.a.v.) kendisine Bern hurması getiren Bilâl'e: "Bu nereden?" diye sormuş. Bilâl de; "Evde kalitesiz hurma vardı. Nebî'ye azık olsun diye onun iki Ölçeğini (bundan) bir ölçek karşılı­ğında sattım." diye cevaplayınca Resûlullah (s.a.v.): "Eyvah! Ribânın ta kendisi... Sakın bir daha böyle yapma! Lâkin hurma satın almak istediğinde elindekini sat sonra onun kıymetiyle diğe­rini al," buyurmuşlardır.[95] Benzer bir rivayette ise "işte ribâ (bu­dur); onu derhal iade edin! Sonra bizim hurmayı satıp (parasıyla) bundan satın alın." buyurulmaktadır.[96]

Kendisine, kuru hurma karşılığında yaş hurma satın alma­nın hükmü sorulduğunda Resûlullah (s.a.v.): "Yaş hurma kuru­duğu zaman azalır mı?" diye mukabele etmiş. "Evet!" cevabını vermeleri üzerine bunu nehyetmiştir.[97]

Bu hadislere göre aynı cinsten iki şey farklı miktarlarda ve peşin olarak takas edildiği takdirde ribe'1-fadl gerçekleşecektir, îster eşit isterse farklı miktarlarda olsunlar aynı cinsten iki şey veresiye takas edildiği takdirde ise ribe'n-nesîe gerçekleşir. Cins­leri farklı olsa da iki şey farkh miktarlarda ve fakat veresiye takas edildiği takdirde yine ribe'n-nesîe vuku bulur. [98]

 

D. Faiz Yasağının Tatbikinde Devletin Rolü
 

Bir yandan faiz yasağı ile ilgili hükümler vaz' edilirken, bir yandan da yasağın, kesinlik kazanmasına paralel olarak, yürür­lüğe konulması ve denetlenmesi söz konusu idi. Öyle ki islâm sadece faiz karşılığı ikrazı 'Allah'a savaş açmak' sayacak kadar sert ifadelerle yasaklamakla kalmamış, bu yasağın ölü bir hüküm haline gelmesini önleyen ve dinler tarihinde benzeri olmayan ciddî tedbirler almıştır.

Sakîf kabilesinden Amr oğullan diye mâruf dört kardeş Mek-keli Mugîre oğullarına faizle kredi verirlerdi. Taif Muhasarasını müteakip Müslüman olan Amr oğullarının, faiz alacaklarını iste­meleri üzerine, İslâm'ın faizi yasakladığını ileri süren Mugîre oğulları ödemeyi reddetmişti. Amr oğullarının, haklarını alması için kendisine yaptıkları müracaat üzerine Mekke Valisi Attâb durumu Hz. Peygambere (s.a.v.) bildirip nasıl hükmetmesi gerek­tiğini sormuştu. Bunun üzerine inen: "Ey inananlar! Allah'tan sakının ve eğer müminseniz ribâ olarak arta kalan (kısm)ı terk edin. Eğer bunu yapmayacak olursanız Allah ve O'nun Resulü ta­rafından ilân edilmiş bir harpla karşı karşıya bulunduğunuzu bi­lin. Eğer tövbe ederseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksız­lık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz..." [Bakara, 2/ 278-279] şeklindeki âyetleri yazan Hz. Peygamber (s.a.v.), bu emir ge­reğince faizden vaz geçmedikleri takdirde onlara savaş açmasını emretti.[99] Zira Sakîf in bu tavrı Hz. Peygamber (s.a.v.) ile yaptık­ları anlaşmada yer alan ve faiz almalarını men eden maddeye ay­kırıydı.[100]

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Necrân Hristiyanlan ile yaptığı bir antlaşma metninde yer alan: "Şayet onlar arasından herhangi biri ileride faizli muamelelere girerse, benim zimmetimden çıkacak­tır," şeklindeki bir madde,[101] faiz meselesinde, devletin, tâbi bulun­dukları zimmî statüsüyle aslen kendi dinî hükümlerine bağlı kal­makta serbest kılınan gayri müslimlere dahi müsamaha etmeye­cek kadar sıkı tedbirler almak ve uygulamakta ne kadar kararlı olduğunu göstermektedir. Tabiî, bu yasağın kendi aralarındaki muameleler için söz konusu olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Zi­ra faiz, Müslümanlara zaten haram kılınmış idi.

Ayrıca Hecer Mecûsîleri ile de buna benzer bir anlaşma yapıl­mıştı.[102]

Hz. Peygamber (s.a.v.) ülkenin dört bir tarafına gönderdiği genelgelere faizle ilgili maddeler de koymayı ihmal etmeyerek ya­sağın umum ümmet tarafından bilinip ulgulanmasına özen göste­riyordu. Meselâ Yemen meliklerinden Şurahbîl b. Abdi Kulâl'e gönderdiği bir genelgede diğer şeylerle birlikte büyük günahların en büyüklerinden (ekberul-kebâir) addettiği faizi de yasaklamak­tadır.[103] Yine Cuheyne kabilesi boylarına gönderdiği talimatta da: "Bir Müslüman'ın diğer bir Müslüman'daki alacağının ancak anaparasının ödeneceği ve rehinde ribânın bâtıl olduğu" kayde­dilmektedir.[104]

Yüz bini aşkın insanın katıldığı Veda Haccı'nda, Arafat mey­danında toplanan umumî bir kongre özelliği taşıyan Veda Hutbe-si'nde iktisadî konulara da değinmeyi ihmal etmeyen Hz. Pey­gamber (s.a.v.), ülkenin dört bir tarafından gelmiş bu insanlara bi­rinci ağızdan ribâ yasağını bir kere daha haykırıyordu: "Dikkat edin! Câhiliye ribâsımn tamamı kaldırılmıştır. Size ancak ana paralarınızd almak için ruhsat) vardır'."[105] "Câhiliye ribâsı kaldı­rılmıştır ve ilk kaldırdığım ribâ ise bizim ribâmız; Amcam Abbâs b. Abdü-Muttalib'inribâsı-dır... "[106]

 

B. İhtikâr
 

İslâm iktisat sisteminde aslolan; devletin serbest rekabet şartlarında muntazam işleyen bir piyasaya müdahale etmemesi­dir ve, filvaki, Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu yöndeki talepleri geri çevirmiştir.

Bir ticarî emtiayı pahahlanması gayesiyle stoklayıp piyasaya arzım geciktirmek anlamına gelen ihtikâr, beklendiği üzere, fiyatların sunî bir şekilde yükselmesine ve normal piyasa seviye­sinin üzerine çıkmasına sebep olur. Genelde, insanların ihtiyaçla­rının sömürülmesi yoluyla daha az emelde daha kolay kazanç sağ­lama mantığına dayanan ruhî bozukluğun doğurduğu sosyal bir davranış tarzı olan muamele, özellikle temel ihtiyaç maddeleri söz konusu olduğunda toplumun zarar görmesine sebebiyet verdiği gibi, uzun müddet devamı halinde de toplumsal bunalımlara yol açabilir. "Karaborsacı ne fena bir kuldur; fiyatların düştüğünü Öğrenince üzülür, yükseldiğini duyanca da sevinir,"[107] hadisi bu tip kimselerin ruhî durumunu ve insanlık bakımından düşüklü­ğünü çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.[108]

Çok uzak yerlerden, ihtiyaç duyduğu şeyleri tüketicinin aya­ğına getiren tüccar, aslında Önemli bir sosyo-ekonomik hizmet görmekteyken, malım stoklayıp halkın yokluk içinde kıvranması­na hiç aldırış etmeyen karaborsacı ise sosyo-ekonomik bir hezimet hazırlamaktadır. Buna işareten "Câlib (uzak yerden mal getiren tacir) rızıklandırılmış, karaborsacı ise lanetlenmiştir,"[109] buyuran Hz. Peygamber (s.a.v.), bu sözleriyle, iki çeşit tüccarın dünyevî ve uhrevî konumlarını veciz bir şekilde dile getirmiştir.

Bu nasslara göre, halkın temel ihtiyaç maddelerini tedarik edenler bir kamu hizmeti görmektedirler. Asıl maksat kâr olsa bi­le, bu muameledeki hizmet unsuru önem ve niteliğinden bir şey kaybetmez.[110]

Bunun aksine bir çok hadiste nefretle anılan karaborsacının bazı sıfatları ise şöyle sıralanmaktadır: Günahkâr, sapkın [111]; Al­lah'ın zimmetinden uzak[112] -ki bu ifade Kur'ân'da müşriklerden başkası için kullanılmamıştır[113] Mel'un[114]; cüzzam ve iflâsa müstehak[115]; katil ve cehennemlik[116]; elîm bir azaba duçar[117]; mülhid[118]; fî sebîlillah çalışan insanlardan soygunculukla elde et­tiği bu kazancını tasadduk dahi etse kabul edilmeyen[119]; fiyatların yükselmesiyle zevklenen, düşmesiyle üzülen kötü bir kul.[120]

Rasûlullah (s.a.v.)'ın bu kadar ağır sözler sarfetmesi, ihtikârın ne derece çirkin ve zararlı bir muamele olduğu hususu­nu vurgulayarak böyle bir şeye tevessülü engellemek ve halkta karaborsacı aleyhine tepki meydana getirmek gibi sebeplere matuf olsa gerektir. Zira işin kötülüğüne inandırılmış insanlar­dan oluşan eğitilmiş bir toplum meselelerin çoğunu halleder.[121]

 

A. İhtikârı Yasak Olan Mallar
 

İhtikârı yasaklayan hadislerden bazılarının mutlak, bazıla­rının ise yiyecek maddeleriyle mukayyed olması fukahanm bu hu­susta ihtilâf etmesine sebebiyet vermiştir.

Hz. Peygamber döneminde iktisadî şartlar ve yaşam tarzı iti­barıyla en fazla sıkıntısı çekilen ve tabiatıyla en temel ihtiyaç olan şey gıda maddeleriydi. O dönemde çeşitli sebeplerle sık sık yoklu­ğu ve kıtlığı ile karşı karşıya kalınması bakımından gıda maddele­ri karaborsacılığı en elverişli şeylerin başında geliyordu. Bu ne­denle, topluma vereceği zararın büyüklüğüne ve ehemmiyetine binaen mutlak bir şekilde belirttiği ihtikâr yasağı hükmünü kimi zaman yiyecek maddeleriyle takyid eden Hz. Peygamber (s.a.v.), kimi zaman da yiyecek maddeleri açısından tamamen dışa bağım­lı olması bakımından karaborsacılık girişimlerinden en büyük za­rarı görmesi kuvvetle muhtemel bulunan Mekke, ve fî sebîlillah çalışmaktan dolayı ticaret veya üretimle yeterince uğraşamayıp ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekmesi sebebiyle ihtikâr faa­liyetlerinden sıkıntıya düşeceklerin başında gelen Medine'nin de aralarında yer aldığı diğer şehirlerle sınırlamıştır.[122]

 

B. İhtikârın Süresi
 

İhtikârın yiyecek maddeleri veya mekânla mukayyed olup ol­madığı tartışmaları yanında, yine hadislerden kaynaklanan bir başka ihtilaf konusu vardır ki bu da: Ihtkâr sayılabilecek asgai stokçuluk müddetidir. "Kim yiyecek maddelerin^ kırk gün stok-larsa Allah'tan uzaklaştığı gibi Allah da ondan uzaklaşır. Kom­şuları açken (tok) sabahlayanlar Allah Tebâreke ve Teâlâ'nın zimmetinden uzak olurlar,"[123] şeklindeki hadis ve benzerlerinin zahirine göre bu müddet asgari kırk gün ile sınırlandırılmış iken, yine, mutlak olarak serdedilmiş hadisler de vardır.

Çoğu fukahanın, hadislerdeki kırk gün sınırına itibar etme­meleri, bu sınırlamanın o döneme has olabileceği fikrini doğur­maktadır. Bize göre bu süre, bir ticeret kervanının o dönemde gıda maddesi ithalâtında ana merkez olan Şam'a gidiş-dönüş müdde-tiyle -ki 40 gündür-[124] beraber düşünülmelidir. Kaldı ki hadisin baş tarafındaki kırk günlük sınır ile son tarafındaki 'komşuları aç iken (tok) sabahlamak' ifadesi arasındaki tezat[125] da, kırk günün, o dönemde karaborsacılığın menfi etkisinin gözlenmesi için gerekli olan mûtat süreyi gösterdiği fikrini kuvvetlendirmektedir. [126]

 

C. İhtikâr Önlemleri
 

İslâm hukukunun temel prensiplerinden birisi olup pek çok hususta tatbik edilegelen 'sedd~i zerâV, diğer hukuk sistemleri­nin aksine, suça teşvik edici veya zemin hazırlayıcı unsurları en­gellemek suretiyle problemleri daha ortaya çıkmadan önlemek imkânım sağladığı için büyük bir ehemmiyeti haizdir. îşte bu me­selede de, Hz. Peygamber (s.a.v.), ihtikâra karşı yukarıda zikretti­ğimiz şekilde çok kararlı bir tavır takındığı gibi, ona götüren yolla­rı tıkayıcı bazı önlemler almak suretiyle de, nev-i şahsına münha­sır şartları sebebiyle, yeni kurulmaya çalışılan toplumsal nizamı ciddî bir şekilde tehlikeye sokabilecek olan muhtemel bir ihtikâr girişimini, daha ortaya çıkmadan önlemiştir. Konuya ışık tutması açısından şu haberi de zikretmekte fayda görmekteyiz: H. 5 yılda çok sayıda fakir bedevi, Kurban Bayramı'nı kutlamak üzere Medine'ye akın etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), hutbede, kurban kesenlerin, bayramın üçüncü gününden sonra artakalan etleri fakirlere tasadduk etmeleri emrini verdi. Zira halk kestikleri kurbanların etlerini kavurup saklamak suretiyle uzun müddet ihtiyaçlarını gideriyorlar di. Ertesi yıl, bu emri ken­disine hatırlatıldığında, bayram nedeniyle şehre akın eden bedevilerin ihtiyaçlarının karşılanabilmesi kastıyla koyduğunu belirttiği yasağı kaldırdı.[127] Hz. Peygamber (s.a.v.), hiç bir kasıt ol­maksızın, kurban etlerim tamamen kendi ihtiyaçlarını karşıla-mak niyetiyle saklayan bu insanları bile üç günden fazlasından men ettiğine göre, ihtikâr amacıyla mal stoklayanlann hükmü muhakkak ki çok daha ağır olacaktır.

Hulefâ-yı Raşidîn devrindeki ihtikâr girişimleri ve bunlara verilen cezalarla ilgili haberlerin aksine Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde ihtikâr yapıldığına dair herhangi bir rivayet bulun­maması verilen eğitimin ve alınan önlemlerin başarısına işaret olarak değerlendirilebilir.

Bu tedbirlerden bazıları şunlardır: a) Telâkki'r-rukbân'm; b) Şehirlinin köylü adına satışı ve simsarlığın; c) Kabzetmeden sa­tışın yasaklanması.

Şimdi bu tedbirleri ayrı başlıklar halinde inceleyelim: [128]

 

C. Telâkkir-Rukbân
 

Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde, serbest rekabet şartların­da muntazam işleyen piyasa sistemini bozup haksız rekabete yol açan dış müdahalelerden birisi de, sık sık baş vurulduğu anlaşılan telâkki'r-rukbân, yani (mallarım ucuza kapatmak üzere) köylü müstahsil veya ihracatçıyı şehir dışında karşılama uygulaması­dır. Bu uygulamayı îbn Ömer şöyle dile getirmektedir: "Biz (şehre mal getiren) ticaret kafilesini yolda (pazar dışında) karşılar, erza­kı (ucuza) satın alırdık. Hz. Peygamber (s.a.v.), erzak pazarına ininceye kadar aldığımızı satmamızı yasakladı."[129]

Konuyla ilgili birçok kaynakta bildirildiği ve bu hadisin de açıkça işaret ettiği üzere, genelde Arap yarımadasında, özelde ise Mekke ile Medine'de yaygın olarak uygulanan bu Câhiliye âdeti çerçevesinde, şehirli sermayedarlar, piyasa fiyatlarından haber­siz yabancı ticaret kervanlarını yolda karşılayarak, getirdikleri malları toptan ucuza kapatmak suretiyle stoklayıp yüksek fiyat­larla satarlardı.[130]

Yasaklamayla ilgili rivayetlerden birisi de şu sözlerde ifade­sini bulmaktadır: "Şehre mal getiren ticaret kafilesini yolda karşı­lamayın. Kim karşılar da ondan bir şey satın alırsa, malın (ilk) sahibi pazara indiğinde muhayyer olur."[131] Bu ifadeden açıkça an­laşıldığı üzere şehre dışardan mal getiren üretici veya ihracatçı koruma altına alınmış ve her şeye rağmen böyle bir muamelenin gerçekleşmesi halinde, alıcı tarafından yanlış bilgilendirilmesi

veya fiyatları öğrenmesine imkân bırakılmaması sebebiyle, al­danması ya da aldatılması söz konusu ise kendisine bu akdi fesih hakkı tanınmıştır. Ancak aldanma olup olmadığı neye göre belir­lenecektir? Bizim bu hadisten anladığımız kadarıyla, satıcı ancak pazara inip piyasa fiyatlarım öğrenince aldanıp aldanmadığmm farkına varabilir. Öyleyse, narh konusunda da açıklamaya çalıştı­ğımız üzere, serbest rekabet şartlarında belirlenen piyasa fiyatla­rı âdil-emsal fiyat olarak esas alınmaktadır ve bu esasa istinaden de aldandığını anlayan satıcının akdi feshedebilme hakkı doğ­maktadır.    ,

Menfi etkiler sebebiyle, ilk muhtesib olarak nitelendirdiğimiz Hz. Peygamber (s.a.v.), telâkki'r-rukbân'ı yasaklamış ve gerekli tedbirleri de almıştır. Ibn Ömer'den rivayet edilen şu hadis muh-tesiblerin sadece pazar alanlarını değil ticaret yollarım de kontrol altında tuttuklarının açık bir delili olsa gerektir, zira bu tür mua­meleler pazar dışında yapılmaktadır: "Nebî zamanında ticaret kafilesini (yolda) karşılayıp (ellerindeki) erzakı satın alırlardı. Bunun üzerine onları, aldıklarım aynı yerde satmaktan menedip, erzak pazarına nakletmelerini sağlayacak biri(leri)ni gönderir­di."[132]

 

D. Şehirlinin Köylü Adına Satışı Ve Simsarlık

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında köylü müstahsil veya ihra­catçının şehre getirdikleri mallarını rayiç fiyatla piyasaya sürme­lerini önleyen ve onlar adına, peyderpey ya da belli bir müddet stokladıktan sonra, belirli bir ücret mukabili satmak isteyen bir aracı sınıfı vardı ve halk bu muamelelerden zarar görmekteydi.[133]

Şehre dışardan mal getirenlerin yolda karşılanarak ellerin-dekinin ucuza kapatılmasını meneden Hz. Peygamber (s.a.v.), şe­hirli tüccarın, köylü müstahsil adına belirli bir komisyon karşılı­ğında satış yapmasını da yasaklayarak asalak bir aracı, rantiye sınıfının doğmasına imkân verecek hiçbir hukukî açık bırakma­mıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu husustaki deklerasyonu şöyle­dir: "Şehirli, köylü adına satış yapmasın. İnsanları (kendi halleri­ne) bırakın, Allah onları birbirlerinden mıhlandırır."[134] Ibn Ab-bas şehirlinin köylü adına satışını 'simsarlık' olarak tarif etmiş­tir.[135] Bu, şu demektir; Stoklama imkanlarına sahip olan ve piyasa­yı iyi bilen şehirli simsar, malını bir an önce satmayı arzulayan köylü müstahsile: "Malını satmakta acele davranma, bana bırak! Ben bundan daha yüksek bir fiyatla peyderpey satarım," diyerek komisyon mukabili aracılıkta bulunmak ister.[136] Genelde hesap kitap işlerine ve alış veriş canbazlıklanna vâkıf olmayan köylü müstahsil, bir de fazla kâr vaad edildi mi, hem bir an önce yükten kurtulmak ve hem de daha fazla kazanmak için, bu teklifi kolay­lıkla benimseyebilir. Bu durumda da, telâkki'r-rukbân uygulama­sındaki menfi etkilerin hemen hepsi aynen geçerli olacaktır. Hal­buki köylü müstahsil malını kendisi satarsa muhtemelen hem kendisi ve hem de şehir halkı istifade edecektir. Zira stokçulukla fiyatları yükselten simsann bu haksız kazancının bir kısmı köylü müstahsilin, bir kısmı da halkın cebinden çıkacaktır. Burada umumun maslahatı icabı simsarlık yasaklanmış ve böylelikle de karaborsacılığa götüren bir yol kapatılmıştır (sedd-i zerîa).

Enes'in: "Şehirlinin, kardeşi veya babası dahi olsa köylü adı­na satış yapması menedildi,"[137] şeklindeki açıklaması, Hz. Pey­gamberin (s.a.v.) bu yasağı ne kadar sıkı tuttuğunun bir gösterge­si olarak değerlendirilebilir. Hatta öyle ki, fiiliyatta kaldırdığı simsarlığın adının anılmasını bile hoş karşılamayan Hz. Peygam­ber (s.a.v.), Medine Pazarında, kendilerini simsar olarak nitele­yen esnaf topluluğuna tüccar ismini vermiştir.[138]

Bir yandan şehirlinin köylü adına satışım (^simsarlık) yasak­layan Resûlullah (s.a.v.), diğer yandan da, talep edilmesi halinde şehirlinin köylüye ücretsiz danışmaklık yapmasını teşvik sade­dinde şu emri vermeyi ihmal etmemiştir: "insanları (kendi halle­rine) bırakın. Bazısı bazısından nasiplenir. Eğer biriniz kardeşi­ne bir şey danışırsa, ona danışmanlık yapsın."[139] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in her emrini kuvveden fiile geçirmek için yarışan sahabenin bu emre de derhal icabet ettiğim görmekteyiz; Resûlul­lah (s.a.v.) zamamnda bir köylü (Medine'ye) mal getirir ve Talha b. Ubeydillah'a konuk olur (malını onun adına satmasını ister). Bunun üzerine Talha; "Nebî, şehirlinin köylü adına satışını yasakladı. Lâkin sen şimdi pazara in, kendine müşteri ara ve (bul­duğunda) gel bana danış; ben sana sat ya da satma, derim," diye mukabelede bulunmuştur.[140] Hatta Resûlullah (s.a.v.)'ın, asha­bından, birbirlerine (her konuda) nasihatta bulunmaları (danış­maklık yapmaları) hususunda biat alacak kadar bu hususa ehem­miyet verdiğini müşahade etmekteyiz.[141]

 

E. Kabz'dan Önce Satış Ve Aracılık
 

Serbest rekabeti engelleyerek haksız rekabete yol açan ve pi­yasa fiyatlarının sunî olarak artışına sebebiyet veren muamele­lerden birisi de herhangi bir malın teslim alınmadan (=kabz'dan) önce) satılmasıdır. "Hz. Peygamber (s.a.v.), bir kimse satın aldığı yiyecek maddesini kabz etmedikçe satmasın,"[142] şeklindeki sözlü deklerasyonuyla bu tür muameleleri yasaklamıştır. Ayrıca bu ya­sağa uymayarak satın aldıkları malı nakletmeden olduğu yerde satanları takibata aldırarak, icabında tazir cezasına çarptırılma­larını da ihmal etmemiş ve devletin bu husustaki kararlılığını gös­termiştir. Bu hususu Ibn Ömer'den nakledilen şu iki hadis gayet açık bir şekilde beyan etmektedir: "Biz Resûlullah (s.a.v.) zama­nında yiyecek maddelerini satın alırdık da onları satmadan evvel aldığımız yerden başka bir yere nakletmemizi emredecek biride-ri)ni bize gönderirdi."[143] "Ben, Resûlullah (s.a.v.) zamanında, gö­türü, (=mücâzefe) usulü erzak satın alan öyle kimseler gördüm ki onu (olduğu yerde) satmaya kalkıştıklarında, yükleyip (başka ye­re) nakledinceye kadar dayak yerlerdi.[144]

Kabz'dan Önce satış muamelesine benzer bir başka muamele daha vardır ki bu da namevcut bir malın satılmasıdır: Yani bir kimsenin sahip olmadığı halde sattığı bir malı, daha sonra satın alıp müşterisine teslim etmesidir. Hz. Peygamber (s.a.vjin bu hu­sustaki yasaklarıyla ilgili rivayetler şunlardır: "Yanında ^mül­kiyetinde) bulunmayan bir malı satman helâl değildir, teslim al­madan önce satılan malın kârı da helâl değildir."[145] (Hakîm b. Hizam der ki:) "Yâ Resûlallah! Birisi, bende (=mülkiyetimde) olmayan bir şeyi satmamı ister (ise), (bilâhare satın alıp teslim etmek üzere) satayım mı? diye sordum. 'Hayır sende olmayan bir şeyi satma' buyurdu."[146]

Birinci hadiste, bir kimsenin, önce, mülkiyetinde bulunma­yan, sonra da, teslim almadığı bir malı satmasının yasaklanma­sından, birinci muamelenin ikinciyi beraberinde getirdiği izleni­mi doğmaktadır. Yani uygulama, bir kimsenin, mâlik olmadığı halde sattığı bir malı, bilâhare piyasadan temin edip, ancak teslim almaksızın müşterisine aktarması şeklinde vuku buluyor olabilir, Bu durumda hiç bir nakliye, depolama, hammaliye, ölçme tartma vs. masrafı yüklenmeksizin ve hiç bir risk ve zahmete katlanmak-sızın salt aracılık yapmak suretiyle zahmetsiz kazanç sağlamak söz konusu olmaktadır. Kaldı ki bu iki muamele birbirinden tama­men bağımsız olsa dahi yine aynı problem mevzu bahistir.

Yukarıda saydığımız menfi sonuçların çoğu, bir kimsenin, mülkiyetinde olmayan bir malı satması işleminde de aynen geçer­lidir.

Aşağıda detaylı bir şekilde inceleyeceğimiz üzere Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in riyasetindeki hisbe teşkilatının yetki ve sorum­luluğu, bu tür muamelelere karşı takındıkları kararlı ve -gerekti­ğinde- sert tutumu sergileyen Ibn Ömer hadislerinde gayet açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Zira ilgili hadisler bu tür muame­lelerin takibat altında tutulduğunu ve cezasız bırakılmadığını göstermektedir. Medine'de söz konusu tedbirleri alan Resûlullah (s.a.v.), Mekke valisi atadığı Attâb'ı da bu tür muamelelerin ya-saklığı hususunda uyarmayı ihmal etmemiştir.[147]

Öyle görünüyor ki karaborsacılık ve sunî fiyat artışlarına yol açacak bu tür muamelelere konan yasaklar ve cezalar semeresini vermiş ve tabiatıyla narhı gerektirecek bir ortam doğmamıştır.[148]

 

F. Sunî Fiyat Artışları Ve Narh
 

Tarih boyunca devletlerin piyasaya müdahaleleri direkt ve etkin bir şekilde genellikle fiyat politikası ve özellikle de bu politi­kanın önemli bir unsuru olan narh uygulaması yoluyla gerçekleş­tiğinden konunun ehemmiyeti büyüktür.

"Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde fiyatlar yükselmişti. (Sahabeden bazıları) dediler ki: 'Ya Resûlallah (s.a.v.)! Fiyatlar yükseldi, narh koysan'. Bunun üzerine (Hz. Peygamber (s.a.v.): "Narh koyan, bolluk ve darlık veren, rızıklandıran ancak Al­lah'tır. Mal ve canına yönelik bir zulmüm sebebiyle, herhangi bir kimse hakkını benden davacı olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem,' buyurdu."[149] islâm'ın ruhunda yer alan kişi temel hak ve özgürlükleri fikriyle de desteklenerek, sonraki dönemlerde savu-nulagelen iktisadî serbesti fikrinin başlıca delili olarak ileri sürü­len bu hadisenin Medine'deki bir kıtlık esnasında vuku bulduğu rivayet edilmektedir.[150]

Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu davranışlarında hiçbir kimseye malı ve cam hususunda zulümde bulunmadan Allah'a kavuşmak dileği hâkim olduğuna göre, narh aleyhtarlığının tam manasıyla, kendini büsbütün ulûhiyyete verip dünya işleriyle meşgul görün­memek arzusundan kaynaklanan pasif bir tecerrüt ve teslimiyet gayesinden öte gitmediği zannedilebilir. Fakat yukarıdaki ifade­nin saiklerini yalnızca mutlak bir soyutlanma arzusuna bağla­mak, hadiseleri çok sathî görmek demek olur. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde, ticarî hayatın serbestisine ve pürüzsüz geliş­mesine ehemmiyet veren pozitif bir anlayışın varlığı inkâr edilemez. insanı Ortaçağ'm darlaştıncı boyutları dışına çıkaran akti-vist yönelimler islâm medeniyetinde din ve dünya işlerinin Hristi-yanlık'a nazaran, daha süratli bir şekilde uzlaş tın İm asını müm­kün kılmıştır. Pazarda alış verişleri elden geldiği kadar kolaylaş­tıran şahsa Allah'tan rahmet dileyen Hz. Peygamber (s.a.v.) "Narh koyan Allah'tır1 (el-Musa"ir huvallah) ibaresini yalnız quietist[151] bir gaye uğruna vaz' etmiş olamazdı.[152]

Tirmizî şârihi Ibnu'l-Arabî de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "Narh koyan Allah'tır" ibaresinin, bu işin insanın gücünü aştığı anlamına gelmediği gibi beşere uygun düşen bir sıfatın Allah'a izafe edilmesinin de caiz olmayacağım belirttikten sonra insanla­rın işlediği bazı fiillerin Allah tarafından yapıldığını göster.en çe­şitli ifadelere değinerek muhtelif misaller vermektedir: "Bizi bin­dir,1' (bize binek bul) diyenlere binek temin eden Hz. Peygamber (s.a.v.), "Sizi ben değil fakat Allah bindirdi," buyurmuştur.[153]

Bütün hususlarda olduğu gibi, ekonomik politikalarla ilgili esaslar da devrin kendine özgü birtakım özellikleri incelenmeksi-zin sağlıklı bir şekilde tespit edilemez, işte bu sebepten ötürü o dö­nemin hususiyetlerine ve bu tutuma zemin hazırlayan şartlara bir göz atmak yerinde olacaktır.

Henüz kendi kendine yetme imkânlarından mahrum olan ve bu sebeple birçok ihtiyaç maddesini ithal etmek zorunda kalan, o dönemin (günümüze nisbetle) basit site ekonomi siyaseti, ticaret için en uygun ortamın hazırlanmasında menfaat sahibiydi.[154] Zi­ra tüccara Medine ve ona bağlı yerlerde tatminkâr bir piyasa oluş­turulmadığı takdirde ticaret sekteye uğrayabilirdi. Aksine ticaret, teşvik edilip cazip bir hale getirildiğinde yokluğu çekilen malların girişi artacak, bu arada iç piyasadaki ihtiyaç fazlası malların ihra­catı da söz konusu olabilecektir. Böylece artan arzın, talebi karşı­laması sonucunda fiyatlarda düşme de gözlenecektir.[155] Bunun bilincinde olan Hz.Peygamber (s.a.v.) şehre dışardan mal getiren tüccarı teşvik sadedinde şöyle buyurmuşlardır: "Karaborsacı lanetlenmiş, dışardan mal getiren tüccar ise rızıklandırılmış-tır."[156] Bu bakımdan narh aleyhtarlığının da tatbikatta aynı ihti­yaca cevap veren bir prensip olduğu düşünülebilir. Zira piyasaya müdahaleyi gerekli kılacak birtakım hadiseler zuhur etmediği müddetçe iktisadî serbesti temayüllerini kökünden sarsacak bir girişim mevzu bahis olamazdı.[157]

Şunu da unutmamak gerekir ki en önemli özelliklerinin ba­şında cihad ekonomisine sahip olması gelen Medine islâm Devle-ti'nin çok istikrarlı bir piyasaya kavuşması hemen hemen imkânsızdır. Zira kendi kendine yetmeyen ve geniş ölçüde dışa ba­ğımlı olan bir ekonomik sistem, sık sık cereyan eden savaş ve ablu­kalar neticesinde istikrarını kaybedecektir. Böyle bir ekonomik düzenin piyasa mekanizmasında baş rolü oynayan özel sektör mensuplarının askere alınmasıyla üretim ve ticaret faaliyetleri­nin zaman zaman kesintiye uğraması normaldir.

Bütün bu zorluklarla karşı karşıya kalan ve sürekli başkala­şım ve değişim içinde bulunan bir iktisadî bünyenin devamlı ge­nişleyen bir piyasayı doyurması arasıra güçleşmekte; bunun do­ğal bir sonucu olarak da fiyatlarda tedricî artışlar vukua gelmek­teydi.

Bütün bunlara taşımacılık sektörünün az gelişmişliği: Ula­şım araçlarının basitliği ve yetersizliği, yol emniyetinin kifayet­sizliği, tabiat şartlarından kaynaklanan ulaşım güçlüğü, ticaret riski gibi, mal akışım sınırlayan ve dolayısıyla fiyatların teşekkü­lünde rol oynayan diğer birtakım umumi faktörleri eklemeyi de unutmamak gerekir.

Saymış olduğumuz bu sebeplerden biri ya da birkaçı, o döne­min, tasvir etmeğe çalıştığımız piyasa şartlarında zaman zaman etkisini göstermek suretiyle fiyat dalgalanmalarına yol açmış ola­bilir. Bunun en çarpıcı örneği de şu hadise olsa gerektir. H.l. yılda zahire kıtlığı baş göstermiş ve fiyatlar yükselmişti. Bir cuma gü­nü, Hz. Peygamber (s.a.v.) cuma hutbesini okurken, Dihyetu'l-Kelbî, Suriye'den yüklediği erzak kervamyla çıkageldi ve Mescid-i Nebeviye yakın olan pazar yerine indi. Halkın, şehre mal getiren kervanı karşılarken âdetleri gereği çaldıkları davul-dümbeleğin sesini duyan mesciddckiler, Hz. Peygamber (s.a.v.) daha hutbesi­ni bitirmediği halde, dışarı fırlayıp pazara koşuştular. Zira sıkıntı şiddetliydi ve erzağm yetmeycbileceğini düşünen hei"kes, önce davranıp ihtiyacını karşılamak istiyordu. Mescidde sadece on iki kişi kalmıştı, işte bu hadise üzerine Cum'a sûresinin şu âyeti nazil oldu: "Bir ticaret veya eğlence görünce seni ayakta bırakıp da ora­ya koşuştular..." [Cuma, 62/11][158] Bu olaydan anlaşıldığına göre o sene ciddî bir yiyecek sıkıntısı çekilmekteydi. Halk erzak kervanı­nın yolunu gözler olmuş ve nihayet, geldiğini anlayınca Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in hutbesini dinlemeden pazara koşmuştu ki bu davranış, hakkında âyet inecek kadar önemliydi. Bizim asıl dik­kat çekmek istediğimiz nokta Medine Şehir Devleti ekonomisinin ithalâta olan bağımlılığı sebebiyle zaman zaman karşılaşılan ve genellikle erzak kıtlığı şeklinde ortaya çıkan ekonomik krizin at­latılmasında tüccarın oynadığı kritik roldür. Böyle bir ekonomik kriz esnasında, spekülatif bir gaye taşımadığı takdirde, sosyal bir hizmet gördüğünü dahi söylemekte tereddüt etmeyeceğimiz tüc­carı, çeşitli teşvik tedbirleriyle desteklemek dururken, aksine, narh koymak gibi oldukça yersiz ve anlamsız bir ekonomik politi­ka ile bir nevi cezalandırmak veya en azından kösteklemekten da­ha yanlış bir yol seçilemezdi herhalde. Şehre mal getiren ticaret kervanlarının bir bayram havası içinde davul-dümbelekle karşı­lanmasının âdet halini alması, Medine iktisadî yapısının ithalâta olan bağımlılığının sosyal yansımasını ve tüccarın, bu iktisadî ya­pı içinde oynadığı sosyal hizmet rolüyle mütenasip olarak kazan­dığı itibarı göstermesi açısından da büyük önem taşımaktadır.

Evet, yukarıda mümkün mertebe tasvir edilmeye çalışılan tablo, o dönemde ortaya çıkabilecek herhangi bir mal darlığında farklı ağırlıklarla işlev görebilecek olan bazı unsurları içermekte­dir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.)'den narh talebinde bulunulan zaman ile narha konu olan malların tespiti, o krizin baş etkenini belirlememize imkân sağlıyacaktır. Bu nedenle biz, konuyla ilgili araştırmalardan inceleyebildiklerimizin hepsinde ihmal edilen bu nokta üzerinde durmak istiyoruz. Araştırmalarımız, bize, nar­hın talep edildiği tarih olarak H. 8. yılın başlangıcını[159] göster­mektedir.

Tabiî fiyat artışlarına yol açabilecek şartlar ya talebi arttıran, ya arzı kısan, ya da maliyetleri yükselten bazı faktörler olabilir. Zira rekabet şartları içinde, fiyat ve tüketim miktarı, arz-talep dengesine göre meydana gelmektedir. Fiyatların teşekkülünde arz ve talep en önemli iki unsur olmakla beraber, arzı etkilediği oranda, istihsal maliyeti de rekabet şartlarında belirlenen serbest piyasa fiyatına tesir edebilmektedir. Maliyet, arz üzerindeki etki­leri sebebiyle, bilhassa rekabet şartlarında çok büyük önem taşı­maktadır. Öyleyse H. 8. yılı bu açılardan inceleyelim.

Bu yılın en önemli özelliği Mûte Savaşı, Mekke'nin fethi, Hu-neyn Gazvesi, Taif Muhasarası gibi büyük savaşların başını çekti­ği on beş civarında gazve ve seriyyeye sahne olmasıdır. 'Cihad yı­lı* denilebilecek bir özellik arzeden böyle bir yılda karşılaşılan ekonomik krizde piyasa istikrarının sağlanması imkânsızdır. Zira mevcut kaynaklar savaş hazırlığına sarfedilmiş, hayatî ehemmi­yeti olan ticaretin de, tüccarın askere alınmasından dolayı sekte­ye uğramasıyla arzda önemli bir azalma vuku bulmuştu. Hz. Pey-gamber'in (s.a.v.) bu yıl içinde deniz sahiline doğru gönderdiği bir seriyyedeki üç yüz mücahid, yetersiz olan azıkları tükenince gün­lerce hurma çekirdeklerini emerek yol almış ve" hatta ağaç yaprak­ları yemek zorunda kalmışlar, nihayet deniz sahilinde büyük bir Balık bularak telef olmaktan kurtulmuşlardı. Bunun için bu sefe­re Habat seferi ve orduya da Ceyşu'l-habat (Yaprak askerleri) de­nilmiştir.[160] Bu hadise iddiamızı destekleyen delillerden sadece birisidir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde, talebi arttıran sebeplerin başında gelir artışı yer almaktadır. Buna yol açan uygulamalar araştırıldığında ise karşımıza ilk önce ganimet ve zekât gelirleri çıkmaktadır. Özellikle Medine döneminin sonlarına doğru yük­selme eğilimine giren bu meblağların hiç bekletilmeden tevzii, halkın gelirlerinin artışına yol açmış ve bu da talebi kamçılayarak fiyatlarda yükselmeye sebebiyet vermiş olabilir. Bunun en çarpıcı delilleri ise Hayber ganimeti ile Bahreyn gelirleri olsa gerektir. H.7. senede gerçekleştirilen Hayber fethi neticesinde ele geçirilen ganimetin ne büyük meblağlara ulaştığını anlamak için sadece nakdî olan kısmına bir göz atmak yeter. Benû Nadîr Yahudileri, Medine'den sürüldükleri zaman, reisleri Ebul-Hukayk'm bir deve tulumunu dolduracak kadar büyük meblağlara ulaşan ser­vetini de Hayber'e götürmüşlerdi. İlk önceleri bir koyun tulumu dolusu olan bu servet daha sonra artış göstererek bir sığır tulumu ve nihayet bir deve tulumunu dolduracak kadar çoğalmıştı.[161] Bir kısmı altın, inci ve mücevherattan mamul gerdanlıklardan oluşan bu fonun nakdî değrini şu malumata dayanarak tahayyül etme imkânını bulabiliriz; Mekke eşrafı evlenme merasimlerinde bu ziynet eşyası ve mücevheratı Haybeıii Yahudi dostlarından rehin karşılığı ödünç alıp kullanırlardı. Bir seferinde bunlardan bir şey kaybolmuş ve 10.000 dinara tazmin edilmişti.[162] Sadece bir parça­sına 10.000 dinar değer biçilen bu fonun ganimet olarak ele geçiri­lip dağıtıldıktan sonra tamamı Medine piyasasına intikal etmiş­tir. Zira bu ganimet Hudeybiye Antlaşması'nda bulunan sahabe ile, o sıralarda Habeşistan'dan geri dönüp Hz. Peygambere (s.a.v.) Hayber'de mülâki olan muhacirler arasında taksim edil­mişti ki bunların hepsi de Medine vatandaşı idi. Hayber ve Fedek Yahudileri ile varılan yarıcılık antlaşması neticesinde sağlanan hurma, buğday, arpa vb. gibi bol miktardaki yiyecek maddeleri ile birlikte gelen refah ise şu hadiste gayet açık bir şekilde tasvir edil­mektedir: "Muhacirler Mekke'den Medine'ye elleri boş olarak gel­mişlerdi. Ensar ise arazi ve akar sahibi idiler. Onun için Ensar, bakım ve işçiliği üzerlerine almaları kaydıyla Muhacirlerle yarı­cılık antlaşması yaptılar... Hayber Savaşı bitip geri dönüldükten sonra, (kendi kendilerine yetecek iktisadi güce erişen) Muhacirler, Ensar'ın (yarıcılık usulüyle çalışmaları şartıyla) kendilerine tah­sis etmiş olduğu hurmalıkları geri verdiler..."[163] Hayber gazileri, kendilerine tahsis edilen erzak ile uzunca sayılabilecek bir süre için mutfak ihtiyaçlarım karşılamış olmalıdırlar. Ayrıca bu duru­mun doğal bir sonucudur ki, ganimetten hisselerine düşen nakdi gücü, en azından belli bir müddet için, hiç değilse erzak piyasası­na tevcih etmemiş olmalıdırlar. Üstelik Hayber dönüşü, iktisadi sistemin işleyişine sekte verecek ciddi bir topyekün savaşın olma­ması sebebiyle ticarî akışkanlığın gerekli talebi karşılamaya yete­cek gücü bulunsa gerektir, işte bütün bunlar göz önüne alındığın­da Medine piyasasında tedavül eden para miktarındaki artışının etkisinin H. 8. yıla sarkma ihtimali hiç de zorlayıcı bir tahmin olmaz sanırız. Bu hususa Ebû Hüreyre hadisindeki şu ifadeler de işaret etmektedir: "...Allah Hayber'in fethini nasip eyleyince insanların durumu biraz genişledi ve sonra durum yine zorlaştı. Geçim güçleşti..."[164]

Bahreyn gelirlerine gelince; gönderiliş tarihi hakkında H. 8 ile 10. yıllar arasında değişen muhtelif görüşler bulunan 80.000 dirhemlik bu gelirin o zamana kadarki en yüksek meblağ olduğu hususunda ittifak vardır. Öyle ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu durumdan haberdar olup kendilerine de bir pay düşer ümidiyle mescide koşan ashabına; "Vallahi artık bundan böyle sizin için darlık endişesi duymuyorum..."[165] buyararak hissiyatım dile geti­riyordu.

Talep yükselmesine sebebiyet veren diğer bir faktör de nüfus artışıdır. Ölüm hastalığından biraz rahat bulduğu bir sırada mes­cide çıkıp namaz kıldırdıktan sonra irad ettiği hutbesinde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Ey Muhacirler topluluğu! Siz çoğalıp durdunuz. Halbuki Ensar (sayıca) eski hali üzere kal­dı ve artmadı..." [166]Bu ifade açıkça Medine nüfusundaki artışa işaret etmektedir. Bir başka rivayette de bu hususa şöyle değinil­mektedir: "ResûluUah (s.a.v.)'ın ashabı çoktu ve gittikçe çoğalı­yordu... Beldeler sıkıntı içindeydi.."[167] Bu konuda Hamidullah şöyle bir tespitte bulunmaktadır: ResûluUah hicret ettiği sırada Medine nüfusunun toplam 10.000 kadar olduğu hesaplanmakta­dır ki bunun yarısı Yahudi idi. Vefat ettiği zaman ise şehrin nüfu­su, sayıları 20-30'u geçmediği anlaşılan bir avuç Yahudi hariç, tamamı Müslüman olan 15.000 kişiye ulaşmıştı.[168] Kettânî'nin naklettiği malumata bakılırsa Medine nüfusu Hz. Peygamberin irtihal ettiği sırada 20.000; 30.000 ve hatta 60.000 [169](?) gibi kor­kunç boyutlara ulaşmıştı.[170]

Ayrıca servet sahibi azınlıkların elinde lüks tüketime sarf edilecek olan meblağların, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde İslâm'ın iktisadî hedeflerinin başında gelen âdil gelir dağılımının başarıyla gerçekleştirilmesi neticesinde, farklı ihtiyaçlara ve do­layısıyla farklı tüketim alışkanlıklarına sahip kitlelere transferi sonucunda, bazı temel ihtiyaç maddelerine yönelik bir talep artışı doğması ihtimalini gözden ırmak tutmamak gerekir.

Arz daralmasına sebebiyet vermiş olması imkân dahilinde bulunan başlıca nedenler arasında tabiat şartlamadaki (bölgede sıkça rastlanan kuraklık, sel vb. gibi) menfi değişikliklerden kay­naklanan kıtlık ve yukarıda temas edilen cihad ekonomisinin do­ğurabileceği ithalât ve üretim azalışı sayılabilir.

Maliyet artışlarına gelince; iç üretimi ele alacak olursak, genellikle herkesin kendi işini gördüğü o döneme ait işçilik mali­yetlerini ve bunlardaki artışları -eğer varsa- tespit etmek hemen hemen imkansızdır. Bu durumu Ibn Kayyım el-Cevziyye şöyle tasvir etmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Medine'de fiyatlar tahdit edilmedi. Çünkü o dönemde (Medine'de) değirmen­ci ve fırıncılar olmadığı gibi, un ve ekmek satıcıları da yoktu. (Halk) hububatı satın alıp evlerinde öğüterek ekmek yaparlardı." Şu rivayet Ibn Kayyim'i desteklemektedir:"Sehl (b. Sa'd)'e: 'Nebi zamanında elek var mıydı' diye sordum. 'O zaman elek görme­dim. Resûlullah (s.a.v.) dünyadan ayrılana kadar elenmiş arpa (unu) yemedi,' dedi. 'Öyleyse ne yapıyordunuz? dedim. 'Onu öğü­tüyor sonra da kabuğunu üflüyorduk. Uçan uçuyor, kalan kalı­yordu' diye cevapladı." Benzer bir rivayet Ümmü Seleme'den de nakledilmektedir.[171] Aynı hususa ışık tutan bir başka haber de şöyledir:"Ali: "Fâtıma (bir gün) bana, un öğütmekten elleri nasır tuttuğu için şikâyette bulundu. Bunun üzerine: 'Babana gidip bir hizmetçi istesen ya...' dedim," demektedir.[172] Ibn Kayyim sözlerini şöyle sürdürmektedir: "Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.v.): "Dışarıdan mal getiren nzıklandırılmış, karaborsacı ise lanetlen­miştir,'1 buyurmuştu. Aynı şekilde Medine'de dokumacı da yoktu. Şam, Yemen ve (Hecer gibi) diğer bölgelerden (hazır) elbise gelir, halk da onları satın alıp giyerdi." Hz. Peygamberin de bu satıcı­lardan çamaşır aldığı rivayet edilmektedir. [173] Mekke ve Medine halkının ithal mensucata bağımlılığı o boyutlara ulaşmıştı ki Hz. Osman ve Talha gibi sahabeler mensucat ticaretiyle zengin olmuşlardı. Medine'de terzi bulunmasına rağmen, halk, elbise, ta­mir ve yamama işlerini de genellikle kendileri yaparlardı. Hişam b. Urve'nin babasından yaptığı rivayet buna delil teşkil etmekte­dir: "Âişe'ye: 'Resulullah (s.a.v.) evinde ne yapardı?' diye sordum. 'Sizin yaptığınızı: Elbisesini yamar ve ayakkabısını tamir ederdi,1 diye cevap verdi."[174] Yukarıdaki ifadeleriyle Ibn Kayyim, temel ihtiyaç maddelerinin başını çeken giyeceğin üzerine, dışarıdan hazır mamul olarak geldiğinden, herhangi bir işçilik eklenmediği­ni, herkesin kendi evinde işlediği ithal yiyecek hammaddesi içinse işçilik maliyeti diye bir şeyin söz konusu olamayacağım belirterek bu malların maliyetlerinin hesaplanmasının imkânsızlığını vur­gulamaktadır. Zira geriye malların toptan alım fiyatlarıyla, taşı­ma maliyet ve risklerim tespit etmek kalmaktadır ki bu da müm­kün görünmemektedir. Kaldı ki mümkün bile olsa, dış piyasa fiyat dalgalanmaları ve taşıma maliyet ve risklerinin farklılığından do­layı her tacir için değişik rakamlar bulunabilecektir. Üstelik o sı­ralarda Bizans ve Sâsânî imparatorluklarının, aralarındaki savaş dolayısıyla içine düştükleri iktisadî çalkantı yanında, karşı karşı­ya oldukları siyasî çöküntünün, piyasa istikrarına ve dolayısıyla fiyatlara menfi etkide bulunması kuvvetle muhtemeldir. Dolayı­sıyla bu bölgelerden temin edilen temel ihtiyaç maddeleri daha pahalıya malolacak demektir.

işte bütün bunlar da göstermektedir ki Hz. Peygamber (s.a.v.), tüccara zulüm olur endişesiyle narhtan kaçınmakla isa­betli bir ekonomik politika uygulamıştır. Zira fiyatlardaki artışta Medine tüccarı gayri meşru veya mefsedet telâkki edilebil

hafız_32
Sat 2 October 2010, 11:21 am GMT +0200
ecek bir rol oynamamış, bilakis fiyatlar serbest piyasada arz-talep denge­sine göre oluşmuştur. Tüketicinin istismar edilmediği ve karaborsanın görülmediği bir piyasada narha ihtiyaç duyulmaması do­ğaldır.[175] Arz-talep dengesinin, talebin lehine olarak bozulduğu bir ortam, tabiî fiyat artışlarına sebebiyet vermek yanında, kara­borsacılık temayüllerim kamçılayıcı bir rol de oynayabilirdi pekâlâ. Bu ise sürekli ve daha da önemlisi fahiş fiyat artışlarını beraberinde getirebilirdi. Ne var ki köklü bir piyasa ahlâkının oluşturulduğu, gerek üretici, esnaf ve tüccarıyla, gerekse tüketici -siyle bütün piyasa aktörlerinin zühd ve kanaat içinde bulunduk­ları o dönemde bu tür sunî fiyat artışlarına mahal bırakmamak için, narh dışında, günün şartlarının imkân verdiği diğer birtakım ekonomik önlemler de ihmal edilmemiştir.

Hadisde geçen ve 'Narh koyan Allah'tır' şeklinde tercüme et­meyi yeğlediğimiz iel-musa"ir huvallaK ibâresindeki 'el-mu-sa"ir' lafzı 'se'ara' kökünden tef il babında ism-i fail olup lugatta: Fiyatları belirleyen, sınırlayan, narh koyan manalarına gelmek­tedir. Bu ifadeden hareketle akaid âlimleri, yukarıda da belirttiği­miz gibi, irâde-i cüz'iyye ve külliyye tartışmalarına girerek 'el-mu-sa"ir' vasfının Allah'a, devlete değil- mahsus olduğunu beyan ederlerken, aynı ifadeyi göz önüne alan fakihlerin cumhuru da benzer bir sonuca vararak devletin fiyatlara müdahalesine cevaz verilemeyeceğini savunmuşlardır. Ancak, eğer 'narh koyan Al­lah'tır' ifadesi onların anladığı gibi mutlak bir lafız ise, yani fiyat­lara Allah'tan başkasının müdahalesi asla caiz olmazsa, o takdir­de satıcıların spekülatif, monopolistik (=tekelci) vb. gibi birtakım faaliyetlerde bulunmaları da yasaklanmalı değil midir? Ve eğer onlar Allah'ın hududunu çiğnemişlerse devletin bu duruma mü­dahale etmesi gerekmez mi? Kaldı ki Hz. Peygamber'in kavlinde narhın haramhğına ne gizli ne de açık bir delâlet vardır. Bilakis Hz. Peygamber (s.a.v.) 'narh haramdır' veya 'narh helal değildir' ve benzeri herhangi bir ifade kullanmamış, 'bolluk ve darlık veren ancak Allah'tır' buyurmakla da fiyat artışlarının piyasadaki dar­lık neticesinde oluştuğunu vurgulayarak, bolluk yaratmak suretiyle fiyatları ucuzlatması için Allah'a niyazda bulunulması­nı tavsiye etmiştir.

Ibn Hibbân'ın bir rivayetinde narh hadisinin yukarıda zikri geçen versiyonuna ek olarak yer alan şu ifadeler iddiamızı destek­lemektedir: (Hadisin râvisi Enes) dedi ki: "Bu [H. 8] senenin başında Müslümanların (pazarlarında) fiyatlar yükseldi. Narh koyması için Nebî'ye (s.a.v.) geldiler. Resûlullah (s.a.v.) bunu ke­rih görerek şöyle buyurdu: 'Birbirinize kin gütmeyin, birbirinizi kıskanmayın, birbirinize sırtınızı dönmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun' Sonra sözlerini şöyle sürdürdü: 'Bir kimse kardeşi­nin pazarlığı üzerine pazarlıkta bulunmasın. Şehirli köylü adına satış yapmasın. İnsanları kendi hallerine bırakın, [Allah] bazısı­nı bazısından rızıklandırır.[176]

Ibn Teymiyye ve Ibn Kayyim, serdedildiği şartları da göz önü­ne alarak dikkaûli bir şekilde tahlile tâbi tuttukları bu hadisin mutlak ve âmm (=genel) olmayıp bilakis kaziyye-i muayyene (özel bir hüküm) ifade ettiğini açıkça belirtmek suretiyle bazı durumlarda narh konulmasının mümkün ve hatta -adaletin ger­çekleşmesini kolaylaştırması hasebiyle- vacip olacağı kanaatine varmaktadırlar.[177] Bunu da, Hz. Peygamber'in (s.a.v.), sahiplerin­den birinin kendi hissesini azat ettiği müşterek bir kölenin diğer ortaklarca da azatlanması durumunda emsal fiyatın üzerinde bir değer biçilmesini yasaklamasına[178] dayandırmaktadırlar. Sâri', müşterek köledeki bir hissenin azadı gibi bir maslahatta emsal fiyatı Ölçü almayı vacip kılar ve hak sahibine bundan fazlasını isteme ruhsatı vermezse, yiyecek, içecek ve giyecek gibi temel ihti­yaç maddelerinin temininde emsal fiyat takdiri daha büyük bir zaruret olmaz mı?[179] Zira narhın bazı durumlarda vâcid olmasının illeti umumi ihtiyacın giderilmesidir ve tüm halkın yokluğunu çektiği bir şeyin emsal kıymetten satılmasını vacip kılan hak ise 'Allah hakları' cümlesinden addedilir.[180] islâm hukukundaki Al­lah hakları kavramının günümüzdeki kısmî karşılığı 'amme hu-kuku'dur.[181]

Satıcıyı fiyatlar hususunda tamamen serbest bırakıp, devlet kontrolü dışında tutmak da toplumun zulüm ve haksızlığa uğra­tılmasına kapı açar. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) döneminde ticaret ahlâkının ve faziletin en güzel örneği yaşanmış, devlet müdahalesine pek gerek duyulmamış ve genellikle herkes meşru haklarına razı olmuştur. Fakat giderek ticaret ahlâkı yozlaşmaya başladık­ça insanlar fiyat tespitindeki esnekliği yahut arz-talep dengesin­deki bozukluğu suistimal etmeye yönelmiş, kıtlıklar ve savaşların getirdiği sıkıntılar fiyatların sunî olarak yükselmesine sebebiyet vermiştir. [182]


[48] Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1014.

[49] Buhârî, Hac 45; Cihâd 180; Müslim, Hac, 344; Ebû Dâvud, Menâsik, 86; Ferâiz, 10.

[50] îbnSa'd, I, 208-210.

[51] Medine pazarları için bkz, İbn Şebbe, Tarîhu'l-Medîneti'l-münevvere, I, 305-306.

[52] Taberî, Tefsir, III, 226-227; Kurtubî, Tefsir, IV, 118; îbn Kesîr, Tefsir, II, 51; Ali, VII, 419.

[53] îbn Şebbe'nin bir rivayetinde Benû Kaynukâ Pazan'na gittiği kaydedilmek­tedir ki buna göre bu pazar, Benû Kaynukâ Pazarı olsa gerektir. Bkz. Îbn Şebbe, I, 304.

[54] Hadis metninde bu fiilin karşılığı lâ yuntekasanne' olup naşir M. Fuad Abdu'1-Bâkî, bunu lâ yubtalenne' şeklinde şerh etmiştir.

[55] İbn Mâce, Ticârât, 40; İbn Şebbe, I, 304.

[56] Semhûdî, Vefâu'1-vefâ, I, 540.

[57] Semhûdî, Vefâu'1-vefâ, I, 541.

[58] Hadis metninde bu filinin karşılığı lâ tetehaccerû1 olup: tahrir (yani etra­fını taşla çevirmek) suretiyle temellük etmeyin,' anlamındadır.

[59] Semhûdî, Vefâu'1-vefâ, I, 540.

[60] Tirmizî, Kıyamet 26; Zühd 4; Nesâî, Cenâiz 3; Ibn Mâce, Zühd 31.

[61] Semhûdî, Vefâu'1-vefâ, I, 539.

[62] Buhârî, Buyu I, 49; Menâkibu'l-ensâr 3.

[63] İbn Hanbel, III, 322, 339,492; İbn Sa'd, I, 216; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 140-141; Kettânî, et-Terâtibu'1-idâriyye, II, 164.

[64] Kister, The Market of the Prophet, s. 276.

[65] Erkal, Mehmet, "İslâm Hukukunda Aîış-Verişte Kâr Haddi" Araştırması­na Dâir Tenkidi Görüş, s. 204

[66] Semhûdî, Vefâu'1-vefâ, I, 540.

[67] A.g.e.

[68] Kister, The Market of the Prophet, s. 276.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/414-419.

[69] Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/420.

[70] Uludağ, Süleyman, İslâm'da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, s. 21.

[71] UludağS.,a.g.e.,s. 21.

[72] Mevdûdî, Faiz, s. 89.

[73] Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/421.

[74] Uludağ, s. 22-23.

[75] İbn Hişâm, I, 194.

[76] Uludağ, s. 24-25, dn., 5.

[77] Uludağ, s. 25.

[78] İbn Hişam, II, 559.

[79] Dayfullah, Muhammed, el-Hayûtu'l-iktisâdiyye fi ahdi'r-Resûl, s. 775.

[80] Kurtubî, Tefsir, IV, 202.

[81] İsbehânî, Delâilu'n-Nubuvve, s. 48; Suyutî, el-Hasâisu'1-kubrâ, II, 140.

[82] Hz. Aişe'nin: "Bakara sûresinin ribâ hakkındaki son âyetleri inince Resülullah mescide çıkıp bunları okudu, sonra içki ticaretini haram kıldı" şeklindeki sözünden (Buharı, Salât 73; Müslim, Müsâkât 69, 70) hareket eden Uludağ, içkinin H. 4. senede haram kılındığını, dolayısıyla bu âyetlerin de takriben H. 4 sene civarında nazil olması gerektiğini ileri sür­mektedir, bkz., s. 25.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/422-424.

[83] Râzî, Tefsir, VII, 85.

[84] Taberî, Tefsir, III, 68.

[85] A.g.e.

[86] Bayındır, Abdülaziz, islâm'da Faiz Mefhumu ve Unsurları, s. 121-122.

[87] Râzî» VII, 86.

[88] İbnu'l-Humâm, Fethu'l-kadîr, VII, 3-4.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/424-425.

[89] Müslim, Müsâkât 82; Nesâı, Buyu 43, 44.

[90] Müslim, Müsâkât 81; Ebû Dâvud, Buyu 12; Tirmizî, Buyu 23; Nesâî, Buyu 43, 44.

[91] Buhârî, Buyu 77, 81; Müslim, Müsâkât 88; Nesâî, Buyu 50.

[92] Müslim, Müsâkât 90; Nesâî, Buyu 48: Ebû Dâvud, Buyu 13.

[93] Müslim, Müsâkât 91; Ebû Dâvud, Buyu 13.

[94] Müslim, Müsâkât 94; Nesâî, Buyu 41.

[95] Müslim, Müsâkât 96.

[96] Müslim, Müsâkât 97.

[97] Ebû Dâvud, Buyu 18; Tirmizî, Buyu 14; Nesâî, Buyu 36; İbn Mâce, Ticârât 53.

[98] Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/425-427.

[99] Taberî, Tefsir, III, 66; Serahsî, el-Mebsût, XTV, 59; Hamidullah, el-Vesâik, s. 286.

[100] Taberî, Tefsir, III, 66; Serahsî, el-Mebsût, XIV, 59; Hamidullah, el-Vesâik, s. 285-286.

[101] Serahsî, el-Mebsût, XIV, 58; Hamidullah, el-Vesâik, s. 176,179; İslâm Pey­gamberi, I, 672.

[102] Serahsî, el-Mebsût, XIV, 58.

[103] Hamidullah, el-Vesâik, s. 228.

[104] Hamidullah, el-Vesâik, s. 262.

[105] Ebû Dâvud, Buyu 5.

[106] Ebû Dâvud, Menâsik 56; Hamidullah, el-Vesâik, s. 361, 363.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/427-428.

[107] Zebîdî, Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 449.

[108] Yeniçeri, îslâm İktisadının Esasları, . 285.

[109] İbn Mâce, Ticârât 12; Dârimî, Buyu 12.

[110] Döndüren, Hamdi, İslâm Hukukuna Göre Ahm-Satımda Kâr Hadleri, s. 201.

[111] Müslim, Müsâkât 129,130; Ebû Dâvud, Buyu 40, 47; Tirmizî, Buyu 40; İbn Mâce, Ticârât 6.

[112] İbn Hanbel, II, 33.

[113] Şurbacî, el-Bişrî, et-Tes'ir fı'1-İslâm, s. 63; Bkz. K., Tevbe, 3 vb.

[114] İbn Mâce, Ticârât 6; Dârimî, Buyu 12.

[115] İbn Mâce, Ticârât 6; Dârimî, Buyu 12; îbn Hanbel, I, 21.

[116] Munzirî, et-Tergîb ve't-terhîb, III, 27; Şevkânî, Neylu'l-evtâr, V, 27.

[117] İbn Hanbel, V, 27.

[118] Munzirî, III, 28.

[119] Munzirî, III, 27.

[120] Ay.

[121] Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 285.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/429-430.

[122] Munzirî, III, 27.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/430-431.

[123] İbn Hanbel, II, 33.

[124] İbn Havkal, Kitâbu sûretVl-ard, I, 40.

[125] Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 309.

[126] Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/431-432.

[127] Buhârî, Edâhî 16; Müslim, Edâhî 24-34, 37; Ebû Dâvud, Dahâyâ 6.

[128] Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/432.

[129] Buhârî, Buyu 72; Neshi, Büyü 57.

[130] Sıddiqi, Mazharuddin, Development of Jslamic State, s. 41; (Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 388'den naklen).

[131] Müslim, Büyü 17; Ebû Dâvud, Buyu 43; Tirmizî Buyu 12; Nesâî, Büyü 18; tbn Mâce, Ticârât 16.

[132] Buhârî, Buyu 49.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/433-434.

[133] Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, s. 303, 321.

[134] Buhârî, Buya 58, 64; Müslim, Buyu 20; Ebû Dâvud, Buyu 45; Tirmizî Buyu 11,18.

[135] Buhârî, Buyu 68, 71; îcâre 14; Müslim, Buyu 19; Ebû Dâvud, Buyu 45, Nesâî, Buyu 18; İbn Mâce, Ticârât 15.

[136] İbnu'l-Uhuvve, Me'âlimu'l-kurbe, s. 132; Zebîdî, VI, 456.

[137] Müslim, Buyu 21.

[138] Ebû Dâvud, Buyu 1; Tirmizî Buyu 4; Nesâî, Buyu 7; Eymân 22, 23; Ibn Mâce, Ticârât 3.

[139] İbn Hanbel, III, 318-19; IV, 259; Aynî, Umdetu'l-kârî, XI, 281.

[140] Ebû Dâvud, Buyu 45.

[141] Buhârî, Buyu 68; îmân 42;Mevâkitu's-salât 3; Zekât 2; Şıtrûtl; Ahkâm 43; Müslim, îmân 97-99; Tirmizî, Birr 17; Nesâî, Bey'at 6,16,17, 24.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/435-436.

[142] Buhârî, Buya 54, 55; Müslim, Buyu 30, 35, 36; Ebû Dâvud, Buyu 65.

[143] Müslim, Buyu 33; Ebû Dâvud, Buyu 65; Nesâî, Buya 57.

[144] Buhârî, Buyu 54, 56; Müslim, Buyu 37, 38; Ebû Dâvud, Buyu 65; Nesâî, Buyu 57.

[145] Ebû Dâvud, Buyu 68; Tirmizî Buyu 19; İbn Mâce, Ticârât 20.

[146] Ebû Dâvud, Buya 68; Tirmizî ,Bııyû 19; Nesâî, Buyu 60; İbn Mâce, Ticârât 20.

[147] İbn Mâce, Ticârât 20.

[148] Bu yasağın, günümüz ekonomilerinin imkân ve ihtiyaçları göz önüne alı­narak yeniden değerlendirilmesinde fayda vardır.

Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/437-438.

[149] Ebû Dâvud, Buyu 49; Tirmizî £uyû 73; İbn Mâce, Ticârât 27; İbn Hanbel, 111,85.

[150] İbn Hacer el-Heysemî, Mecm.au'z-Zevâid,lV, 100.

[151] Tam bir gönül dinginliği, tutumsuzluk içinde isteklerden sıyrılıp direnç göstermeden kendini Tanrı istencine vermeyi ve Tanrısal ruh dinginliği kazanmayı amaç edinen dünya görüşü taraftarı.

[152] Ülgener, Sabri, Tarihte Darlık Buhranları, s. 128-129.

[153] İbnu'l-Arabî, 'Âridatu'l-Ahvezî, VI, 54.

[154] Ülgener, s. 124.

[155] Yeniçeri, îslâm İktisadının Esasları, s. 320.

[156] İbn Mâce, Ticârât 6; Dârimî, Buya 12.

[157] Ülgener, s. 124-125.

[158] Müslim, Cum'a 36-38; Kurtubî, Tefsir, VIII, 109-110.

[159] İbn Hibbân, es-Sîretu'n-Nebeviyye, s. 315; İbnu'1-İmâd, Şezerâtu'z-zeheb 1,12; Es'ad, Mahmud, İslâm Tarihi, s. 815.

[160] Buhârî, Megâzî 65; Müslim, Sayd ve Zebâih 17-21; îbn Hanbel, III, 306, 311; V, 114.

[161] Vâkıdî, el-Megâzî, I, 375; II, 671; Diyârbekrî, II, 46.

[162] Serahsî, Şerhu Kitâbi's-siyeri'l-keblr, I, 279.

[163] Müslim, Cihâd 71.

[164] îbnSa'd, 1,409.

[165] Buhârî, Cizye 1; Megâzî 12; Rikâk 7; Müslim, Zühd 6; Tirmizî, Ktyâme 28;İbnMâce,FitenlS.

[166] ÎbnSa'd, 11251,252.

[167] İbnSa'd, I, 409.

[168] Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 1139-1140.

[169] Kettânî, nüfus hakkında bir fikir vermesi hasebiyle, Gazzâli'nin ihya sm-daki: "ResûluUah vefat ettiğinde ashabı yirmi bin idi," şeklindeki ifadeyi, ve Irâkî'nin: "Muhtemelen Medine'deki ashabını kastetmektedir," şek­lindeki yorumunu da katarak nakletmekte ve keza Beyhakî'nin: "Resûlullah'ın ruhu kabz olunduğunda cenaze namazını otuz bin kişi kıl­dı," şeklindeki rivayetini, yine bununla ilgili olarak Sehâvî'nin: "Muhte­melen Medine'yi kastetmektedir," tarzındaki yorumuyla birlikte zikret­mektedir. Altmış bin rakamı ile ilgili rivayet ise şöyledir: "Resûlullah ve­fat ettiğinde Medine Müslümanları (nın nüfusu) altmış bin ve Arap kabi­leleri İle diğerleri (nin nüfusu) ise otuz bin idi."

[170] Kettânî, 11,407.

[171] îbnSa'd, I, 408.

[172] Tirmizî, Da'auât 24; Ibn Hanbel, 1,106,135; VI, 298; İbn Sa'd, VIII, 25.

[173] İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Turuku'l-hukmiyye, s. 253-254.

[174] Ebû Dâvud, Buyu 7; İbn Mâce, Ticârât 34; Nesâî, Buya 54.

[175] Şurbacî, s. 22.

[176] İbn Hibbân, s. 315.

[177] İbn Teymiyye, XXVIII, 95-96.

[178] Buhârî, Şerike 5,14; M 5; Müslim, Itk 1; Eymân 47, 48, 51; Ebû Dâvud, Itk 6; Tirmizî, Ahkâm 14; Nesâî, Buyu 105,106; İbn Mâce,/fA 7.

[179] İbn Kayyim, s. 237-238.

[180] İbn Teymiyye, XXVIII, 100.

[181] Şurbacî, s. 103.

[182] Cengiz Kallek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/439-450.

[183] Akram Khan, Muhammed, Al-HishaandtheIslarricEconomy, s. 135-136.